MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Şairler yazarlar Vansesi'nin Mavi Şehrin Kalemleri sayfasında buluşuyor.

Gitmeyin Be Vanlılar!

Ümit KAYAÇELEBİ

Bugünlerde Van'da bazı olumsuzluklardan etkilenerek hayatından memnun olmadığını bahane ederek pılı pırtıyı toplayıp gitmek isteyenler var. Mutlu olan, huzurlu olan kimse yok, nereye gitsem kimle konuşsam hep aynı şey. Herkes her şeyi bırakıp başını alıp gitmek istiyor, sadece gitmek…. Adını sadece -gitmek koydukları şeyin bir anlamı da yok aslında, sadece uzaklaşmak tüm dertlerden, tasalardan ve sorunlardan, çare mi yok, aslında bunlar var olduğumuz sürece hep yaşayacağımız hayat kavgaları olacak.

Keşke kendini bırakıp gidebilse insan, ama olmuyor işte her şeyi yüz üstü bırakıp gitmek. Geri dönüşler hep aynı olacak hatta kat be kat artmış olacak, bir yanımız kalk gidelim dese de öbür yanımız hep otur diyecek hangisi ağır basarsa o kazanıyor işte. Şimdiye kadar bu şehir çok göç verdi batıya. Herkes buraya gelmeye can atarken bizim bu şehrin çocukları diplomalarını aldıklarında istikamet batı deyip gittiler. Gittiler oraları şenlendirdiler. Buraları mamur edeceklerine tam tersini yaptılar. Yıllar evvel burada esnaflıkla, tüccarlıkla iştigal edenler de yüklerini tuttuklarında onlarda çok okumuşlar gibi rotayı başka memleketlere çevirdiler.

Geçmiş yıllarda Van denizi kıyılarında mesireye gidenler ‘Dünyada Van ahrette iman' sözünü dilden düşürmezken kış gelip bastırdığında ise plağın öbür tarafını çevirdiler ve bu kez de 'Van düş içine yan' demeye başladılar. Ve bunu yani karı kışı soğuğu bahane edip gittiler. Yıllardır bu şehirdeyiz ve hangi mezarlığa gitseniz hiç kimsenin mezarında soğuktan dondu da öldü diye yazmıyor! 50-60-70'li yıllarda Van asude bir huzur şehriydi ancak buna rağmen insanlar çeşitli bahanelerle bu şehri bırakıp gittiler. Ondan sonrada başka şehirlerde Van sevdalısı, Van müptelası, Van aşığı olduklarını söylemeye başladılar! Hatta Antalya'da ikamet eden bir ağabeyimiz ‘Nerede bu Vanlılar' diye şiir yazarken kendisiyle çeliştiğinin farkında bile değildi. Oysa kendi de giden Vanlılardan birisiydi.

Başka şehirlere gidip oralara hayat verirken Van'ın hayatına son verdiler. Ben meşru mazereti dolayısıyla başka yerlere gidenlere bir şey demiyorum ve onların bu kararlarına da saygı duyuyorum. Sözüm bahanelerle bu şehri terk edip gidenleredir. Bu şehirden çekip gidenler gün geldi karşımıza; - ben falan partiden belediye başkan adayı olmak istiyorum.. -ben falan partiden milletvekili adayı olmak istiyorum, diyerek gelip aday oldular! Bunlar da yetmezmiş gibi orada yaşadılar, orada kazandılar, orayı ihya ettiler, ama öldüklerinde de vasiyetimdir beni Van'a gömün! Beni ya garipler veya Akköprü mezarlığına defnedin diye vasiyet ettiler. Hatta ağaç gölgesi olursa ruhum şad olur diye vasiyet kılanlarda oldu. Sen orada yaşa ama öldüğünde Vana gömül!

Bu şehirde doğduk, büyüdük, bu şehir bize çok şey verdi. Ama etrafımızdaki güzellikleri göremedik, hep cebimize girene baktık! Bu günde kör olan gözlerimizle bu güzellikleri maalesef göremiyoruz. Deprem dolayısıyla Antalya ya gitmek bir moda oldu ve orada yeni bir Van inşa ettik ve hala da bu gidişler devam ediyor. Gidenler de mevsim gelir;

-Uşkun zamanı Uşkun gönderin, balık zamanı tuzlu balık gönderin, peynir zamanı Otlu Peynir gönderin, Gurut gönderin, Cacık gönderin, Yumuşan gönderin, Şamama gönderin deyip dururlar….Van'ı çok seviyordun, Van'ın yiyeceklerine bu kadar meftunsun da ne diye gittin? Şimdi zıkkım yiyin diyeceğim ama gönlüm varmıyor.

