Bizim sinemalarımız
Sinema hayal dünyasıdır diyenlerin alnını karışlarım. Sinema aslında hayat dünyasıdır.
Bizim için öyledir. Öyle olduğu içindir ki kanatlarımız çıktığında kara tren yolculuklarıyla ta Van'lardan çıkıp ayak bastığımız İstanbul'da ilk soluk aldığımız yer İstiklal caddesinin, Galatasaray Lisesinden Taksim'e çıkış yönündeki caddeden sağ dördüncüsü olan Yeşilçam Sokağında soluğu almazdık.
Oraya gelmeden önce tekmili otuz üç kısım ve çoğunluğu sinemaskop anılarımdan söz etmek istiyorum.
Memleketimizde iki sinema vardı. Birisi Şehir Sineması diğeri Emek Sinemasıydı. Şehir sinemasının sahibi baba dostum Şefik Saydan amcaydı. Emek sineması ise Van'ın köklü ailelerinden Perihanoğulları'na aitti. Yazları bu iki sinemaya Yıldız Sineması da eklenir sayı üçe çıkardı. Yıldız sinemasının kapalı salonu olmadığı için yaz ayları gösterime girerdi.
Gündüzleri Çarşamba, Cumartesi, Pazar gösterimler vardı. Akşamları ise haftanın yedi günü.
Van Gölüne kartal bakışlı, Erek Dağına sırtını vermiş memleketimizin gülü Van'da iki şey önemsenirdi. Kitaplar ve sinema. Ancak sinema televizyonunun esemesinin okunmadığı o günlerde tek sevilendi.
Hastane Sokağındaydı evimiz. Ercişli Ali Efendi'nin kızı Nuran abla bizi her gördüğünde:
'Bakın bakalım bu hafta sinemalarda hangi filmler var. Yazın adlarını ve artistlerini bana getirin.' Derdi. Nuran ablamız tam bir sinema sevdalısıydı.
Mahallemizin ağır ablaları da sinemaya düşkündü. Çoğu dram filmlerini severdi:
'Şöyle acıklı bir film var mı? Gideğ da toğ bir ağlıyağ.' Diyenlerin sayısı çok fazlaydı.
Mahallemizin sinemasever amcalarının çoğu Ayhan Işık, Sadri Alışık bıyıkları bırakırdı. Babam da öyle… Onun sayesinde sinema tiryakisi olmuştuk. Sünnet olduğumuzun henüz ikinci günüydü Şehir Sinemasının yazlığında Karaoğlan Altaylardan Gelen Yiğit filmine götürdüğünde anacığım isyan etmiş:
'Çocuk yaralı üşütür müşütür nedisen herif?' Diye sitem etmişti. O da o otoriter haliyle:
'Denize gitmiş yarası kabuk bağlamıştır heç bir şey olmaz.' Yanıtını vermişti.
İlk renkli Türk filmi Zeki Müren'in ve Emel Sayın'ın filmleriyle izlemiştik. O sahnelerde özellikle hayal sahnelerine kurgulanmıştı.
Şehir Sineması sahibi rahmetli Şefik amca tüm filmleri Diyarbakır'daki bölge işletmesinden getirttirdi. Makinisti önceleri Ergün ağabeydi. Sonra kardeşi Remzi'yi yetiştirdi. Sinemanın giriş kapısının görevlisi Celal ağabeydi. Nam-ı Diğer Şılav Celo. Jilet Isko'nun küçüğüydü. Sonra akrabalarımız oldular.
Film gösterimleri sırasında bazen film kopardı. İşte o anlar seyirci:
'Remo! Remooo nedisen dalga mı geçisen.' Diye bağırırdı. Bazen küfürler de savrulunca Remzi üst balkondaki makinist dairesinden fırlayıp balkona yürür oradan:
'Vilen ben de sizin!' Diye küfürlere karşılık verirdi.
Remo'nun makinist olduğu o yıllarda sinema bir lira, Uludağ gazozu otuz beş kuruştu.
Sinemaya ilgi olağanüstü arttığında Emek sineması sahipleri lüks salonlarını açtılar.
