MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Şairler yazarlar Vansesi'nin Mavi Şehrin Kalemleri sayfasında buluşuyor.


Papatyaları Sevmelisiniz, Şairler!

Mustafa Işık

-Bak ki anlayasın, gör ki tanıyasın.

Şairler ki sözün şahı, padişahıdır. İçinde yaşadığı toplumun aydını, ustası ve üstadıdır. Düşünen, güzel söz söyleyen ve sözü dinlenen bir kişi olarak kabul ve saygı görür her vakit.

Şair yaşadığı dünyayı, olayları ve insanları herkesten farklı algılayandır. Herkesin aynada gördüğünü duvarda görmeye muktedir olandır. Yaşamaya alışmayandır, dünyaya yabanî kalandır. Şairlik kabiliyeti, Allah'ın seçtiği kullarına bahşettiği altıncı histir.

Şair toplumun vicdanı ve çağının tanığıdır. Ruhunda hep başkaldırı vardır. Uysal değildir. Uysallaştığı an şair olmaktan çıkar. Sorgulayan, eleştiren, bir tavrı olmalıdır şairin. Ama bunu yaparken didaktik bir söylemi benimsemez. Ucuz, kuru, sığ ve kör bir bakış onun üslûbu değildir.

"Ayna sandım şiiri." diyen söz erbabına hak vermemek mümkün mü? Ayna tutandır şair ama aynayı da tutarken herkesin o ayanda gördüğünü duvarda da görebilendir.

Şair Eşref´e sormuşlar: "Neden şiirlerinizde hedefinizi belirtmiyorsunuz?" "Çünkü" demiş, "Ben şiirlerimi numarasız gözlüklere benzetiyorum. Her takan kişiye uymaları için." Kelimelere yüklenecek anlamda şairi etkileyen etkenler de çok önemlidir. Kelimeleri bulacak kişi şair, ama anlamlandıracak ise okurdur.

"Ey şairi kelâmdan yaratan Rabbim!

Kaldır cehennemini kaleminle yak bizi…"

Ölümsüzlüğün peşinde koşan, sonuçta ölecek olan Gılgamış'tır. Bir iksir ustasıdır şair, ölümsüzlük iksiri olan 'Aşk'ı bulmanın gayretindedir. Hüznün, dertlerin, sıkıntıların kararttığı gecede kelimelerin fitilini yakmaya gayretli bir ışık ustasıdır. Gizli sırları aşikâr eden delidir O. Delirmemek için sığınır kelimelere şair. Yoksa aklı başında biri koca dağa omuz veremez. Şair yazdıklarını yaşayarak, tadarak yazar. Yazdığı her kelimenin acısını yüreğinin derinliklerinde hisseder.

"Ey şair! Kulak asma sevgisine sen halkın," der, Puşkin. Bundandır ki şair, menzili olmayan muhacirdir. Tek başına göğüs gerer dünyanın hengâmesine ve yalnız yürür yüreğinin onu götürdüğü yere. Kanlı gömleğiyle kuyuda bir Yusuf'tur şair ve varı yoğu diline batan kelimelerin kılçığıdır. Biraz da kuş terbiyecilerine özenir. Payına düşen mülksüzlüktür ve kanat taktırdığı kelimeleriyle diyar diyar gezer. Bilinmeyen onca ülke dolaşır, onca güzelliğin tutkunu olur ama sonunda eli boş yüzü kara döner meydana. Biraz deli cesaretidir ondaki biraz da çocuk safiyeti. Kendi kendine konuşanı az değildir onların.

