Bir serçeler kaldı gitmeyen
Güz mevsiminin habercisi yağmurlar dinince yeniden maviye boyandı gökyüzü.
Kaçıp gidecekmiş gibi kıyısına indim Akdeniz'in. Mahşeri kalabalıktan eser yoktu. İş güçten ya da bütçe hesaplarından dolayı sezon sonunu tercih eden iç turizmden birkaç konuk ve Antalya aşığı Ruslar vardı yalnızca. Ve bir de…
Denizin suyu demlenmişçesine ılık, dupduru dalgalar usul usul dövüyordu kıyıyı. İkiz esmer küçük oğullarını bağıra çağıra denize sokmaya çalışan adama, ellerini ince beline koyarak sitem eden karısı:
'Korkuttun oğullarımı! Vallahi bir daha deniz meniz istemezler!' Diye sesleniyordu.
'O kadar yoldan gelip, ayaklarını suya değdirmeden dönsünler mi?' Yanıtını veren adam kendisiyle birlikte oğullarını suya batırıp çıkarıyordu.
Uzakta Bey Dağlarının üzerindeki tek tük bulut sanki güneşten kaçarcasına kayıp gidiyordu çok uzaklara.
Kara tenli oğullarını denizden çıkaran adam, annelerinin açtığı havlulara sardırıp tek başına denize dalıyor, mavi suları doyasıya kulaçlıyordu.
Başının üzerindeki tablayı taşıyan simitçi delikanlıdan iki simit aldım. Birini yerken diğerinin minik parçalara bölüp havlumun üzerinde biriktirdim… Biraz sonra gelecek konuklarım olacaktı…
Sonra ikiz oğulların babası gibi dupduru, güneşin ışıklarında pırıldayan sulara bıraktım kendimi. Artık her günü tatil olan yorgun emekli bedenimi sardı sular.
Hemen kıyıya yakın noktada minik balıklar yüzüyordu sürüler halinde. Ayaklarınız suyun içinde kumla temas ettiğinde birden sarıyorlardı etrafınızı ve sadece mıncıklayan ısırıklar atıyorlardı nasırlaşmış tabanlarınıza ve parmak uçlarınıza. O ürperten dokunuşlar irkilmenizi sağlasa da hemen alışıyordunuz. Onların adı mırmır balıkları ya da minik kaya balıklarıydı. Ama ben onlara pedikür provası yapan yaramazlar diyordum, öylece hareketsiz durup saldırılarına karşılık vermiyordum.
Kıyıya baktım. Beklediğim konuklar gelmiş, simit parçalarına üşüşmüşlerdi. Onlar kıyıların hiç gitmeyen serçeleriydi.
Minik, grimsi, ağaç kabuğu rengindeki kanatlarını çırptıklarında inanılmaz bir hızla hareket ediyor, kumsaldaki kırıntıları gagalıyor, biraz büyükçe parçaları gagalarına alarak kordondaki palmiye ağaçları üzerindeki yuvalarına bırakıp yeniden dönüyorlardı.
Bütün bir yaz boyu onları gözlemlemiştim. Sahile gelenlerin geride bıraktıkları yiyecekleri sürüler halinde toplayarak yuvalarına taşıyorlardı. Hani yediklerini etrafa saçan bir toplum olduğumuz için onlar birer temizlik işçisi gibi görev yapıyorlardı. Susadıklarında ise duşların aktığı alanlarda incecik birikintilerde hızla kümeleşip sonra yeniden gökyüzüne kanat çırpıyorlardı.
Yazdan kalan son anların birer armağanı olan güz sıcaklığı da yavaştan yerini serin havalara bıraktığında; kıyılarda balıkçıların ve deniz âşıklarının dışında kimsecikler olmayacak…
Kumsalda serçeler, denizin içinde de mırmırlar, akıllı telefonların belleklerinde ise yaşanmışlıkların anı dediğimiz resimleri kalacak.