AKŞAM OLMADAN
Yunus Türkoğlu yazdı...
Hep çocuk kalmalıydık aslında…
Mahalleyi adım adım gezmeli, ceviz ağaçlarıyla sohbet etmeli, sonra yüksek dallarına çıkıp Vangölü'nü seyretmeliydik mesela…
Bahar aylarında iğde çiçeğinin kokusunu doya doya teneffüs etmeli, yaz sonunda kızarmaya başlayınca bağlara girip gönlünce yemeliydik mesela…
Gölgesinde erişteler kesilen, yorgunluk sonrası oturulup bir yudum kahve içilen o canım söğüt ağaçlarını korumalıydık mesela…
Mahallemizin ebesi Nuriye ezenin bahçesinde çeper olup bir ömrü bizimle geçiren sarı ve iri ayvaların akıbetini sığırcıklara, gecelelere birde mahallenin yetimlerine sormalıydık mesela…
Güzel hatıraları geçen yıllara bırakmayıp, sizlere anlatmalıydım mesela…
İkindi vakti zevale ermiş, gölgelerimiz uzamaya, hava serinlemeye başlamıştı. Yaz günlerinde ikindi sonrası akşam namazına kadar olan sürede futbol maçlarımız olurdu. Bu zaman dilimini doyasıya yaşamak gerekiyordu. Bizde çocuktuk ve inadına yaşıyorduk.
Kuzeyden güneye doğru uzanan sahamız vardı. Yanındaki toprak kanaldan su akardı. Kanaldan sonra yol, yolun karşısında Zekeriya Öğe ve hanımı Fevgiye teyzenin, yanında kardeşi fırıncı Mustafa, hanımı Şükran ablanın evi, sonrasında ise Seyfettin ve kardeşi Şakir Urukların bakkal dükkânları vardı…
Ne güzel komşularımız, ne güzel evlerimiz, ne güzel mahallemiz vardı! Bu evlerin kapılarını her çaldığımızda gülümseyen yüzler bizleri karşılardı. Bir bardak çayın, bir fincan kahvenin hatırı vardı. Komşularımızın evlerinin perdeleri çiçekli, yürekleri şefkatli ve gönülleri sevdalıydı…
Hayatımızdaki büyükler rızkımızın bereketiydi! O insanlar gecenin, günün olduğu gibi haftanın, ayın ve yılların muhasebesini yaparlar ve nasıl yaşadık, ömrümüzü iyi değerlendirebildik mi? Daha önemlisi kul olabildik mi? Komşular, eş-dost, hısım akraba bizden memnun mu? Diye kendilerine sorarlardı…
Mazideki günleri uzun metrajlı bir film zannederdik, fakat yanılmışız! Alabildiğine renkli, unutulmaz ve çok kısaymış…
Arkadaşlarımız tek tek toplanmaya başlıyorlardı. İlk gelenler kanalın kenarında otururdu. Kanalın üstünden otururken ayaklarımızı suyun üzerinden karşıya atar köprü misali su altımızdan akar giderdi. Kenarlarda açan sarıçiçekler, boğa yaprakları ve kaz ayaklarını seyretmek ve kokusunu duymak ayrı bir mutluluktu…
Çocukluktaki günler ömrümüzün en güzel günleriydi. Bu mahallede nice sevdaları yâd ederek nice nesiller geldi-geçti! O günlerden geriye; hüzne gark olmuş sararan yapraklar kaldı. Zaman değişti, sahne değişti ve rolünü oynayan aktörler değişti! Sahnemiz; topraktan, kerpiçten yapılmış tarihi evlerden, beton evlere, tozlu-topraklı yollardan asfalta, sükûnetten karmaşaya, yeşilden griye doğru değişti durdu yıllarca!
