Dedem Ninem Geçmiş Dem...

Şahbettin Uluat yazdı...

Bin dokuz yüz yirmili yılların ortası.

Kafkasya'dan 1917'de yaşanan göçle, on dört yaşında iken Türkiye'ye gelmiş olan ninem, Van'da, aynı göçle gelmiş olan bir ailenin dul oğluyla, dedem Bedir'le evlenmiş.

Kendine göre küçük çapta ayaküstü ticaretle uğraşan dedem Bedir, zengin değilmiş ama o günün koşulları içinde kimseye muhtaç da değilmiş. Halk arasında sevilip sayılan, özüne, sözüne güvenilir, dindar bir insanmış.

Yaklaşık on iki yıllık evlilikleri süresince beş evlatları olmuş. Dedemin, ninemden önceki evliliğinden de bir kız evladı varmış ve genç yaşta evleninceye kadar onlarla birlikte yaşamış.

Günün birinde dedem zatürre olup yatağa düşmüş. Hastalığı ağırlaşınca da öleceğini hissetmiş. Hatta bunun da ötesine geçerek babaanneme, sonraki iki Cuma gününden birinde vefat edeceğini de söylemiş ve gerçekten de ikinci Cuma günü son nefesini vermiş.

Babamın anlattığına göre, dindar ve tarikat mensubu olan dedem ölümünden önceki gün annelerine ziyaretçilerin olabileceğini söyleyerek evin etrafını iyice temizletmiş. Sabah vakti, bir ara yataktan heyecanla doğrulup “hoş geldiniz, safalar getirdiniz” diyerek boş odaya konuşunca ninem şaşırmış. “Ne oldu efendi, rüya mı görüyorsun?” diye sormuş. Dedem hayretle “ olur mu hanım, görmüyor musun? Falanca şeyh, filanca zat, falanca kişi, filanca kişi ziyaretime gelmişler” demiş.

Vefat edeceği Cuma gününün sabahında da nineme bir rüyasını anlatmış. Rüyasında artık vadesinin dolduğunun kendisine bildirildiğini, onun da rüyasında bu bilgiyi verenlerden “çocuklarım küçük, onları büyütebilmem için bana biraz vakit verin” şeklinde talepte bulunduğunu; karşılığında da “sana bir keçi ömrü kadar zaman veriyoruz” yanıtını aldığını aktarmış.

Ninem merakla “peki herif, bir keçi ömrü ne kadar zamandır?”diye sorduğunda aldığı yanıt “hanım ne bileyim; üç yıl, beş yıl ya da sabah hayvanlar mezbahaya kesime götürülünceye kadar” olmuş.

Durumu biraz ağırlaşınca çocuklarını, “gidin, Osman Hoca'yı çağırın gelsin, üzerime okusun” diyerek göndermiş. Osman Hoca kur'an okurken de ruhunu teslim etmiş.

Hıdır Amcam bizim de bulunduğumuz bir sohbet esnasında babama “babamız vefat ettiğinde o kadar çok kalabalık nereden toplanmış da cenazeye gelmişti?” diye sormuştu. Onun ifadesiyle

O zamanlar Van çok kalabalık bir şehir değilmiş. Seferberlikten sonra katledilenlerden, ülkenin çeşitli yerlerine dağılanlardan geri dönen sınırlı sayıda insanın yaşadığı bir yermiş. Buna rağmen dedem Bedir sevilen, sayılan biri olduğu için cenazesi kalabalık bir cemaat tarafından kaldırılmış.

*

Dedemin vefatıyla babaannem Emine genç yaşta dul kalınca rahmetli ağabeyi Abdulbari genç kadın dul ve yalnız kalamaz fikriyle onu evlendirme derdine düşmüş.

O günlerde Iğdır'dan Van'a henüz gelmiş olan dayısının oğluyla evlenmesi için ninemi biraz zorlamış.

Dedemin vefatından sonra, Van'daki hali vakti yerinde ailelere tandır ekmeği yaparak, yöredeki tanımıyla kevennilik ederek çocuklarının geçimini sağlayan ninem başlangıçta o kişiyle evlilik fikrine karşı çıksa da, ağabeyinin ısrarları karşısında fazla dayanamamış ve dediği kişi ile evlenmiş.

Bu evlilik gerçekleştikten sonra,, vefat etmiş olan öz dedemin köyde yaşayan ve hali vakitleri iyi olmayan iki kardeşi şehire gelip hem yeğenleri olan çocukları hem de çocuklara kalmış olan mirası istemişler. İki kardeş, babamın iki amcası, çocuklar için aralarında kur'a çekmişler. Kardeşlerden biri olan Nadir, babam Ali ile kardeşi Hıdır'ı almış. Diğer kardeş Bala'ya da amcalarım Süleyman ve İlyas düşmüş. Ancak çocukların en büyüğü Süleyman öğrenci olduğu için; en küçükleri İlyas da çok küçük ve bakıma muhtaç olduğu için ninem onları vermemiş, kendi yanında tutmuş.

