Ah şu duvarlar
Yan yana sıralanmış evler, birbirine bağlantılı avlular, sırt sırta vermiş bahçelerdi yaşam alanlarımız.
Yan yana sıralanmış evler, birbirine bağlantılı avlular, sırt sırta vermiş bahçelerdi yaşam alanlarımız.
Kerpiçten yapıların iki göz, üç göz odalarında büyüdük biz.
Küçük pencerelerinin oda içine doğru kaydırılmış minik çıkıntılarında dizilen saksılar içinde yetişirdi çiçeklerimiz. Küpelisi, menekşesi, karanfili camgüzelleriydi.
Küçük olsa da pencerelerimiz bakış açımız kocaman, sinemaskoptu.
Kışın sıcak, yazın serin tutan kerpiçten toprak damlı evlerimizin avuç içi kadar olsa da avluları; çul serilecek, semaver tutuşturulacak kadar yeterliydi.
İki komşu ev arasındaki hudut arklardı. O arklardı ki bir takvim planı içinde Çavuşbaşı Mahallesinin Erek Dağından coşup akan, nazlı nazlı salınan kerhizinin sularıyla beslenir, bağ ve bahçeleri sabrın selametinde berekete boğardı.
Ne zaman ki topraktan, çamurdan kerpiçlerin yerini briket üreten yapı aracı aldı işte o zaman yan yana, huzur içinde hükmünü süren komşuluklar üzerine sahip olmanın bireyciliği egemen oldu.
Bir adımda komşusuna ulaşanlar artık yükselen duvarların arasına konan kapıların ötesinde kaldı.
Duvarlardı samimiyete dur diyen, selamı, sabahı ırak eyleyen ve giderek canları canlardan soyutlayan.
Bizim duvar komşumuz Pehlivan Enver'in hanesiydi. Arada duvar olsa da üst üste konan yükseltilerle boylanır seslenirdik birbirimize. Rahmetli Fiza abla bu duruma üzülüp daraldığında söylenirdi yana yakıla:
"Dalları meyve dolu ağaçları mı vardı, yoksa uçup kanatlanan tavukları mı? Kim çıkardı duvarı."
Öyle ki egoizm denen illet bir vakitler kuşatınca yürekleri yüksek duvarlarının üzerine kimse çıkmasın diye kırık camlar dizenler oldu. Şükür bu yöntem bizim mahalleye pek uğramadı. Ancak karşı komşumuz Trabzonlu Hacı'nın arka bahçesinde yetiştirdiği lahananın da olduğu nebat bahçesinin etrafına dikenli tel çektiği ve o tellere elektrik verdiği de bir zaman söylencesi olup kulaktan kulağa dolaştı.