Sevgili dostlar! Buraya gelen yabancı insanlar buradan gitmek istemiyorlar. Van gerçekten tabiatıyla, coğrafyasıyla, tarihi eserleriyle, mesire yerleriyle, deniziyle, balığı ile uşkunu ile otlu peyniriyle, sevimli Van pişiğiyle dünyanın alakasını çekerken biz bunları bırakıp nasıl gitmekten bahsederiz? Hem gittiğiniz yerlerde sizi davul zurna, kılıç kalkan ekibi, seğmenlerle, efelerle mi karşılayacaklar? Oturun oturduğunuz yerde. Hem unutmayın taş düştüğü yerde ağırdır.

23 Ekim 2011 depreminde bile bir saat bu şehirden çıkmadım. Bir ay ortalıkta, 86 gün çadırda ve 14 ay konteynırda yaşadığım halde yine de o sıkıntılar içerisinde gitmeyi düşünmedim ve gitmedim. Gitmeyi değil bu ilerleyen yaşıma rağmen bu olgunluk döneminde bu şehre neler vereceğim diye uğraşıyorum. Bu şehirde atalarımız var, ecdadımız var, geçmişimiz var. Biz bunları nasıl bırakıp da gidebiliriz?

Bu şehir bizim dedemiz, nenemiz, babamız, annemiz gibi bize yıllardır kucak açtı bağrına bastı. Şimdi sudan bahanelerle neden gitmeyi düşünüyoruz da kalmayı buraya hayat vermeyi düşünmüyoruz. Burası da ecdat toprağı türkülerde denildiği gibi ‘Koçyiğitler' diyarıdır. Üzerine türküler yazılmış halk oyunları derlenmiş, efsaneler diyarıdır. Bu topraklardan kimler geldi kimler geçti bilir misiniz? Bu topraklar;

Yaşar Kemallerin, Ruhi Suların, Atakan Çeliklerin, Abdullah Yücelerin, Ferit Melenlerin, Kınyas Kartalların Vanî Mehmet Efendilerin, Vankulu Mehmet Efendilerin,

Seyyid Abdulhakim Arvasilerin, Seyit Fehim Arvasilerin, Abdarrahman Gazilerin.

Sofu Babaların, Emrah ile Selvilerin… daha nice nice büyük insanların geçtiği topraklardır.

Sevgili dostlar! Gerek sorumluluklar, aile, iş, güç vs… hayatımıza dair ne varsa. Birde bakıyorsun ki ömür geçmiş, bitmiş, tükenmiş ve sen hala gitmek istiyorsun, ama gidemiyorsun. Hayatının sana getirdiklerine mi sevineceksin götürdüklerine mi üzüleceksin. Hayat işte bir şekilde yaşamak zorundasın. Ama ne olursa olsun dik durmak gerekiyor gitmek çare değil aslında. Kolay mıdır ki her şeyden başını alıp gitmek, bir otobüs garında elinde bavulunla. Gideceğiniz şehirde de acılarınızla, düşlerinizle yüzleşeceksiniz. Binip gideceğiniz otobüs mü silip alacak yaşanan her şeyi, yollar uzadıkça hüzünler uzak tamı kalacak. İzlerken ayrıldığınız şehrin yollarını, gözlerin arkada kalışının hesabını kim verecek peki? Başımı alıp gideyim der hep insan, çok basittir aslında dilde söylemesi! Peki, yüreğine nasıl söz geçireceksin. Nakış nakış işlenen o hüznü sökebilecek misin? Git gidebildiğin kadar diyoruz hep kendimize ama nereye kadar. Yollar bize ismini söylerken, hüzün siyahına boyanır yine her şehir.

Gidişler çare değildir içindekileri yüreğindekileri bitirmedikçe… Evet öyle… Sana terk-i diyar ettiren gönüldeki her neyse onlar bitmediği sürece hayatın her karesinde karşına çıkar. Bir lanet gibi bırakmaz yakanı, zindan eder sana hayatı. İşte bu yüzden gidişler çare değildir hiçbir zaman. Türkiye Cumhuriyetinin bayrağı altında bu serhat şehrinde Edremit gibi türkülere konu olmuş güzel bir yerde yaşamanın mutluluğu tarif edilemez. Bu güzel hava bu güzel su bu güzel deniz, bu güzel otlu peynir, bu tandır balığı varken yanında ayran aşını kaşıklamak varken, otlu peynirle düremeç yapmak varken ben ne diye gideyim!

Size beni dinlerseniz Van'ın soğuğunu ve başka şeyleri bahane ederek gitmeyi değil, toprağınıza hayat vermeyi düşünün… 2002 yılında yazdığım bir şiiri de aşağıda arz ediyorum:

Gitmeyin Vanlılar

Yükünüzü tutup bir zaman sonra

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar

Burayı bırakıp da başka diyarlara

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Ekmeğini yiyip, suyunu için

Hizmet etmek için bir saha seçin

İşyerleri kurup, fabrikalar açın,

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Her bir yana pasaj, iş hanı kurun

Hep tüketen değil üreten olun

Bu toprakta kalsın parayla pulun

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Karnı aç olana, ekmek, aş verin

Kem söz sahibinin duyun boş verin

Bomboş gezenleri bulup iş verin

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Burada kazandınız ve burada yiyin

Nankörlük edip olmayın hain

Kambağ olsun değil şen olsun deyin

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Nice zenginlere siz olun rakip

Elli yılda geçse sürsün bu takip

Siz pireye kızıp da yorganlar yakıp

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Giden gitmiş, bari sizler gitmeyin

Âlemin şehrini siz şen etmeyin

Ecdadın ruhunu hiç incitmeyin

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Ne olur altı ay yağıyorsa kar

Betonarme evlere verir mi zarar

Bu memleketin size ihtiyacı var

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

**

Zenginseniz fukarayı giydirin

Kendinize helal olsun dedirtin

Fabrikalar kurup ve bir iş verin

Bu şehirden gitmeyin be Vanlılar.

En Büyük Cevherimiz

Necla ARPA GÜLAÇAR

Hayattaki tek sermayemiz para veya mal değildir. Para ve mal diğer tüm sermayelerin hizmetkârıdır.Ana sermayemiz çocuklarımızdır. Başlıca sermayelerimiz din,sağlık, çocuklar, aile, vatan ve mesleğimizdir. Dinsiz bir hayat düşünebilir mi? Zira dinsizliğinde bir din olduğu kanıtlanmıştır. İnsan tabiatı, yaratılışı gereği inanmaya, sığınmaya ihtiyaç duyan bir varlıktır.

Sahip olduğumuz en büyük servet ise sağlığımızdır. Sağlığımızı yitirdiğimiz zaman tüm hayat düzenimiz alt üst olur. Ne kendimize ne de başkalarına fayda sağlayamaz oluruz.

Aile: En kötü aile bile ailenin yokluğundan, kimsesizlikten, yalnızlıktan evladır.

Vatan: Vatansızlığın ne demek olduğunu en iyi mültecilerden öğreniyoruz. Vatan annedir, ailedir. Vatanın ne demek olduğunu toprağı gasp edilen bir âlimin sözünden anlıyoruz:" Beni gasp edilmeyen topraklara gömün."

Meslek: Sahip olduğumuz meslek ne olursa olsun geçim kaynağımızı sağlayan,hayatımızı idame etmek için ihtiyaç duyduğumuz yegânemiz ve vazgeçilmezimizdir.

Asıl sermaye ise çocuklarımızdır, en büyük cevherimizdir. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem:"İnsan öldüğünde amel defteri kapanır yalnız şu üçünün sevabı devam eder: sadakay-ı cariye, yararlanılan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlat."İyi ahlaklı bir çocuk nasıl yetiştirilir? Evvela kendimizi yetiştirmekle başlar. Dünya ve ahirette bize yardımcı olacak ahlaklı bir eş seçerek kurmuş olacağımız yuvanın temeli oluşur. Ardından yaşama uygun bir ev.