Marlon Brando'nun başrol oynadığı otuz üç kısımlık (yaklaşık üç ya da üç buçuk saat) Kızılderililerin İsyanı filmi dünya ve ülkemiz sinemalarıyla birlikte aynı hafta Van'da Emek Sinemasında gösterime girdi.
Sinema sever Vanlı, yaz günleri Yıldız ve Şehir Sinemalarında gösterilen kovboy filmleri ile gladyatör filmlerinin ardından Yılmaz Güney'in avantür filmleriyle tanıştı. Yılmaz Güney çok sevildi. Sinema salonlarının sahipleri onun filmini getirmek için adeta yarıştı.
Ağa zulmü altındaki yoksul köylünün yanında yer alan ya da gariban vatandaşı kollayan tiplemeleriyle Yılmaz Güney perdede göründüğü an sanki salondaymış gibi alkışlandı:
'Helal Yılo! BRAVO Yılo!' Tezahüratları yapıldı.
Bizim kuşak vurdulu kırdılı filmleri sevdi önce. Gösterilen fragmanlardaki (parça ya da tanıtım) kavga sahneleri ilginin odak noktaları oldu.
Van sinema salonlarında Çarşamba ve Cumartesi günleri bayanlara daha çok hitap eden filmler gösterime sunuldu. Türkan ŞORAY, Filiz AKIN, Belgin DORUK, Selda Alkor gibi yıldızların filmleri en çok seyirci çeken filmler oldu. Ta ki seks filmleri ön plana çıkıncaya kadar bu devam etti. Ancak Emek Sineması Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak ya da Parçala Behçet filmlerini gösterime sokmamak için uzun bir süre direndi.
Filmler başlamadan bir saat önce sinemaların hoparlöründen yüksek seste şarkılar türküler yayınlandı.
Pahalı yapım filmler gösterilmeden bir gün önce faytonların ya da motorlu araçların taşıdığı film afişleri mahalle ve sokak aralarında gezdirilerek halka duyuruldu.
İşte tüm bu sosyal çabalar gün oldu benim gibi sinemaseverleri sanatçıları canlı görme hevesine itti.
Önce feribot ya da gemiyle Tatvan'a sonra da trenle İstanbul'a yolculuklar başladı. Amaç onları yaşadıkları kentte görmek olunca Yeşilçam Sokağı adeta suyolu oldu.
Rahmetli Şoratan Salih ağabey de bu duygularla gün geldi Yeşilçam yapımlarında küçük rollerin oyuncusu oldu. Türkücü Atakan Çelik ve Hüsamettin Subaşı'nın filmleri yapıldı.
Gel zaman git zaman içinde Yılmaz Güney'i sinemaya kazandıran Mehmet ARSLAN ile akraba olduk. Heybeliada Sanatoryumunda son günlerini yaşayan Mehmet ağabeyle söyleştiğimde sinemanın dün ve bugününü anlattı. Sanatçılar arasındaki anlaşılmaz çekişme ve kıskançlığın, sinema sanatından vole vuranların yatırımlarını sinemaya yapmamalarının handikabından söz etti. O'na çok sevdiğim Yılmaz Güney'i sordum. Kişilik olarak çok değerli olduğunu, paylaşımcı yanını, insanları ayrımsız yazma özelliğini anlattı. Sayısız filmlerin yönetmeni Mehmet Aslan bir de Cüneyt Arkın'ın özverili, dost yüreğinden söz açtı. Mehmet ağabey okuduğu öykülerimden Harran'da Üç Umut'u senaryolaştırmam için iki örnek senaryo taslağını armağan etti. Harran'da Üç Umut'un senaryoya dönüştürüp Fikret Hakan'a gönderdim. Ancak öykümün Züğürt Ağa ile olan benzerliğinden(!) olmalı ki Hakan'dan yanıt alamadım. Harran'da Üç Umut öyküm ilk adı Mezopotamya'nın Koynunda yayınlandığında İLK-SAN Öğretmenler arası anı yarışmasında ödül almıştı.
Dedim ya sinemayı hayal dünyası sananlar yanılır. SİNEMA HAYATTIR!