Sahamızın güney tarafına okul, kuzey yani çarşı tarafına cami yapılmadan önce, Hacı Hüsnü Yaşar'a ait olan bu tarlayı İğneci Abdullah Durur eker biçer sonbaharda harman yapardı. Bizden önce Ferit Sarı, Vehbi Oskay, Berber Reşit, Şahin Okuldaş, Şakir-Mehmet Tanış, Namık Ağar, Osman Arslan gibi büyüklerimiz burada çekişmeli maçlar yaparlardı. Aklımda kalan Şahin Okuldaş'ın teknik oyunu, merhum Ferit Sarı'nın tatlı-sert ve süratli futbol oynamasıydı…
Arkadaşlar toplanınca iki takım kurup oyuna başlıyoruz. Şimdi doyasıya futbol aynama, Zübeyir Alırız ile süper paslaşmalar yapma, sağdan gelen ortaya güzel bir vole vurup gol atma, Tren Tahsin gibi sol kanattan süratle gitme ve yere düşünce çimlerin kokusunu doyasıya alma vaktidir...
Oyun başlamıştır artık…
Bir elim oyunda, bir elim ise çevrede olup bitenlerde olurdu! Karşı evin sahibi Zekeriya Öğe'nin babası Hasan emi çarşıdan dönüyor. Kendi ve hanımı Zeliha bibi aslen Gümüşhanelidirler. Yaşı seksenin üstünde olmasına rağmen gayet dinç biriydi. Her gün kahveden dönüşte evin arka bahçesinde veya yan taraftaki tarlada ağır baltasıyla odun kırardı. Arada merhum torunu Ramazan'la yanına gider odunları taşır istif ederdik. Şükran abla kapının önünde semaveri yakmış, Zeliha bibi ile Fevgiye teyze oturmuşlar çay içiyorlar. Semaverin dumanı sahaya kadar gelir yüzümüzü-gözümüzü, gönlümüzü ve sevdamızı yalayıp geçerdi.
Kimseyle hiçbir kinimiz, hasedimiz yoktu inanın. Kimseye bir zararımız yoktu, aykırı bir yanımız hiç ama hiç yoktu! Biri sahamıza su açtı ve etraf çamur mu çamur! Birinin bahçesine topumuz gitti vermedi, oyunumuz yarıda kaldı! Biri geldi oyunumuzu bozdu! Hele biri seviyesizliğini gösterip keyfimizi kaçırmaya çalıştı… Bende keyfimizi kaçıramazsın! Çünkü sen bir hiçsin hiç! Dedim…
Oyuna devam ediyoruz. Ayhan ağabey eve dönüyor, 64 krem Chevroletiyle kuğu misali karşımızdan süzülüp geçiyor. Chevrolet'teki asalete, endama vurgunduk. Yolda süzülüşü içimizin yağını eritirdi…
Devre arası verip Gülizar teyzenin bahçedeki çeşmeden doya doya zernebat suyu içip ikinci devreye başlıyoruz. Anneler gezmeden geliyorlar. Gonca teyze, gelini ve kızı gidiyorlar. Adanalı Zeynep teyze yanında küçük oğlu Celal eve dönüyorlar. Sonrasında babalarda eve gelmeye başladılar. Akşama yakın olduğumuzu hissediyorum. Hava kararıyor artık…
Akşam olmadan; güzel bir gol daha atayım yeter…
Akşam olmadan; istemem dünyanın tac u tahtını, bu anı biraz daha yaşayayım yeter…
Akşam olmadan; Van bağlarından kişmili gül kokusunu getirsin rüzgârlar isterim!
Takkeleri başlarında, tespihler ellerinde, zikirleri dillerinde bakkal Seyfettin Uruk ile Hacı Mehmet Toprak camiye doğru yol alırken ezana az kaldığını anlıyorum! Son bir iki çalım, şut, son bir iki paslaşma derken akşam ezanı okunuyor. Bitmesini istemediğimiz bu güzel anlar bitiyor ve evlerimize doğru dağılıyoruz…
Ölenlere Rabbim Rahmet eylesin, hayatta olanlara sağlıklı uzun ömürler diliyorum.
Hoşça kalınız…