Kar yanığı yüzlü çocuklardık

Kış dedi mi odunluk, kömürlüklerin tavanına astığımız ya da zula bir yere koyduğumuz kızaklarımızı çıkarırdık.

Kış dedi mi odunluk, kömürlüklerin tavanına astığımız ya da zula bir yere koyduğumuz kızaklarımızı çıkarırdık.

Kızaklarımızın kiminin altı balıksırtı dedikleri pencere çelik telli ya da şişli, kimi zemberek takılı. Bir güzel zımparalardık paslarını, zımpara yetmezse çamura sürerek parlatırdık ta ki ustura şavkına dönüşünceye kadar.

Bizim Acem mahallesinin en iyi kızağını Deli Neco yapardı. Deli Neco dediğim bir yiğit komşumuz Pehlivan Enver'in oğlu Necati Yılmaz. Onun yaptığı kızaklar ölüm tepesi diye adlandırdığımız Keklik Tepesinden yuvarlansa da, bir yamaca çarpıp takla atsa da zerre kadar etkilenmezdi. Ne şanslı kardeşiydi Heno dediğimiz yoldaşımız Turgut Yılmaz. O'na binmek kalırdı karlı tepelerden bir güvercin gibi inen kızaklara.

Bizse basit tahtalardan yapardık kızaklarımızı, altlıklarına kemer koymayı beceremediğimiz için bir iki bindiğimizde yana yatardı dingili kırılmış arabalar gibi.

Bende ağabeydim dört erkek kardeşin, hayıflanırdım Neco gibi kızak yapamadığıma. Yaptıklarım birkaç kayımda dökülür kalırdı karın buzun içine. Ama ahtım vardı bir marangoza yaptıracak, altına ustura şavklı balıksırtı taktıracaktım.

Kürt gelinlerimizden birinin kardeşi marangozdu. Okul dönüşü uğrayıp boynumu bükerek uzattım avuç içindeki sarı yirmi beş kuruşları, gümüş alaşımlı bir liralıkları.

-Kardeşlerime öyle bir kızak yap ki mahalledeki tüm belangazların dudağı uçuklasın. Dedim.

Ne güzel insandı. Avucumu bozuk paraların üzerine yumdurarak:

"Koy paralarını cebine yarın gel al kızağını." Dedi üstüne üstlük dört şiş kebap ısmarlayıp öğle yemeği ikram ederek.

O günün akşamı geçmedi. Bütün bir gece ahtım olan kızağın hayaliyle uyumadan önce:

-Kızağı görmeden kardeşlerime söylememeliyim. Olur ya bir engel çıkar sevinçleri boşa gider. Diye konuştum içimden.

Sabah olduğunda okula koştum. Okul paydosuna kadar derslerde neler oldu, öğretmen neler anlattı hatırlamıyorum. Son zil çalınca koştum Kürt yengemizin kardeşinin atölyesine. Selam verdim, selam aldı orta yerdeki sobanın yanına bir iskemle çekerek oturttu, sobanın üzerinde inleyerek kaynayan çaydanlıktan çay demleyip:

"Siparişin tamam. Sadece bir çay içimliği zamanda altına balıksırtını takacağım alır götürüsün."Dedi.

İçim içime sığmıyordu. Sadece gülümsedim:

-Hani nerede? Diye sordum.

Kalktı, arka tarafta küçük yazıhanenin köşesine gizlediği gıcır gıcır kızağı alıp getirdi:

"Hacıdan habersiz yaptım. Bunca işin arasında bu ne diye azarlamasın diye gizli yaptım." Dedi.

Tam da hayal ettiğim güzellikteydi kızak. Yine bir kenara kesip koyduğu pencere teli görevi yapan balıksırtını getirip özenle kızağın altına taktı, bağlantılarını sağlamladı. Son iş olarak da tam elle tutulan önlüğüne ince uçlu matkapla delik açtı:

"Buradan da fırfıra ipi geçirirsin, çekersin ardından gelir." Dedi.

Kızağımız hazırdı. Demlenen çayı bile içmeden Kürt yengemin kardeşine teşekkür ettim.

"Dersleri boş vermek yok ha." Dedi sevincime gülümseyerek.

Henüz güneş batmadan mahalledeydim. İlk müjdeyi kardeşim Sedat'a verdim:

"Vile abi nereden aldın bu kızağı?" Diye üzerine binip sevinçle bir güzel kaydı.

Yeni kızağımız mahallemizin kar yanığı yüzlü çocukların pek bir ilgisini çekti:

"Yetim nereden buldun?" Diye sorsalar da; kaynağını sır gibi sakladım, akrabamızın dükkânına gidip onu zor durumda bırakmalarından korktum.

Biz büyüyüp kızaklarımız küçüldüğünde kış oyunlarına olan ilgimiz kaybolmadı.

Turgut Ayçiçek dayım askerliğini yedek subay yapmıştı. Sporun her türlüsünü yapardı. Bir ziyaretimiz sırasında odunluklarında duran bir çift kayak dikkatimi çekmişti. Dayıkızlarıma sorunca kayakları:

"Al kayabilirsen, bir yerlerini kırmazsan götür."Dediler.

Ne demek. Bir çift kayak… İçim içime sığmıyor. Sopalarıyla birlikte alıp yola koyuldum. Ne var ki üstüne oturup kaydığımız kızakta usta bizler, kayak tekniğinden anlamıyoruz.

Doğru Toprak kale Dağının eteklerinde simsiyah bir tepe gibi yayılan Karadağ'ın eteklerine yollandım. Taktım kayışlarını ayakkabılarıma, tutundum sopalarına doğru aşağıya. Bir iki düşüp yuvarlandıktan sonra:

-Eh kayakla da kayabilirim. Dedim.

Ne var ki kayak farklıydı. Teknik gerekiyordu. Dönüşlerde bir ayağı kısaltmak gerekirken kasılıp yuvarlanıyordum karlar üzerine. Odunlukta uzun süre kalıp eskiyen kayak düşüp kalkmalara dayanamadı. Ayağım kırılmadan kayak kırıldı. O sıralar Hacıbekir Kışlasının yamaçlarında kayan kayakçılara da böylece katılmak düşüncemden vazgeçtim.

Ne güzel günlerdi onlar… Kar ve buz, nefeslerimizi donduran soğuk çocukça sevinçlerimize vız gelen günlerdi.

Bizler kar yanığı yüzlü çocuklardık.

Bakmadan Geçme