Karaağaçların serinliğinde
Bu kez anlatacaklarım yeşil söğütlü dere ve ortasında kaynayıp duran bulak ile Toprak kalenin kekik yüklü yamaçları olmayacak
Bu kez anlatacaklarım yeşil söğütlü dere ve ortasında kaynayıp duran bulak ile Toprak kalenin kekik yüklü yamaçları olmayacak…
O kışları kayıp durduğumuz Keklik Tepesinden de söz etmeyeceğim. Çorvanıs Köyünün tepelerinde ulu çınarlar misali boy vermiş ve sanki çelikten dallarıyla bir elin parmakları gibi gökyüzüne açılmış yumuşan ağaçlarından de dem vurmayacağım. Ya da Zehra nenemin derin kaplara besmele ile döküp üzerine, pul biberle kavrulmuş tereyağının o hoş kokusunun içine sindiği şovradan… Ve toprak damlı evinin köhne duvarlarla çevrili küçük bahçesinde anam gibi, yetim bir kız gibi duran leylak ağacından…
Yeşil söğütlü, uzayıp giden kavak ağaçlarla çevrili ve uzanıp bulanmasın diye dudaklarımızı dayayıp içtiğimiz serin sulu bulaklı dere; İran-Irak Savaşından göç edenlerin gecekondularına kurban verildi. O dere ki kimi zaman Van Gölünden kanatlanıp ta içlere kadar uçup gelen martıların bile oynaştığı dereydi. Bir üstünde akıp giden, üzeri güneşin yansımasıyla aynaya dönüşen kerhizin suyu da artık yok. Kerhizin suyu olmayınca yarpuzlar ve su tereleri de yok olup gitti.
Geçip giden bu yaz anladım ki dönüp dönüp geldiğim o güzellikler yok! Sadece avunduran anıları var işte o kadar.
Hani dedim, ya o çocukluk günlerimizin bahçesi? Hani içinde vişne, kiraz, alo (mürdüm) eriği ve bir iki kayısı ağacının olduğu, her daim babamla, amcamın içinde gezinip kaçı kurudu, kaçı henüz yeşile duracak diye saydıkları kavak ağaçları? Ve su arkının yanı başında bir duvar gibi yükselen karaağaçlar. Karaağaçlar ki sanki komşularımızla aramızda görünmez möhre duvarı gibi duran… Bir kaçta kuş iğdesi, dikenli ve yaprakları zeytin ağaçlarını hatırlatan…
O karaağaçlar sadece sınırı değildi getto tipi evlerimizin, avlularımızın… Bizi hiç terk etmeyen kargaların gökdelenleriydi sanki göğe merdiven olan.
Aç olduklarında nasıl gürültü yaparlardı nasıl… Ya da yuvadan düşen bir yavrunun ardından çığlık çığlığa ortalığı velveleye verirlerdi. Yer sofralarının artık yiyecekleri, kırıntıları en son umutları olurdu. Gürültülerinden bunalan kadınlar ellerine ne geçirirlerse sağa sola kümeleşmiş siyah kanatlılara:
“Kişşe kişşe! Miratlar! Kıran gire içize!” Diye fırlatırlardı.
Öfkesini hep kında tutan Kore Gazisi Dursun İrdal bazen çiftesini ağaçların olduğu yere doğrultup, basardı tetiğe. Anlardık ki kargalar iyice azıtmış. Kanat çırpıp uzaklaşırlardı bir süre… Sonra rızk için gurbete gidip sılalarına dönen gurbetçiler gibi dönerlerdi gökdelenlerine. Ta ki yeni bir gürültü yaratana kadar öylesine kümleşip kalırlardı.
Ya serçeler?
Yokluk zamanında cansız bedenleri protein olarak yetişirdi yoksul evlere. Kar ve tipide aç kalan serçelere tuzaklar kurardı analarımız. Ekmek kırıntılarının izini takip edip, kiler kapısına kadar tin tinleyerek ulaştıklarında, kapının rızasına takılan ipler çekilir, serçeler içeride kalıp hapsolunca tek tek tutularak kafaları kopartılıp, karınları yarılıp temizlendikten sonra kızgın yağa atılıp, kızartılırdı. Et giremeyen evlerde işte o zaman pilav üstü yemek şöleni yaşanırdı.
Bizim ellerde şimdi yeşili gibi, fırtına kanatlıları da azaldı…
Ne rengârenk tüyleri güneşte kamaşan cennet kuşları kaldı, ne de öyle ökseye gelecek kadar serçe sürüleri.
Geçen bu yaz o bahçe de kalmamıştı… Çoluk çocuğunun apartman evler rüyasının hatırına arsalar ve köhne evleri yüklenicilerin eline geçmiş, iş makinelerinin dehşetengiz çalışmaları sonunda betondan dağlar bitmişti üzerlerinde.
Geçen bu yaz öğretmenliğimin ilk yıllarında bağı, bahçesi olan dostlardan armağan olan kızıl güllerin izini aradım viran olmuş eski evimizin küçük bahçesinde. O kızıl güller ki, Ahmet Sürmeli ağabeyimizin ellerinde hayat bulmuş, avlumuzun köşe başlarının cenneti olmuştu. Ama gördüm ki onlar da yok…
İnsanın hayatından bir parça olanların gün gelince eksilmesi ve sadece anılarının içinde alevi titrek birer mum ışığına dönüşmesi ne zordur…
Tam bir yıkılmışlığı yaşarken, Nihat'ın kanatlarında uçup gittik Van Gölü kıyılarına… Molla Kasım Köyüne ve Peri annenin cenneti Amik Köyüne… Birden parladı içimde feri sönen umudum… Nihat durmadı… Bu kez kanatlarında Şamran kanalı boylarına taşıdı yüreğimi.
Dedi ki:
“Abem buralara henüz el değmemiş.”
Şahadet parmağımı dudağıma götürdüm:
— Sus! Sus! Kimseler bilmesin. Dedim.
O tozlu yoldan, eski şarap evinin yanı başından Edremit'e doğru Kız Kalesinden geçip giderken; içimden, sıdkı gönülden:
—Buraları korumalı… Gözbebeği niyetine buraları korumalı. Diye dua ettim.