Aşçı

1993 yılıydı ve Van Atatürk Lisesi'nin pansiyonunda yemekhane nöbetlerinden birini ifa etmekle meşguldük.

Yemeklerin yapılma aşamasında mutfakta bulunmuş, son derece âli bir görev olan, patates soyma işinde bizzat ve şahsen görev almıştık. Yemekler pişip demlenmeye bırakılırken de boş durmamış; ekmekleri dilimlemiş, su dolu sürahileri masalara yerleştirmiştik. Ardından hazır kıta bir vaziyette gözümüzü emektar aşçımız Mehmet Usta'ya dikmiş ve kendisinden gelecek işareti bekler olmuştuk. Ustamız ise esasen gri olan ancak uzun süredir yıkanmadığından olsa gerek artık siyaha inkılâp etmiş yeleğine, bir zincir marifetiyle takılı olan köstekli saatine nazar edip beklememizi istemişti.

Zaman konusunda son derece hassas olan ustamız, birkaç dakika sonra yavaşça yerinden doğrulup hepimize yeni görevlerimizi talim ettirdi ve bu bağlamda bana da ana yemeği dağıtma işini verdi. Onca nöbetçi arasından bu kutsi görev için intihap edilmiş olmamı bugün bile iftiharla yâd ederim. Derken beklenen işaret geldi ve zilin çalmasıyla 200 kişi bir anda yemekhaneye akın etti. Hem öyle bir akın ki etrafımızı saran öğrenciler, sanki Hz. Nuh'un Gemisinde günlerce yol aldıktan sonra karaya ilk kez ayak basmış gibiydiler. Sıra kavgaları, tabak kapma telaşı, çatal-kaşık sesleri ve daha neler neler… Tüm bunlara rağmen Mehmet Usta, hemen arkamızda oturuyor ve 'Ya Sabır' ismi celilini iri taneli tespihi ile usul usul çekerek manevi desteğini biz yamaklarından esirgemiyordu.

Mehmet Usta'nın maddi ve manevi desteğini arkamda hissederek bir taraftan yemek dağıtıyor diğer taraftan ustamızın dağıtımla ilgili uyarılarını can kulağıyla dinliyordum. Ancak işim hiç de kolay değildi. 'Az koy, çok koy, suyundan koyma, yağından koy, yağını süzüp de koy!' diyenlerden tutun da 'Geçen yemeğimden kurt çıkmıştı, bir daha ne zaman çıkar?' gibi espri yollu takılanlara kadar her tip öğrenci ile muhatap oluyordum. Ancak büyük bir tevekkül ve sabırla tüm istekleri yerine getirmeye çalışıyor, espri ve alayları ise duymazlıktan geliyordum.

Artık her şey yolunda derken bir öğrencinin ısrarı, Nil gibi akıp giden yemek sırasını adeta kilitlemişti. Eline tabak değil de bir yarım ekmek alan bu öğrenci, ekmeğin arasına koyduğum bir kepçe yemeği yeterli görmüyor, bir parça daha ilave etmemi istiyordu. Aslında ısrar edenlere yarım kepçe daha veriyordum lâkin bu arkadaşın hem emir verir gibi konuşmaları hem de yaptığım işi küçümser tavırları yüzünden isteğini geri çevirmiştim ve kaç defa ısrar ederse etsin umursamamıştım. İş öyle bir noktaya gelmişti ki kendisini kepçe ile kovalamak zorunda kalmış ve sıra bekleyenlerin alkış tufanı arasında, yeniden dev kazanın başına dönmüştüm.

O gün mutfakta fazla kalmaktan olsa gerek hiç iştahım yoktu ve bu yüzden akşam yemeğini es geçmiştim. Mutfakta işleri bitirip -bulaşık yıkama faslını atlıyorum- yatakhaneme dönerken gece kurt gibi acıkacağımı elbette bilemezdim. Saat 23:00'ü gösterdiğinde, açlığım tavan yapmıştı artık. Resmi yollarla(!) mutfağa girmeye muvaffak olamayınca ha bire çeşmeden su içmiş ancak yine de açlığımı yatıştıramamıştım. Tek bir çarem kalmıştı; o da koğuşları dolaşmak. Yat zili çalmış olduğundan koğuşlar ölüm sessizliğine bürünmüştü ama yine de şansımı denemeliydim. Hızla tüm koğuşları dolaşmış ancak bir kırıntı olsun bulamamıştım.

Kapkaranlık koridorda terliklerimin çıkardığı ses, karnımın çalan ziline karışmış ve enteresan bir senfoni eşliğinde koğuşuma doğru voltamı almıştım. Sadece koridor değil ümidim de tükenmişti ki bir çift terlik sesi ile irkildim. Arkamdan hızla yaklaşan ve karanlıktan dolayı simasını tam olarak çıkaramadığım esrarengiz bir el, avucuma yarım ekmek bıraktıktan sonra aynı hızla çekip gitti.

Bir teşekkür bile edemeden koridorun soğuk fayanslarına çöküverdim. Bir dakika öncesine kadar kurt gibi aç olan ben, o dakikada açlığımı unutmuş, karışık duygulara yelken açmıştım. Bir elimdeki ekmeğe bir de her geçen saniye yankısı biraz daha azalan terliklerin sahibine baktım. Demek o öğrencinin dayak yeme pahasına mücadele verdiği şey, benim nasibimden başkası değilmiş…

Bakmadan Geçme