Cami ve cemaat
Fatih Perihan'dan Kıssadan Hisseler...
Secde edilen yer, namazgâh, cami yerine kullanılan namaz yeri. Aşırı saygı göstermek, alnını yere koymak, baş eğmek, eğilmek anlamlarına gelen "sücûd" masdarından yer ismi. Çoğulu "mesâcid" mescitlerin büyüğüne "cami" denir. Cami; toplayan toplayıcı demektir. Beş vakit namazda cuma ve bayram namazlarında mü'minleri bir araya topladığı için bu isim verilmiştir. İbadet edilen yer, tapınak anlamında "ma'bed" ve çoğulu "meâbid" de kullanılır. Türkler Anadoluda, ibadethanelerin büyük yapıda olanlarına "cami" küçüklerine ise "mescit" adını vermişlerdir.
Yeryüzünde kurulan ilk mescit Kâbe-i Muazzama'dır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev Mekke'de bulunan mübarek ve âlemler için bir hidayet kaynağı olan Kâbedir" (Âl-i İmran, 3/96).
Ebû Zerr (r.a)'den rivayete göre, şöyle demiştir: Resulullah (s.a.s)'a, yeryüzünde ilk defa hangi mescidin tesis edildiğini sordum. Cevap olarak; "mescid-i Haram" buyurdu. . Bundan sonra hangisi inşa olundu, dedim Mescid-i Aksâ" buyurdu.
Kâbe-i Muazzama'nın ilk olarak Hz. Âdem tarafından inşa edildiği, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) tarafından aynı temeller üzerine yeniden bina edildiği nakledilmiştir
İslâm'ın çıkışı sırasında Kâbe putlarla doldurulmuş bir halde, Kureyş müşriklerinin ziyaret yeri idi. Hz. Peygamber Mekke'de iken müslümanlar önceleri kendilerini gizlemişler, Erkam b. Ebî'l-Erkam'ın evinde toplantılarını gizlice sürdürmüşlerdi. Hz. Ömer'in İslâm'a girişi ile kendilerini açığa vurdular ve ilk olarak topluca Kâbe'ye kadar giderek burada müşriklere karşı bir gösteri yaptılar. Hz. Peygamber Mekke'de iken namazlarım Beytullah'ın yanıbaşında, Yemen köşesi ile Hacer-i Esved arasında kılmaktaydı. O, peygamberlikten önce de, Kâbe'ye saygı göstermekte, onu kutsal tanımakta, fırsat olunca ziyaret edip, Hacer-i Esved'i öpmekteydi.
Mekke'de ilk müslüman cemaatin, özel bir ibadet yeri yoktu. Hz. Peygamber (s.a.s), erkeklerden ilk müslüman olan Hz. Ali (r.a) ve diğer arkadaşları ile Mekke'nin dar sokaklarında, gizlice namaz kılmıştı. Hz. Peygamber genellikle namazlarını, Kâbe civarında veya kendi evinde tek başına kılardı. Bununla birlikte müslümanlar, cemaat halinde namaz kılabilmek için bir evde toplandıkları da olurdu. Bu ev, çoğu zaman ashabdan Erkam'ın evi idi. Hz. Ömer (r.a), islâmiyeti kabul ettikten sonra, müminlerin rahatsız edilmeden Kabe'nin yanında namaz kılmalarını temin etmişti.
Hz. Peygamber (s.a.s.), yeryüzünün bütün müslümanlar için bir mescit olduğunu ve Allah nazarında her yerin bir olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Salât/56). Ancak namazların mescitlerde kılınmasının daha güzel olacağını bildiren hadislerde mevcuttur (bk. Müslim, Mecâcid/1).
İslam'ın büyük müfessir, müverrih (tarihçi) ve muhaddisi olan İbn Kesir eserinde, İslam'da ilk mescidin Ammar b. Yasir tarafından yapıldığını söyler. Ammar b. Yasir, Mekke'li olmayıp, oraya yerleşen bir yabancı idi. Belazuri'nin "Ensab'ül-Eşraf" adlı eserinde, müşriklerin Ammar'a nasıl işkence ettikleri ve O'nu İslam'ı terke zorladıkları kayıtlıdır. Bu hususta söz konusu kitapta şunları okuyoruz: "Müşrikler, Ammar'a o derece işkence yapıp dövdüler ki, Ammar tahammül edemez oldu ve onlara istedikleri şekilde hareket edeceğini söyledi. Bunun üzerine müşrikler, her türlü kötü şeyi söylediler ve Ammar'a tekrar ettirdiler.