Daha önce kendisinden büyük biri ile evlilik yapmış, güçlü bir erkeğe dayanmış olan babaannem bu kez yaşça daha küçük, deneyimsiz ve yoksul olan üvey dedemle o yokluk günlerinde,(öz dedemin mirası ve kendi el emeği sayesinde nispeten çok sıkıntısız yaşamış olsa da) en azından başlangıçta çok mutlu olamamış.

Bir taraftan köye, amcalarına gönderdiği iki evladının özlemini çeken ve yeni evliliğinde beklediğini tam olarak bulamayan ninemin bilinen şair yanı sık sık yinelediği iki dizeyle, en doğal haliyle dudaklarından dökülür olmuş;

“Dağdan indim şol kere,

B.. yedim gittim ere...”

Annesinden işittiği o dizeler o ara zor köy yaşamına dayanamayıp sekiz ay sonra kardeşi Hıdır'ın elinden tutup köyden kaçıp gelmiş olan oğlunun, yani babamın kafasına kazınıp kalmış.

Bazen tek bir söz ciltler dolusu kitaptan daha çok şey anlatır derler ya, aslında tam da öyle olmuş. Ogün de, tıpkı bu gün gibi yaşamın güçlükleri ve uyumsuz evliliğin sıkıntıları sayısız kadını (ve bazen de bir kısım erkeği) köşeye sıkıştırdığında verilebilecek tepkilere örnek bir tepki ortaya çıkmış.

“Ere gitmek” bilindiği gibi, yöremizde “kocaya gitmek” anlamına gelir. “Şol kere” ifadesiyle ninem ne kastetmiş ya da gerçekten öyle dememiş de bu iki dizeyi aktaran babamın çocuk belleğinde mi değişmiş bilemiyorum.

Yine ninem, “dağdan indim” derken ninem bize hep anlattığı Kafkasya'daki üzerinde çadırlarda yaşadıkları yeşil yaylaları olan Ağmağan Dağları'nı mı kastediyordu, onu da bilmiyorum.

O günün koşullarında bir kızın, kadının, hele ki dul bir kadının ere gitmesinde son kararı veren genellikle erkekler olduğundan ninemin itirazları da diğer pek çok kadının itirazları gibi kabul görmemiş.

Ninem güçlü bir kişiliğe sahipmiş. Önce ağabeyi Abdulbari'ye evlenmeyeceğini, çocuklarını kendi başına kevennilikle geçindirebileceğini söylemiş ama işe yaramamış.

İkinci kez evlenmeden önce, çocukları almaya gelen eski kayınlarına “ben ortalık yerde kalmayayım, beni de köye götürün; bir dam odada oturur çocuklarıma bakarım” demişse de, onlardan da olumsuz yanıt almış. Yokluk yoksulluk günlerinde köy yerinde bu işin yürümeyeceğini düşünüyorlarmış.

Geriye kalan tek seçenek de “ere gitmek” olmuş.

Bu ikinci evliliği de kısa sürmüş. Köydeki bir sulama kavgasında ikinci eşini de kaybedince, ömrünün kalan kısmını son eşinden olan evladıyla, küçük amcamla birlikte, huzur içinde yaşamış.

Ben onun yaşlılık günlerine tanık oldum. Sevecen, güleryüzlü, şefkat dolu bir kadın olarak anımsıyorum. Allah ona da, bu metinde adı geçen, geçmeyen o tarz yaşamlar sürmüş diğer ölmüş kişilere de rahmet etsin.

Sonuçta ondan bize kalmış olan, ninemden babama, babamdan bize, bizden size aktarılan o iki dize tarih boyunca insanın kadın cinsine reva gördüğü yanlışların saf bir ifadesi olarak bugünlere ulaşmış. Çeşitli kültürlerde tarih boyunca ikinci sınıf insan olarak kabul edilen, görüşlerine, taleplerine değer verilmeyen kadınının sayısız ve çaresiz tepkilerinden biri olmuş.

Günümüzde hala dünyanın ve ülkemizin çeşitli yerlerinde,özellikle kırsal kesimde katı kurallar altında ezilen, büyüklerinin, babalarının ve ağabeylerinin istekleri doğrultusunda evlendirilen kadınlar, genç kızlar varken üzerime düşeni yapmayı, bu iki dizeyi sizlerle paylaşmayı uygun gördüm.

Unutmayalım ve bir kez daha düşünelim diye.

Yaşanmış olanları değiştiremeyiz, yaşanmakta olanlara belki yetişemeyiz ama yaşanacak olanlara karşı itiraz edebilir, sesimizi yükseltebiliriz.

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme