MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Şairler yazarlar Vansesi'nin Mavi Şehrin Kalemleri sayfasında buluşuyor.

Ölümün Kokusu

Yaşar Adıyaman

Sedasız işlenen saatlerin

Günahına ağlıyordu gün

Gizemliydi güneş kızıl kan rengine

Dağların ardındaki

Dehşeti görmemeye

Bulutları kan ağlıyor asumanın

Bahar adını saklıyor utandığı zamana,

Yasaklı elmadan kovulmuştu Adem

Biliyorum

Kimliksiz masum bir çocuğun

Günahına ağlıyor o dem

On ikiden vurulur kalbim

İsmailler hatırına

Elmanın kurtçuğu olup,

Asaletin boynuna urganı asardım

Bir gün daha bekleyelim diye

Günahı terbiye eden

Yalan bir elma ısırdı dişlerim

Nefessiz kaldı coğrafyamda

Çocuksu yarınım

Dilim olsaydı da keşke

Konuşabilseydim

Dinim kadar

Konuşabilseydim

Kardeş olduğumuzu anlayacaktın

Şimdi paslı bir çiviyi taşıyor gözlerim

Annemin bakışı damlıyor yüreğime

Gördüğüm rüyanın yalancısıyım

Yabancısı olmaktan korkuyorum

Emanet olan bedenime

Gözlerim olsaydı

Görürdüm dağdaki yansımanı

Konuşurdu dilimin asumanı

Ey mazlum, mahzun, efsun bakışım

İstemedim ben böyle yargılanmayı

Adalet terazisi düşmüş öteki yanıma

Ağır geliyor bu mesele bana

Ölümün bekçisi değilim ben

Elmayı bahane ettiler binlerce cana

Azrail utandı benden yana

Güneş doğmadan sabaha

Bir ses düştü nefes kadar derin

Elmalı barut kokusu ayırdı

Günahsız yürekleri

Arzın sahibine yalvardım,

Elma ağaçları kurusun

Kurusun ki

Kokusu bilinmesin,

Tanınmasın kimsece

Çocuk yanaklarının

Adı olsun ki

Ölümün kokusu gelmesin

Elma'dan...

Eski Van'da Ramazan Bayramı

Ümit Kayaçelebi

Maddi ve manevi iyiliklerle gelen ramazan ayı insanların birbirleriyle kaynaşmasına vesile olur. Bu mübarek ay geldiğinde yurdumuzun her yöresinde olduğu gibi Van'da da maneviyat artar, insanlar adeta yeni bir hüviyete bürünürlerdi. Azından çoğundan Ramazanın kendi nasibiyle bereketiyle geldiği gönüllere hâkim olduğundan yiyecek içecek konusunda kimsenin bir endişesi olmadan gelip giden ramazanın ardından ramazan bayramı heyecanı başlardı.

'Top gürleyip oruç, bozulan lahzadan beri

Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.'

Sayılı olan camilerimizden Büyük Cami ve Küçük Camide gönüller birleşir, Ramazan ayı boyunca sahura kalkılır, iftarlar açılır, teravih namazları kılınır, hatimler bağışlanır ve böylece ibadet itaatle Ramazan Bayramı gelip çatar ve Ramazan bayramına kavuşmanın sevinci yaşanırdı, tüm gönüller ALLAH için çarpardı. Müslümanlar için mukaddes bir ay olan Ramazan ayı biter ve on bir ayın sultanının Uğurlarken bir yandan hüzünlenirken beri yandan da ramazanı ifa edip bayrama kavuşmak ayrı bir sevinç ve heyecan yaratırdı. Derken bayram geldiğinde:

'Bayram geldi neş'emize

Düğün dernek köşemize

Aman dostlar barışalım

Şeytan gitsin peşimizde.'

'İyi bak sağ ile sola

Kalbimiz sevinçle dola

Ey mü'minler, Müslümanlar

Bayramınız Kutlu Ola.'

Eski bayramlarda, hazırlıklar, tatlı bir telaşla günler öncesinden başlardı. Evlerde bayram temizlikleri yapılır, halılardan perdelere her şey yıkanır, bayramda mis gibi koksun diye plastik boyanın olmadığı o seneler acı kireçle evler güzelce badanalanılırdı. Bütün evlerdeki tahtalar silinir, camlar silinir, çamaşırlar yıkanırdı. Evler toprak evler olmasına rağmen yinede temizlik elden bırakılmaz ve bayrama tiril tiril bir ev hazırlanırdı. Bayram öncesi evde bulunan bakır kaplar iyicene kontrol edilir ve kalaysız kaplar kalaylanmak üzere çarşıya gönderilerek kaplar kalaylanırdı. Zaten kalaycılarda hemen hemen hepsi şimdi ki küçük cami civarında bu işi yapan Kalaycı Osman Gemici, Kalaycı Kadir Usta, İbrahim Davutoğlu, Kalaycı İsmail de aynı mıntıkada bu işi yapan kalaycılardı.

Günümüzde telefon, internet, faks, cep telefonu var. Oysa o yıllarda her şey mektupla halledilirdi. Bayram öncesi şimdiki TELEKOM Binasının olduğu yerde stantların üzerinde çeşit çeşit kartpostallar satılırdı. Yaklaşık olarak 8-10 reyonda dini kartlar, şehir kartları, artist kartları, çiçekli kartlar o eski PTT'nin önünde adeta bir gül bahçesi gibi açardı. Artık herkes kendi yaşına başına göre kartpostal seçerdi. Kimi büyükler dini resimler alırken kimileri artist resimlerin yönelir kimi de özellikle benim memleketim olan Van'ın resmini alayımda oradakilerde benim memleketimin resmini görsünler derdi. Biz o zamanlar genç olduğumuz için Hülya Koçyiğit, Yılmaz Güney, Fatma Girik, Belgin Doruk, Ayhan Işık, Sema Özcan, Cüneytr Arkın. vs.gibi artistlerin resmini alırdık.

Kartpostalları alanlar zarfa koyar ve zarfı kapatarak bırakırlardı. İşin ilginç bir tarafı da kartpostal yazarken her karta ayrı ayrı kutlama ifadeleri kullanılırdı. Telefon o devre göre çok lükstü ve her mahallede 1 veya 2 telefon zor bulunduğu için çok önemli kişilere de ELT telgraf çekilirdi. Bunlar da o yılların kutlaması idi. Ve ben ve benim gibi herkes şehir dışındaki tanıdıklarına, akrabalarına, ahbaplarına mutlaka bayramda bayram tebriki atardı. Makbul olanda bayram öncesi bayram tebriki atmaktı. Çünkü PTT şimdiki gibi hızlı değildi bir mektup veya kart 7-10 gün arasında ancak gidebiliyordu. Bu yüzden biz posta süresini de hesaba katarak bayramda yerine varacak şekilde bayram kartlarını atardı.

O yıllarda şimdiki gibi bol pastaneler yoktu. O pastanelerin yaptığı işi Van'ın evdeki hanımları yapar ve mutlaka bayrama baklava hazırlanarak girilirdi. Yani bayramda hemen hemen hangi eve giderseniz gidin mutlaka baklava ikram edilirdi. Baklava bayramların vazgeçilmezlerindendi. sini sini baklavalar sadece evlerde pişirilmesi için örtülere sarılarak fırına gider ve geldikten sonrada çocuklar kenarından köşesinden yemesinler diye baklavalarda evde serin bir yere bırakılırdı ki bu çoğu zaman kiler olurdu mevsim kış ise misafir odasına gün evvelinden arife günü bırakılırdı.

Yine bayrama takım elbisenin altına da bir çift güzel kundura gerektiğinden Bunun içinde ya o zamanki hazır ayakkabı satanlardan birisine gidip ayağınıza göre bir ayakkabı alırdınız veya yaptırırdınız. Hazır alacaksanız o devrin en ünlü kunduracısı 'İzmir Kundura' idi. Oradan ayakkabı almak Vanlı için bir ayrıcalıktı. Oradan ayakkabı alanlar bilhassa çocuklar kendi aralarında bak ben İzmir kunduradan aldım bu ayakkabımı diyerek diğer çocuklara hava atardı. Bu işle uğraşan Kunduracı Niyazi ve Rahmetli Fevzi Gülpınar şu anda hatırladıklarım. Bu hazır kundura alanların yanı sıra birde Ölçü verip kendine ve çocuklarına ayakkabı yaptıranlarda vardı. Topal Esat Ertuş usta ile Ziya Timurhan'da çok dayanıklı ayakkabı yapma hususunda en önde gelen isimlerdi.

Bayram öncesi kimse öyle saçlı sakallı hırpani bir şekilde bayrama girmek istemez ve dolayısıyla berbere gidilir ve bayram tıraşı olunurdu. Ve bayram öncesi birkaç gün berberler bayram öncesi başlarını kaşıyacak vakit bulamazlardı. Ve arife günü kenara bir şişe kolonya ve tepsiye de şeker bırakılarak tıraş olan kişiye saatler olsun der demez bahşişler iki misli gelir ve çıraklarda böylece sevinir ve harçlıklarını çıkarmış olurlardı. Ve berberlerde tıraş için gelenler akşamüstü alabildiğine artar ve artık herkes sıraya girer bu tıraşlar bazen bayram namazına kadar da devam ederdi.

O yıllarda evlerde öyle evlerde modern banyolar yoktu. Ne termosifon, ne şofben bilinmiyordu. İptidai hamamlarda varsa hamam sobasında su ısıtılarak veyahut dışarıda kurulan ocakta kara kazanlarla ısıtılan su ile yıkanılırdı. Genelde banyolar hep çal denilen yerlerde yapılırdı. Ancak bayram öncesi kadınlar, kızlar gündüzleri hamama giderlerken erkekler de bayram arefesi hamama giderlerdi. Ve aynen berberler gibi hamamlarda arefe günü itibariyle alabildiğine dolardı ve bayram namazına kadar hamamlarda yıkananlar olurdu. Gerek terzide, gerek berberde ve gerekse hamamda böyle sıraya girmek ve beklemek de fazla abartılmaz ve o esnada da sohbetler de alabildiğine koyulaşırdı.

Bayramlarda gelen misafirler için herkes kendi maddi durumuna göre, bayram şekeri alırken çukul ata çok zengin evlerinde görülürdü. Kolonya derseniz herkesin alabildiği kolonya Çoban kolonyası idi. Pereja kolonyasını almaya herkes muktedir olamazdı. Bir de evdeki çocuklar ve misafirliğe bayrama gelen çocuklara verilmek üzere gayet fazla fındık alınırdı. Bu fındıklar yemek için değil mirav kazıp fındık oynamak içindi. Daha bayram gelmeden hemen hemen her evin önünde yarın bayram olduğunda fındık oynamak için gün evveli miravlar kazılır bayrama hazır edilirdi. Zaten mirav kazıp fındık oynama bayram eğlencelerinin en başında gelir ve bayramın üç günü çocuklar, gençler mirav başından ayrılmazlardı.

Mirav dediğimiz şey küçük bir avuç içi kadar oyularak kazılan mini bir çukurdan başka bir şey değildi. Biraz eğilimli yerde kazılırdı ki fındık attığınız zaman rahatça akıp gelsin. Biri miravın başında bekler biri makul bir mesafeden eliyle fındık atardı mirava. Çift atarsa atan, tek girerse bekleyen kazanırdı. Bazıları büyükçe fındıkların kenarlarını çakıyla düzeltirdi ki eline daha rahat yatsın ve çift gelsin diye böyle özel 8-10 fındığa da 'Elmiyalık ' denirdi. Attığın fındık kazanır veya kaybederdiniz. Ama attığınız fındık yani elinizdeki fındık her zaman çift olurdu. Oyunun kaidesi böyleydi.

Arefe günü kadınlar erkekleri ili birlikte ölülerinin bulundukları kabristanlara gider ve orada Kur'an okumasının bilenler Yasin okur bilmeyenler Fatiha okur ve dualar edilerek ölenlerde rahmetle yâd edilirdi. Ve kadınlar Bayram sabahı bir daha kabristana gitmez sadece erkekler giderlerdi. Bu adet senelerdir Van'da devam edip gitmektedir. . Ancak azda olsa bu gün bayram sabahları gelen kadınlara rastlanmaktadır.

Bayram namazı erdiğinde Bayram namazı kılınır hutbeden sonra herkes orada bir bayramlaşma da bulunur ve ondan sonra herkes evinin yolunu tutardı. Veyahut bazıları hiç evine gitmez doğrudan mezarlığın yolunu tutardı. Böyle insanlar gayet samimi şekilde konuşa konuşa kimi Garipler Mezarlığının kimi de Akköprü Mezarlığının yolunu tutardı. Kabristanlarda şimdiki gibi insanları ziyadesiyle dini vecibelerini bi hakkın ifa etmekten men edecek kadar fakir fukara yoktu. Zaten o yıllarda her mahalle kendi fakirine sahip çıktığı için dilenci görmek pek vaki değildi. Böyle su dökme falanda yoktu. İşte mezarlığa o gün sadece erkekler gider kadınlar asla o gün mezarlıklara gitmezlerdi. Erkekler ailece aile mezarlarına gidilir dualar edilir, Fatihalar okunur, Yasinler bağışlanır ve kabristan ziyareti bittikten sonra herkes geldiği yoldan evine dönerdi.

Sabah erkenden kalkılan ama uykuyu alamamış bile olsa hiç "mızmızlanmadan" gidilen bayram namazları sonrası tüm aile büyükten küçüğe sırayla bayramlaşır, hediyeler, harçlıklar verilir, ardından özenle hazırlanmış kahvaltı sofrasına oturulurdu. Evde zaten kahvaltı hazırdır. Siz mezarlığa giderken evin hanımı, kızları, gelinler kalkmış her biri bir işle meşgul olmuş ve artık herkes bayrama hazırdır. Bu arada sokakta o sokakta oturan evlerin hanımları veya gençleri tarafından bir güzelce süpürülmüş ve âdete bal dök yağ yala misali sokak tertemiz olmuştur

Kahvaltıdan sonra hemen sokağa çıkılırdı. Kapı kapı bütün komşular, akrabalar, nineler, dedeler ziyaret edilir, elleri öpülür, gönülleri hoş edilirdi. Büyükler de çocuklara harçlık, şeker, mendil, sakız, bisküvi verirdi. Her gidişimizde rahmetli hep seferberlik sırasında yaşadıklarını böyle ağlayarak anlatırdı. Bunu gören dedem emekli başmuallim Ziya Kaya çelebi'de de istiklal harbi gazilerinden olması ve bir gözünü harpte kaybettiği ve aynı acıları paylaştıkları için Sohbetleri hüzünlü olur ve uzadıkça uzardı.

Çocuk iken biz sinemaya yalnız başımıza gitmezdik ne gündüz ne gece. Yalnız büyüklerimiz sinemaya gittikleri zaman onlarla birlikte sinemaya giderdik. İşte mevsimde özellikle yaz ise bayramda yaz günlerinden birine rast gelmişse sinemaya giderken babamız lütfedip bizi şehir parkına götürmüşse, oradan kalkıp birer külahta siyah çekirdek almışsak, sinemaya gitmişsek ve birde sinemada oturmuşsak, oturduktan sonra birer tane de Yakup sandıkçının Uludağ gazozlarından içmişsek o da bize çifte bayram demekti.

Ortaokul sıralarına geldiğimizde geceleri değil de gündüzleri sinemaya gidebildiğimizden bayram günleri de çoğu zaman büyüklerimize takılmadan bayramı sinemada geçirdiğimiz bayramlarda olurdu. Bayramın birinci günü sinema oynamazdı ve öğleden sonra sinemaya giderdik. Dedem vefat edinceye kadar hep büyüklerimizle bayramlara bila mecburiye giderdik. Dedemin vefatından sonra bu gidişler ve gelişler azalınca bayramları sinemada geçirir olduk. Çocuktuk ve hep bir heyecan yaşamak istiyorduk. Sinemada bayramda ayrı bir heyecan yaratıyordu. İşte o Cüneyt Arkının Malkoç oğlu, Fatihin Fedaisi, Kara Murat filmleri, kartal Tibet'in Kara Oğlan filmlerindeki sahneleri abartılı olsa bile nasıl heyecanla izlerdik. Ayhan Işık, Yılmaz Güney, Leyla Sayar, Türkan Şor ayın gençlik yıllarındaki o filmler hala hafızamıza sanki nakşedilmiş gibi tazeliğin koruyor.

İşte bu bayramlar bahar, yaz veya sonbahara gelmişse ve tesadüfen şehre halkacılar gelmişse veya çadır tiyatrosu gelmişse veya cambaz gelmişse çocuklarının elinden tutan nefesini orada alırdı. Çünkü 25-30 bin insanın yaşadığı Van'da öyle üst düzeyde bir hayat yoktu. Mesela çok iyi hatırlıyorum tesadüfen bir bayramda Zat-i Sungur Vana gelmişti. Ve bu günkü Vilayetin hemen arkasında büyükçe bir çadır kurulmuştu. Babama anneme yalvar yakar olduk bizi götürdü ve ben hala o anları bir türlü unutamadım.