Çocuklarımız bizim için en büyük yatırımdır. Para ve mal gereksiz midir? Hayır, asla para ve mal iyi kullanıldığı takdirde en iyi hizmetçimizdir. Ailemizin; sağlığı, eğitimi için bu iki unsura ihtiyaç hissederiz. Ailesine, çevresine, vatanına, Rabbine faydalı bir çocuk nasıl yetiştirilir? Tek bir makale ile bunu anlatmanın mümkün olmadığının farkındayım. Ancak ana başlıklar halinde en iyi eğitim kurumunun aile olduğunu ve ebeveynlere önemli sorumluluklar düştüğünün altını çizebilirim:

İletişim: İnsanlar arasındaki en büyük sorunun iletişimsizlik olduğu kanıtlanmıştır.Çocuklarımızla ne kadar ve nasıl iletişim kuruyoruz? Onun hedeflerini, hayallerini ne denli biliyoruz? Arkadaşlarını tanıyor muyuz veya arkadaşlarını seçmesinde yardımcı olabiliyor muyuz? Çocuklarımızla konuşurken hangi üslupla konuşuyoruz; sakin sevecen ve sabırlı mıyız? Birbirimize karşı -anne ve baba olarak- saygılı mıyız? Güler yüzlü ve merhametli miyiz? Çocuklarımıza karşı dürüst müyüz? Yalan söylemelerini istemiyorsak ebeveyn olarak bizim de yalan söylemememiz gerekir değil mi? Tembellik etmelerine izin vermemeliyiz. Çocuklarımızı TV'lere, akılsız telefonlara, bilgisayara teslim etmemeliyiz! Güçlerinin yettiği sorumluluklar yüklerseniz, onların ileride büyük insanlar olduğunda, alacakları sorumlulukların altında ezilmemelerini sağlarsınız.

Vakitlerini değerli ve iyi geçirmelerini sağlayın; kitap, müzik, resim, oyun gibi alternatifler sunun. Merhametli, fedakâr, vefalı bir çocuk istiyorsanız onun yanında iyilik yapın, fedakâr olun, vefalı davranın. Teşekkür etmesini, dua etmesini sağlayın. Buna en iyi örnek sizsiniz. Onlardan küçük şeyler isteyin, yaptıkları takdirde teşekkür edin. Beraberce yüce Allah'a dua edin. Her şeyini Allah'tan isteyebileceğini onlara öğretin ve asla bir hata yaptığında ceza vermede ölçüyü kaçırmayın!Ceza vermede ölçüyü kaçıran bir babanın gerçek hikâyesini sizlerle paylaşayım: Hikaye çok üzücü, ders vericidir:

Hüsam....

Küçük yavru Hüsam'ın hikâyesini birçok kişi gibi gazete ve dergilerden öğrendim. Bu hikaye okuyanların duygularını sarsan ve ebeveynleri çocuklara yönelik daha merhametli ve ilgili davranmaya sürükleyen bir hikayedir.

Küçük Hüsam, yaşıtları gibi ev içinde oynuyordu. Babasının, sene sonu sınavlarında gösterdiği başarıya ödül olarak aldığı topa sertçe vururken istemeden pencerenin camını kırdı. Pencere camının kırılması sesini duyan babası Hüsam'ın odasına öfkeli bir şekilde daldı, cam kırıkları arasında topuna mahcup bir edayla sarılmış Hüsam'ı görünce, öfkesine hâkim olamayıp bir yandan bulduğu sopa parçasıyla oğlunu dövmeye, bir yandan da ona sövmeye başladı.

Hüsam ise kendisini dövmemesi için babasına yalvarmaya ve ağlamaya başladı. Baba ise yavrusunun çığlıklarına aldırış etmeden, öfkesini tatmin etmeye devam ediyordu. Nihayet baba sakinleşip yavrusunu dövmekten vazgeçti ve bitkin düşen oğlunu ayaklarından çekerek yatağına sürükledi. Hüsam o geceyi acı ve korku içerisinde uyumadan geçirdi.Sabahleyin anne, yavrusunu uyandırmaya gittiğinde yavrusunun ellerinin yeşilimsi bir akıntı (iltihap) ile kaplı olduğunu görünce eşine seslenip bağırmaya başladı. Panikle Hüsam'ın odasına koşan baba, annenin gördüklerini görünce benzi sarardı ve korkmaya başladı.

