Gönülden Nağmeler
Yunus Türkoğlu yazdı...
Eski Büyük Cami'nin önündeyiz.
Doğu tarafında bulunan şadırvanlarda abdestlerimizi aldık. Cüzlerimiz ellerimizde, büyük tahta kapıdan camiye giriyoruz. Hocamız gelmeden önce biraz koşup oynama vaktidir. Her zaman olduğu gibi alt kat, üst kat, sütunlar arasında epeyce zıplayıp oynadıktan sonra nihayet hocamız geldi. Hepimiz büyük bir sessizlik ve hürmet içinde rahlelerimizi alıp mihrabın önünde oturan hocamızın önünde yarım ay şeklinde diz çöküp otururduk ve ders başladı…
'Bismillahirrahmanirrahim, elif, be, te ve tabi ki peltek se! Üstün, esre, ötre, tenvin; iki üstün, iki esre, iki ötre tabi ki cezim ile şedde'
'Fatiha, İhls, Kevser, Adiyat ve tabi ki Tehiyyat! Tecvid kuralları; harf-i med, ihva, izhar ve tabi ki kalkale!'
Eski Büyük Cami'nin içi arı vızıltısına benzer seslerle dolup taşardı…
Merhum Hüseyin hocamızın sesi çok güzeldi, o dönemi yaşayanlar hatırlayacaklardır. Bazen ders esnasında hocamızı çağırırlardı, gider sala okurdu. Hocamız salaya başlayınca bizler dersi bırakır onu dinlerdik. Hatta biz değil, bütün çarşı esnafı işi-gücü bırakır bu yanık sesi dinlerdi!
Teneffüs olunca, arada bir hocamız sokağa çıkmamıza izin verirdi. Caminin hemen altında Çarşı Karakolu'na doğru olan tarafta hep tatlı dil ve güler yüzleriyle hatırladığım İsmail ve Erkan kardeşlerin dükknına gider gazoz içer, gofret yerdik. Vakit olursa Foto Süphan'ın vitrinindeki siyah beyaz fotoğraflara bakardık. Biraz daha vakit olursa, gezinirdik. Gezerken dükknlar ve tarihi evleri inceleme fırsatım olurdu! Burada ilgimi çeken yapılardan biri Caminin yukarı tarafındaki Kebapçı Ali Çakmakcı'ların iki katlı, önünde asırlık akasya ağacı olan tarihi Van eviydi. Bu ev, mevki ve yapı olarak Van'ın en güzel evlerinden biriydi!
Dinlenme faslı bitince yeniden derse başlardık. Hocamız ödevlerimizi verir sonrasında cüzlerimizi alır evlerimize doğru yola koyulurduk…
Hocam, mekanın cennet-i firdevs olsun...
Tarihi Van evlerinin son demi ve sonbaharıydı artık!
Şoratanlar artık eskisi gibi akıtmıyor! Pencereler her taraftan soğuk havayı içeri üfürüyor, tahtaları eğildi, camların macunları döküldü. Çiçekli perdelerin eski neşesi yok. Nazlı esen akşam esintilerinde bile şen değiller. Pervazlara artık kuşlar konmaz oldu. Cumbaların camları renk verdi, eski parlaklığından eser yok! Saçağın altından duvara sızıp iz bırakan yağmur suyu sanki hüzünle akıttığın iki damla gözyaşı gibi duruyor!
Epeyce önce yapılan sıvalar patlayıp bloklar halinde düşerek yıllarca arkadaşlık ettikleri kerpiçlere istemeden de olsa veda ediyorlardı. Şipananın taşları yer yer eriyip sararıp solmuştur! Kapının tahtaları eskimiş, zırza koptu kopacak. Tokmağın çivilerinden biri kopmuş düşmüş ve yan duruyor. İçerdeki üst kata çıkan tahta merdivenler sallanıp duruyor. Artık, hatiller, mertekler, duvarlar, nişler, trabzanlar yorgun! Penceredeki begonyalar, yoldaki parke taşlar, kuzine sobalar, bahçedeki leylaklar ve divanın üstündeki etaminli gırlentler üzgün! Ve onlarda ömürlerinin son demlerini yaşadıklarını hüzünlü duruşlarıyla bize yansıtıyorlardı.
'Biz gidersek, sonra çok ararsınız ama nafile…'
Haklıydılar!
Bu evlerin benzerlerini yaptık/yapıyoruz fakat o ruhu içlerine koyamadık! Bu evlerdeki ruh, tabi ki içinde yaşayan o unutulmaz üstün şahsiyet sahibi büyüklerimizdi!..
İlkokul ikinci sınıfta iken ilk orucumu tutmuştum. İftara yakın Rahmetli babam eve gelince oruç olduğum haberini alınca Yusuf ağabeyimi çağırdı ve bu arada iftar saatine de çok az vakit kalmıştı. Bir miktar para verip, kardeşin ne istiyorsa beraberce köprübaşındaki manavdan iftarlık alın gelin diye bizi yolladı. Hava oldukça soğuktu, sıkıca giyindik. Bazen yürüyerek bazen buz tutmuş yolda kayarak ilerledik. Hava kararıyordu, sokak lambaları ve dükknların ışıkları yanmaya başlamıştı. İftara yetişmek isteyen insanların telaşla koşuşturmasını görüyorduk. Kışla Caddesi'ne çıktık, Ordu Evi'ne gelmeden sol tarafımızda kerpiç yapılı manava girdik.
Kapıdan girişte mis gibi meyve kokuları ruhumuzu yıkıyor. Duvarları kireçli, döşeme tavanlı, ortada yanan soba, uzun koridor şeklinde dükknın bir tarafında sıra sıra kasalara dizilen meyveler iştah kabartıyordu.
Yusuf ağabeyim;'Ne istiyorsan söyle?' dedi.
Köşede kasaların içinde duran ayva veya domatese benzettiğim meyveden istediğimi söyledim. Manav, bir kaç tane irilerinden kese kğıdına bırakıp tarttıktan sonra elime tutuşturdu. Ağabeyim ücretini ödedi çıktık.
Ezan okunurken evin kapısından içeri girdik. Sofraya oturduk, iftarı yaparken meyveyi de arada atıştırıyordum. Tadı çok güzel olan bu meyveyi ilk kez yiyordum. Ne olduğunu sorunca; evdekiler cennet elması veya diğer adıyla Trabzon hurması olduğunu söylediler. Bu tadına doyulmaz meyve ile yani cennet elmasıyla tanışmam böyle olmuş ve unutulmaz bir ramazan akşamı yaşamıştım.. Şimdi bu meyveyi tüketmenin tam vaktindeyiz…
Allah'a emanet olunuz.