Şimdi bazen bayramlar geldiğinde ah nerede o eski bayramlar dediğimiz o eski bayramlar kısaca anlattığım şekilde güzeldi. Niçin güzeldi? Çünkü saf ve temiz bir nesildik lüks tüketim yoktu kendi imkânlarımız nispetinde hayattan bir şeyler kapmaya çalışıyorduk. İnsanın kadir kıymeti vardı. Madde bu zamandaki gibi ilahlaşmadığından insanlığın, komşuluğun, akrabalığın hakkını vermeye çalışıyorduk ve bayramlarımız da bu yüzden ayrı bir heyecanla kutlanıyordu.

Van'da Eski Bayramlar

O günleri anlatmak zor olsa da

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Geçmiş günler anılarda kalsa da

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Çikolata yoktu, alırdık şeker

Balalar yığılır kapıda bekler

Biraz harçlıkla, fındık isterler

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Milav kazar fındıkları atardık

Tek atınca birden biz de batardık

Bazı gün de yükümüzü tutardık

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Çok erkenden gider idik camiye

Kulak kesilirdik Hafız Hemdiye

Zaten çok yakındık Küçük Camiye

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Dolup taşardı misafirle evler

Karşılıklı içilirdi kahveler

Derken sürüp gider tatlı sohbetler

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Uzak yakın gidilirdi her yere

Hatır çok mühimdi onlara göre

Bayram sevincini yaşardı yöre

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Bizim mehle insanlarla kaynardı

Çocuklar melikan, kupa oynardı

Kimisi de sinemaya koşardı

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Toprak evler tertemizdi her zaman

Hele bayramlar da görseydin aman

Misafirle kaynayıp taşardı her an

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Nenem bize ayran aşı yapardı

Hame halkı kaşıkları kapardı

Tuzlu balık sofraya tat katardı

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Nerede o seki bayramlar nerde?

Bütün güzellikler kaldı mazide

Toprak damlı bizim o eski evde

Çok güzeldi Van'da eski bayramlar

Çok güzeldi banka sokağında bayramlar

Vaktine küs çağlayan

Fatime Erci

Vaktine küs çağlayanlar gibi

Giderek azalıverdiler

Zifiri karanlığa ışık insanlar,

Şimdi ise devir

İnsanın diline musallat

Kara bir kutudur

Aydınlığa erişen karanlığı

Kim bilebilir?

Dünya bir harabe

Hürler savaşına arena,

Meçhulden doğan güneş,

Çiçekleri özleyen

Bahar gibidir

Vakit vakitliğinden utanır

Çiçeği özler bahar gibi,

Meçhul denizlere dalga

Esaret yığını gemiler,

Karanlık karanlığından

Aşikâr bir beste

Yorgunluğa teslim şimdi

Düşler sokağı

Devir çağlayan ırmak gibi

Karanlığa ışık matem hevesi,

Artık vahşetin hükmü

Esir almış insanlığı

Karanlık karanlığından

Aşikar bir beste

Aydınlığa erişmiş karanlığı

Bilen var mıdır?

Yokluğu dert bilmiş halkın

İsyan çağrısı

Neslin harabına savaşırlar

Devir, devrinden çağlayan

Irmaklar gibi...

İnsanlık Ölmüş Mamoste

Barış Kul

Kasırgalar hortum oldu içimizde

Yaprak olup savrulduk ağaç diplerine…

Sarmaşıklara sarılmayan bir hiç olduk

Her ananın leblerine

Sübyan çocuktuk hayatın her anında

Aşka uzak mevsim devşirdik, acılarımıza

İnsanlık ölmüş mamoste

Büyük adımlar, koştuk ve koştuk

Soluğumuz Filistin koktu

Baldırımıza kan dolana kadar koştuk

Gök kuşağı yağmura gebe

Sahi güneş nereden doğuyor

Kulakları sağır eden Kudüs sokakları

Gözleri kör eden ölüm senaryoları

Her ananın ağzında, beddua feryatları

İnsanlık kör, insanlık hüsran gezer şimdi

İnsanlık ölmüş mamoste

Yanmıştı ana'nın sema'ya açılan avuçları

Düşerse umut, sol'um düşecekti.