Hüsam'ı acilen hastaneye ulaştırdılar ve gerekli muayene ve tetkikler den sonra korkunç sonuçla karşılaştılar: Doktor Hüsam'ın ellerinin enfeksiyon kaptığını, babanın vurmak için kullandığı sopa parçasının paslı çiviler taşıdığını ve bunların tetanos adlı hastalığa neden olduğunu, ellerin acilen cerrahi operasyonla kesilmesi gerektiğini, bu işlemin yapılmaması durumunda enfeksiyonun tüm vücuda yayılacağını belirtti.

Hüsam'ın babası doktorun söylediklerini dehşetle dinlemişti.Ne söyleyebilirdi ki? Ne yapabilirdi ki?Yavrusunun ellerinin kesilmesine mi sebep oldu?Buna nasıl izin verebilir?Hüsam bu sonucu hak edecek ne yapmıştı ki?Hüsam sadece bir cam kırmıştı. Bir cam değil; binlerce pencere, binlerce ev, elleri bir yana dursun Hüsam'ın bir parmağının tırnağına değmezdi. Aman Allah'ım! Ne yapabilirim! Bana yardım et, beni bağışla!

Baba bu düşünceler içerisinde kıvranırken doktorun sesi ile kendisine geldi: Bugün karar vermeniz gerekiyor. Bu iş gecikmeyi kabul etmez. Cerrahi işlem bugün gerçekleşirse eller bilekten kesilir, yarına kalırsa eller dirsekten, hatta omuzundan kesilebilir. İşlem ne kadar gecikirse enfeksiyonun vücuda yayılımı artar ve çocuk kaybedilebilir.

Doktorun anlattıkları karşısında işleme izin vermekten başka seçeneği bulunmayan baba, akıttığı gözyaşları sebebiyle onay formundaki yazıları bile göremeden forma imza attı. Hüsam'ın annesi ise vakur bir eda ile eşinin yanında duruyordu. Anne ne yapacağını ve nereye bakacağını şaşırmıştı; babaya mı bakacaktı ki bu bakışlar samimi ve duygusal olamazdı? Korku içinde oturan ve neye uğradığını bilmeyen yavrusuna mı bakacaktı? Ağlayacak mıydı bağıracak mıydı? Katı yürekli eşine sövecek miydi? Yoksa yavrusu için ellerini Mevla'ya açıp dua mı edecekti?

Cerrahi işlem gerçekleşti ve Hüsam'ın elleri bilekten kesildi.Narkoz etkisi geçtikten sonra kendisine gelen Hüsam ellerinin kesik olduğunu gördü. Hüsam babasına bakıp şöyle seslenmeye başladı:" Babacığım sana söz veriyorum, bir daha hiçbir şey kırmam. Lütfen ellerimi bana geri ver!"

Hüsam bunu babasından istemek de son derece haklıydı. Zira babasından başka kim ona yardım edebilirdi?

O babası idi; hayatta tutunduğu kalesi idi.

O babası idi; güçlü barınağı idi.

O babası idi; hayatta karşılaştığı tüm zorluklarda koruması idi.

O babası idi; arkadaşları arasında övündüğü kahramanı idi.

Baba bu tabloya dayanamadı, tüm çözüm yolları yüzüne kapandı. Pişmanlık Duygularından ve vicdan muhasebesinden kurtulmak için hastanenin üst katından atlamaktan başka bir yol bulamadı ve intihar etti.

Ne acı bir hikâye değil mi? Hz Peygamber (Sallahu Aleyhi Vesellem):"Yumuşaklık nerede bulunursa onu güzelleştirir, nereden sökülürse orayı çirkinleştirir."( Sahih-i Müslim)

En büyük cevherimiz çocuklarımızdır.Yeryüzünde yürüyen ciğerlerimizdir.Onlara dokunan rüzgâr gözlerimizin kapanmasına engeldir.

Yazı Dizisi…..

Tekâmül -2

Barış KUL

Bizlerin bir yaratıcının varlığına olan inancımız, içinde yaşadığımız toplumun genel kabullerinden ve Müslüman olmamız hasebiyle iman ediyor olmamızdan kaynaklanmamaktadır.