Yine bir gün müşrikler eziyet edip, Ammar kötü sözleri tekrarladıktan sonra ağlayarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gitti. Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na ne olduğunu sordu. O da olup biteni anlattı, işte tam o sırada
Kalbi iman üzere (sabit ve bununla) mutmain (ve müsterih) olduğu halde (cebr-ü) ikrahe uğratılanlar müstesna" (Nahl süresi, 106) ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu ayetle, zor karşısında kalan bir müslüman, kalbinde iman olduğu müddetçe, dine aykırı konuşmak zorunda bırakıldığında, konuşmasında bir beis olmadığı vurgulanıyordu. Aynı şekilde Ammar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: "Müşriklerin zoruyla sana küfrettim ve böylece Peygamberin aleyhinde konuştum" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na: "Zararı yok, ben sana müsaade ediyorum" dedi. Bu nedenle, dışa (müşriklere) görünüşü itibariyle Ammar b, Yasir, artık müslüman değildi. İşte bunun için, Kabe'nin önünde İslamî bir şekilde ibadet etmesi mümkün değildi. Aksi halde, Mekke'liler O'na, "yalan söylüyorsun" deyip dövebilirlerdi. Bunun için Ammar b. Yasir'in, İslamî bir şekilde ibadetini yapması gayesiyle evinde bir mescid bina etmesi ve Kabe'nin önünde ibadet yapmaması gayet tabii bir şeydi.
İkinci mescid de yine Hicret'ten evvel, Hz. Ebu Bekir'in kendi evinde inşa ettirdiği mesciddir.
Bi'setin beşinci senesinde bazı müslümanlar, müşriklerin işkencelerinden kurtulmak için Habeşistan'a hicret ettiklerinde, Hz. Ebu Bekir de bunların arasındaydı.
O dönemin Arabistanında herhangi bir şahıs, memleketini terk edince, bu O'nun milliyetini reddettiği anlamına da geliyordu. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir artık Mekke'li sayılmıyordu ve O, Mekke'ye şahıs olarak değil, ancak birisinin himayesiyle geri dönebilirdi. Kinane kabilesinden İbn Duğunna adındaki birisi Hz. Ebu Bekir'in başından geçenleri öğrenince üzülmüş ve Habeşistan yolundayken O'na: "Mekke'ye geri dön, ben seni himayeme alıyorum" deyip, Hz.Ebu Bekir'i Mekke'ye geri getirmişti. Mekke'de itibarı vardı; çünkü O, Mekke'lilerin askeri müttefiki idi. Bunun için İbn Duğunna, Hz. Ebu Bekir'le Mekke'ye dönünce, Mekke'lilere: "Ben bunu himayeme alıyorum, kimse O'na kötülük yapmasın" demiş ve Mekke'liler de bunu kabul etmişti. Yalnız Mekke'lilerin şöyle bir şartı vardı: Hz. Ebu Bekir müslümanlığını açıkça izhar etmeyecekti ve ibadetini gizli yapacaktı. Buhari'nin dediği gibi muhtemelen, Hz. Ebu Bekir'i evinin avlusunda bir mescit yapmaya sevk eden sebep buydu.
Netice olarak şunu demek istiyorum ki, başlangıçta davet için sadece Allah'ın evi Kabe vardı. Mekke'li müşrikler olsun, Müslümanlar olsun, ibadetlerini burada yapıyorlardı. Fakat daha sonra; içtimai işkenceler neticesinde, Müslümanlar başka çözümler aradılar ve namaz kılmak için evlerinde mescidiler inşa etmeye başladılar.
Şüphesiz, o zamanlar, yani Müslümanların Mekke'de azınlıkta oldukları, işkence gördükleri bir devirde cami, İslamî bir müessese olarak mühim bir rol oynayamazdı. Fakat Müslümanlar Mekke'yi terk edip, Medine'ye yerleştiklerinde, caminin önemi artacaktı. Muhakkak ki Caminin inşası, Ensarın hicretten evvel. Hac zamanında Mina'da Müslüman olmalarından sonradır.
Medine'ye hicret etmeden önce. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in emri ile orada Cuma namazı kılınmıştı. Cuma namazının kılındığı bu yer, İslâm tarihinin üçüncü mescitidir. Hz. Muhammed (s.a.s.), Medine'ye hicret ederken Kubada birkaç hafta geçirdi. Burada bir mescit inşasına başladı. Bu hususta şu ayet-i kerime nazil oldu:
"İlk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan mescitte bulunman daha uygundur" (et-Tevbe, 9/108). İşte bu mescit, İslâm âleminde dördüncü mescittir: Beşinci mescit ise, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Medine'ye vardıktan sonra yaptığı mescittir. Hz. Ebu Bekir (r.a) ile Medine'ye giren Resulullah (s.a.s.) devesini salıverir. Devesi, nerede durursa orada misafir olacağını belirtir. Deve, bugün Mescid-i Nebevî'nin olduğu yerde durur. Boş bir arazi olan bu yeri, Hz. Muhammed (s.a.s.), mescit ve kendi ev halkı için oturacak yer yaptırmak üzere satın alır. O zamandan beri bu mescit, Medine'nin belli başlı mescidi olarak zamanımıza kadar gelmiştir. Medine mescidinde, ashabını dinî ve dünyevî konularda aydınlatma amacıyla oturmaları Resulullah'ın âdetleri idi.
Bu ilk mescitlerden sonra, İslâm âleminde mescitler çığ gibi çoğaldı. Müslümanlar kurdukları bütün köy ve kasabalarda, fethettikleri her yerleşim merkezinde bir veya birden fazla mescit yapmayı prensip haline getirdi.
İslâm'da ferdî sorumluluk esas olmakla beraber, cemaat teşkil etmek de pek mühim bir vecibedir. Bundan ötürü cemaatin olgunlaşma yeri olan cami (mescid), birinci dereceden ehemmiyeti haizdir. Cemaat, İslâm şeairinden olması itibariyle, bazen şahsî farzlardan da önemli bir sıra işgal eder.
Tam sûre halinde indirilen ilk sûre olup her müminin günde en az yirmi defa okumakla mükellef tutulduğu Fatiha, Müslümanların cemaat teşkil etmelerinin lüzumuna işaret eder. Cenâb-ı Allah, müminlerden: "Ya Rabbî, yalnız Sana kulluk eder (na'büdü), yalnız Senden medet umarız" (Fatiha, 5) demelerini istemekle, cemaat halinde ibadet beklediğini belirtmiş olmaktadır. Cemaatle ibadet etmek için cemaatin teşekkül etmesi gerekir. Halbuki cemaat, kuru bir kalabalık demek olmayıp, aynı ruhla hareket edebilen muntazam bir birlik demektir.
Fert vicdanına ne vakit kardeşlik duygusu girer ve onu kibirden, darlıktan, bencillikten çıkararak genişletirse, o vicdan kazandığı genişlik nispetinde bir cemaate namzet olur. Bu saha, bir aileden tutunuz tâ cihangir bir devlete kadar gidebilir.
Bir vicdanda içtimaî bir ruhun teşekkül ettiğinin belirtisi, başkasını da kendisi kadar değerli kabul edip onun sevinciyle sevinç, üzüntüsüyle üzüntü duymasıdır.
Allah Tealâ, cemaat kuvvetini geliştirmek, yaşatmak ve devam ettirmek irade ediyor. İnsandan sadece ferdî vicdanıyla bir ahid istemeyip, içtimaî vicdandan mîsak istiyor. Ve her namazda bu vicdanı terbiye ve teyid ettiriyor, eğitip pekiştiriyor. Örnek İslam devletini kuranlar (radiyallahu anhüm), putları kıranlar, kisraların cihangir hâkimiyetlerini devirenler, kayserlere boyun eğdirenler bu cemaat ruhuna sahip olanlar olmuştur. Türkistan diyarına gidip Türkleri cezbeden, oradan çekip İstanbullara, Viyanalara kadar getiren de yine bu ruh olmuştur.
Bu cemaat ruhu mescidde oluşur; oradaki toplu ibadet, eğitim, öğretim ve irşad ile olgunlaşır.
Hz. Peygamber'in bir gün mescide girdiğinde cemaatin bir kısmını dua ve zikirle, diğer bir kısmını ilimle meşgul halde görüp. "Ben muallim olarak gönderildim" diyerek ilimle meşgul olanların yanına oturması Asr-ı saadette mescidin eğitim ve öğretim alanındaki fonksiyonunu göstermeye yeterlidir. Hatîb el-Bağdadî, ilim meclisinin zikir meclisine üstünlüğü hakkında bir konu açarak buna dair rivayetleri sıralar. Mescidin bu fonksiyonunun İslam'dan önceye giden bir geçmişi vardır. İmran'ın karısının, doğacak çocuğunu mescidde yetiştirilmek üzere adaması (Al-ı İmran 3 35-37) Mescid-i Aksa'nın buna uygun bir planı olduğunu gösterir.
İslam'da ilk eğitim ve öğretim faaliyetleri Mekke döneminde Darülerkam'da başlamış, Medine'de Mescid-i Nebevinin inşasından sonra buna hız verilmiştir. Mesciddeki öğretim faaliyetleri "meclis" kelimesiyle ifade edilir. Hz. Peygamberin Mescid-i Nebevideki derslerine "meclisü'l-ilm" denilmiştir
Mescidde eğitim ve öğretim sadece erkeklere münhasır değildi: kadınlar için de Mescid-i Nebevide bir gün tahsis edilmişti. Kadınların dinî konulardaki geniş kültürleri, kendilerine Hz. Ömer gibi sertliğiyle tanınan bir halifeye çekinmeden itiraz edebilme cesareti vermiştir. Nitekim Hz. Ömer, mehirlere sınırlama getiren kararından bir hanımın itirazı üzerine vazgeçmiştir.
Mezhep imamları camide yetişmişler ve buralarda ders okutmuşlardır. İmam Şafiî küçük yaşlarda mescitlerdeki ders halkalarına katılmış, daha sonra buralarda ders vermiştir. Ebü Hanîfe kendi mescidinde ders okutur, talebelerinin mescidde yüksek sesle müzakere yapmalarına müsaade ederdi. İmam Malik Mescid-i Nebevide, Hasan-ı Basri Basra Camii'nde öğretimle meşgul olmuşlardır. Tefsir, hadis, tarih, mantık, matematik. cebir, tıp alanlarında oldukça bilgi sahibi olan Taberî gününün bir kısmını eser yazmaya, bir kısmını mescidde ders vermeye ayırırdı.
Mescidler sadece dinî eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler değildi. Kur'an ve hadisi anlamadaki öneminden dolayı daha ilk asırlardan itibaren edebiyat, bilhassa eski Arap şiiri de bu derslerin konuları arasına girmiştir. Camilerde nazarî tıp dersleri dahi verilmiştir. Mesela V. (XI.) yüzyılda Hakim-Biemrillah devrinde İbnü'l-Heysem Ezher Camii'nde tıp dersleri veriyordu.
Camilerin eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılması geleneği Osmanlılarda da başlangıçtan beri benimsenen ve devam ettirilen bir uygulama olmuştur. Osmanlı medreselerinde mevcut odalarda (hücreler) öğrenci ikamet etmekte, medrese dershanesinde belirli dersleri görmekte, bunun dışında genel dersleri camilerde takip etmekteydi.
Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde sübyan mektebi olmayan yerlerde camilerin çocukların eğitimi için okul olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, özellikle 1950'lerden itibaren yaz aylarında ilkokul öğrencilerine camilerde Kur an öğretilmesi ve bazı sürelerin ezberletilmesi şeklinde devam etmektedir.
Camiler ve Din Görevlileri haftası tüm imamlara ve müezzinlere hayırlı olsun.