Filistin kör kütük

Kurşun yabancı değil bu adreslere

Yanacaktı her ananın yüreği

Kundakta büyüttüğümüz emek

Gül yaprakları ve barış

Sukut çığlık kokar

Feryadı yapıştırıp sevginin dudaklarına

Güneşi yeniden barıştırmaktı

Gölgenin sıcaklığında

İnsanlık ölmüş mamoste

Göç etti büyüttüğümüz güvercinler

Her yavrunun ağzında zeytin dalı

Ve kurumuş kökünden insanlık

Van'dan çıktık çok zaman

İstanbul uzaktı içimize

Siyahı bir cinayet örtüsü gibi

Verdi bize karanlıklar

Faili meçhul değildi artık zanlının

Filistin, kursağından vuruluyordu

Bebeler toprakla seviyordu ana göğsünü

İnsanlık ölmüş mamoste

Dünya talan yerimi…!

Kundak kefen kokuyor

İsrail soluk kesiyor

Sevgiyi veremedik çocuğun rüyalarına

Hayallerine balon iliştirip

Asmadık özgürlük anıtına

Çocuğu yaşatamadık, hayatı tutmaya

Zamanı kuramadık, sevgiyi paylaşmaya

Oysa biz çok adamlardık…!

Koştuk koştuk düştük

İnsanlık ölmüş mamoste

Fadi Ebu Salah'a

Aleyna Kar

Bu sabah uyandım. İlk kıblem, İslam şehrim, ibadet yerim, doğru yolum kara dumanlar içinde, yabancılarla dolup taşmış. Her yer silahlarla dolmuş. Haykırışlar, feryatlar, mücadele edenler... Babam, ağabeylerim, ablalarım mücadele içinde. Annem uzaktan durmadan ağlıyor öte yandan dualar ediyor orada çarpışanlar için. Onca şehitleri için mi ağlasın analar, evlatlarına mı yansın yürekler yoksa gencecik bedenlerin toprağa karışmasına mı? Sadece zifiri karanlık, ihanet, kan, şehitler, mücadele edenler, gözü kör olmuş İslam karşıtı kötü insanlar kaplamış her yeri. Buraya ibadet için gelirlerdi herkes. Ne olmuştu şimdi peygamberimin emanetine, şehirlerin en mübareğine. "Emanet" kelimesi kutsaldır buralarda. Hele o emanet bize peygamberimizin emaneti ise...

O gün anladım ki emanetimizi, ruhumuzu, Allah ile buluştuğumuz yeri bizden almak "İsrail'in " başkenti yapmak için başlatılmış bu vicdansız savaş. İşte o vakitlerde onların elinde büyük büyük silahlar, askerler, ordular, gerçek mermiler varken senin elinde bir tek taş var. Bacakların zaten yoktu. Vücudundaki yaraların hepsi de o amansızların insansız hava araçlarıyla açılmıştı ama senin elinde sadece bir taş... Ne de koca yüreğin var senin!

Hapsolduğun sandalyende hepsiyle baş edebilecek iman gücün, Kudüs sevgin, kendine güvenin... Her gün seni izledim. Beş çocuğun eşin ile korkusuzca meydana gelirdin, direnirdin onlara. Onlar seni hedef almıştı oysa. Beki de engelin olduğu için küçümsediler gücünü. Ama ne bilsinler o engelin yürekte olmadığını.

İçimde bir gün senin gibi olacağım diye kendime söz verdim. Senin gibi olan birçok yaralı, şehit, mücadeleye devam eden bir sürü ağayimi ablalarımı da gördüm orda. Ama ben hiç korkmadım. Allah her daim yanımızdadır bizim. Az ötede annesi vurulmuş olan küçük bir kız çocuğu ağlıyordu korkmuş, kimsesiz, çaresiz. Yanına vardım manen. Sen de korkma dedim. Korkma kimse alamaz buraları. Daha ötelerde 17 yaşında bir abla korumasız iken gözü dönmüş İsrail askerine senin gibi direniyor kardeşlerini korumak adına. Can derdi yok, cesurca. Ne güzel!

Ne canlar yandı daha da yanacak mı? Barış dediğimiz kavram bu kadar mı uzak vicdanlarımızdan? Ey Kudüs, ey Bağdat, eyŞam, eykıblem, Ey mescidim! Sen bizimsin bizim kalacaksın. Sen bizim kırmızıçizgimizsin. Seni korumak bizim görevimizdir. Senin gibi nice Abla ağabeylerim varken korkmuyorum Salah ağabeyim. Kimse bizim rükûlarımıza, secdelerimize engel olamaz. Sen rahat uyu toprağında. Rabbim bu mukaddes yeri koruyacaktır. Kalbim sizinle, gönülüm rahat.

Bakmadan Geçme