Aslında bir yaratıcının varlığına inanmak, dinsel kabullerden öte aklî-mantıkî bir zorunluluktur. Atomdan evrene kadar var olan ne varsa her şeyde olağan üstü bir mükemmeliyet vardır. Bu mükemmel varlıklar yine mükemmel bir sistem ve düzenek dâhilinde varlıklarını sürdürmektedirler.

Gece-gündüz ve mevsimlerin oluşumu dünyanın güneş sistemi içindeki konumu ve kendine özgü şekilsel yapısı, hareketi, atmosferin oluşumu, yağmurun yağması, bitkilerin topraktan yeşermesi vs. gibi oluşumların hepsi birbirine zincirleme bağlı ve uyum içeresinde olan oluşumlardır. Bu düzeneğin arasındaki eli görmezlikten gelmenin hiçbir mantıki izahı yoktur. Artık yaratıcı bir gücün varlığı, insanlar arasında da tartışma konusu olmaktan çıkmış, bu konuda toplumsal bir kanaat oluşmuştur. Öyle ki ateizm, dünyada sadece bir felsefi görüş olarak varlığını sürdürmekte ve bu görüşü benimseyen İnsanlar dünya nüfusuna oranla yok denecek kadar azdırlar.

İnsanların kafasında bir Tanrı bilincinin oluşması, büyük oranda kadim dönemlerden beri gelen dinlerin sayesindedir. Dinler bu konuda muzafferdirler. Ne var ki Tanrı'nın varlığı konusundaki toplumsal kanaat, Tanrı anlayışında kendini göstermemiş, tarihte Müslüman felsefeci ve sofiler farklı Tanrı anlayışlarını dile getirmişlerdir.

Kutsal metinlerde, yaratıcı güç kendisini “ALLAH” (c.c) ismiyle bir zat olarak tanıtmaktadır. Ancak nasıl ki kutsal kitaplarda öngörülen bir takım uygulamalar o toplumun sosyal yapısı, kültürü, anlayış seviyesi göz önünde bulundurularak önerilmişse belki yüce yaratıcı kendini tanım ve tarif ederken de o dönem toplumların algı kapasitesini, bilinç seviyesini ve anlayış düzeyini göz önünde bulundurmuştur.

Kim bilir Tanrı, bu dönemde kendisini tanım ve tarife kalkışsa mevcut bilinç seviyesine paralel olarak daha kapsamlı bir tanıma girişirdi.

Asil Ve Yalakasız

Eşref Hamza İNAN

Asillik, içten olmak, ama içte hesaplı olmamaktır. Kullardan yüz çevirip sadece O'na minnet duymaktır ve menfaat gelir zannıyla kişiliğini zedeleyen alakayla yalaka olmamaktır. İnançtan tam desteği alarak asaleti taşımak aslında asilden kaymamaktır, asillik. Aslı rencide edecek tavırlara girmemek velev aleyhinde işlese bile. Aslolan budur zaten. Ticaret ve siyasette kimi zaman kimlik ve şahsiyet erozyonu olur. Alt üst olur asıl gayeler. Gaye ve menfaat aynı musluktan akar. Menfaati yerinde iken akıl bazen çağrışımlarla gayesini hatırlatır. Nefis tatmin olmak için menfaatinin kırık ve atıklarıyla bir şeyler yapar. Bununla güya hizmet yaptığını sanır. Alırken tam, satarken eksik verenler grubundandır.

Asillik, menfaatin gayesini gölgelediği gibi fark ettiğinde bakanlıktan bakkal olmaya hazırdır. Gözünü kırpmadan karar verir. Danışma gereği bile duymaz. Çünkü kanları menfaat ile kirlenenler istişare meşruiyetlerini kaybetmişlerdir. Onun için tevhidi anlayış pak ve nezihtir. Şirkin zerresini de kabullenmez. Peygamberler de asaletlerinin gereği olarak kendilerinin de bir beşer olduklarını vurgulamışlardır. Zira asaletin haddi aşmama olduğunu bilirler. Şimdi asilzade olduğu halde aslı zedelenenler acınacak halde değiller mi? Bilmem belki de bu sözlerimi abartı zannedenler olabilir. Karar vermeden önce bu sözleri çok vadiden geçerek, derin okyanusların dibinde inci ararken okyanusta dahi kuyuya düşmüş bir kalbin serzenişi olduğunu unutmayın.

Dik duruşlar, tarihin altın sayfalarında kendini gösterir. Davası uğrunda sağ eline güneşi sol eline ayı vermek suretiyle de olsa geri adım atmamayı öğretmişlerdir. Asıl vatanlarında göçe zorlansalar da Allah'a secde edenler O'nun gayrısı dışında kimsenin önünde eğilmemişlerdir. İzzetli şahadetleriyle ölümü seçmişlerdir. Himmetlerini bireysellikten koca bir milleti düşünmeye sevk eden bir fedakârlık doğurmuştur.

Maddi mansıp ve servetler inançlarına leke sürmemiş, dünya kendilerine değersiz bir meta olarak görünmüştür. Yusufvari (a.s.) “ Zindan bana onların davet ettikleri şeyden daha hayırlıdır.” hakikatı yaşantılarında sergilemişlerdir. Yasin suresinde “Hidayet üzere ve sizden herhangi bir ücret istemeyenlere tabii olunuz.” Düsturu kutsiyeti şiar edinmişlerdir.

Bir de münafık diye addedilen iki tıynetli, iki rollü, iç ve dış tezatlığını bir arada bulunduran ucube kişiliklere şahit oluyoruz. Onlar kişilik yozlaşmasının doruk noktalarıdır. Birkaç kuruşa ebedi sermayelerini satan zavallılardır. Gözlerini hırs bürümüş menfaat düşkünleri ve leş kargalarıdırlar. Yalan onların en büyük silahlarıdır. Aldatma kendi derilerine yapışık bir elbise halini almıştır. Ama iç dünyaları hep korku, endişe, stres yuvasıdır. Hakikat adına hiçbir güzelliğin yeşerdiğini göremezsin. Ne kötü bir yaşantı, ne kötü bir yol ve acı bir sonun yolcularıdır.

İman insanı insan ederken, bu kişiler o değerden kendilerini aşağıya düşürmüşlerdir. Oysa imanla insanlardaki o cevherler ortaya çıkar. İman kâinattaki esrar ve gizemi gün yüzüne kavuşturur. O yüce yaratıcıyı tanımanın ve ona asker olmanın verdiği izzet kişiyi üstün kılar. Çoğunu boğan su onun ayağını bile ıslatamaz. Uykuları alt üst eden maddi gayeler onun dünyasında yoktur.

Tarih, hakkı üstün tutmada hayatlarını feda eden nice kahramanlara şahitlik etmiştir. Ama ‘saçlarım adedince başlarım olsa, her gün birini kesseniz yine zındıkaya başımı eğmem' diyen kahramanlar nadir bulunur. Onlar İslam'ın en küçük bir meselesi karşısında bile geri adım atmamış, gerektiği zaman hayatını ortaya koymuştur. Tehditlere beş para ehemmiyet vermeyerek, ‘Yaşasın zalimler için cehennem' diye haykırmışlardır.

Arasöz kabilinden şunu da söylemek isterim: Birkaç kitap okuyup, televizyonlarda rahat koltuklarında çayı, çerezi, kebabı götürüp sözüm ona program yapan ve şöhretlerini pekiştirmek adına bu ömürlerini zindanda geçiren yiğitlere itiraz edenler ne de zavallıdırlar.

Onlar izzetle ölümü, zilletle hayata tercih edenlerdi. Biri şöyle demiş: “Biz öyle erkekleriz ortada kalmak bizde olmaz ya en öndeyiz ya da kabirdeyiz” diye haykırmışlardır. Rabbim onların bu asaletinden ve dik duruşlarından bizi ziyadesiyle istifadeli kılsın.Vesselam

Kalbin Düşüşü

Ünal ŞARMAN

Kalp ölünce

Sağır ve dilsiz kadınlar gülüyor

Sanırsın kalbin düşüşü

Onlara ilham veriyor

Halbuki çeyrek tenezzül

Bileler

Kalbin ikrahı ne ki

Hamisine el bağlatmış

Ey hami!

Ey hami!

Kalp düştü

Geride onun vukuatı kaldı

Söyle o gülen kadınlara

Hüthütten nağme işitir gibi

Sadır olacak ağlama vaktini

Bekleye dursunlar

Bakmadan Geçme