Platon'un, şairleri 'yalancılar güruhu' olarak tanımlamasından beri sözlerindeki hakikat olgusu hep tartışıla gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'in "Şairlere gelince onlara sapıklar uyar." (Şuara-224) ve "Biz ona şiir öğretmedik. Zaten gerekmezdi." (Yasin-69) ayetlerinde de görülen durum ile Hz. Muhammed'in (sav) sırtındaki hırkayı çıkarıp şaire hediye etmesi arasındaki denklemin şifrelerini çözme çabası o günkü Arap toplumunun gerçekliğinden hareketle mümkün olur. Sıra dışıdır şair, arızalıdır. Şair gönlüyle konuşandır daha çok. Duyan, hisseden ve sezinleyendir. Onun en yakın dostu mısralardır.

Şairin yaratma sezgisinin temelinde anlaşılmama ve anlatamama algısı yatmaktadır. Arayış en büyük sığınağıdır o iflah olmaz ruhun. Onun yalnızlığı kendinedir, leyla yanındayken bile ben leylayı istiyorum seni değil, diyen Mecnûn'dan farkı yoktur. Ama ne olur onları tamamen de duyarsız sanmayın. Aslında O, sabah doğudan çıkan güneş gibidir. Işığın ilk yansıması ile eşya üzerindeki muğlâklığı giderdiği gibi, şair de kelimeye verdiği ruhla eşyaya da yepyeni bir şekil vermiştir ve ona yeni anlam kazandırmıştır. Herkesin aynada gördüğünü onunla duvarda görmüştür.

"Şair, ırmakta altın arayan bir işçiye benzer," der, Mayakovski. Evet, sürekli arayış içindedir. Ama gururu sarsıcıdır onun, çehresi hep dalgalıdır. İfrat tefrit dengesini kurma noktasında güvenilmez onlara. Takıntıları hesapsızdır. İmgelerle imajlarla süslü kelimeleriyle yalanlar uydururlar, bu yalanlara ilk önce kendilerini inandırırlar. İnsanları çok severler, insanlığın mutlu olması için gayre ederler ama ne kendilerini mutlu etmeyi başarırlar ne de aileleriyle yeterince zaman geçirebilirler.

Geçmişle gelecek arasında köprüdür onlar. Kulaklarına ezanla, salâyla birlikte ilham perisinin nefesi de üflenir. Memeden emdikleri ilk sütün sıcaklığıyla birlikte anne sesindeki tatlı sedalı ninniler de onların ilk şiirleri olur. Elleri kalem, dilleri kelâm tuttuktan sonra artık kimse susturamaz onları.

Ama onlara sadece ilham perisinin sırrı yetmez. Emek lazım; emek de ekmek kadar elzemdir. Aşk lazım, bir kâse bade ile sunulan ay yüzün parlaklığında. Kendilerinden önce yazılan şiirleri, şairleri bilirler, iyi öğrenirler ama çabuk unuturlar. Unuturlar ki kendi rüzgârlarına esecek bir vadi bulabilsinler.

Şiir yazmak için ustasından icazet almaya giden şaire, eski şairlerin yazdığı bin şiiri ezberlemeye karşılık şiir yazmaya izin verebileceğini, söyler usta. Bin şiir ezberlenir, ustanın huzuruna çıkılır ve bin şiir ezberden okunur. Âmâ yine yetmez. Yeni istek, o bin şiirin unutulmasıdır.

Unutulur ve şiir yazmaya icazeti almayı başarır çırak şair.

Şair, şiiri yazarken bulunduğu çevrede, yaşadığı sosyal gerçeklikle, bu ruh hâlinden sıyrılamaz. Şairler, sezgileri ve duyargaları en güçlü olan kişilerdir. Çevrelerinde olan bitende bihaber olmaları beklenemez.

Şair, yazdıklarıyla kanayan yanımıza/yaramıza merhem olmak ister. Çünkü yaralar kaşımakla iyileşmiyor. İr yoksulun, unutulmuş bir ötekinin veya örselenmis bir çocuksu yüreğin çığlığına sağır kalmak şaire yaraşır bir tutum değildir. Yaşadığınız ülke/yeryüzü gün geçtikçe bir yangın yerine dönüştürülürken, şiirlerinizde sadece gündelik sıradan şeylerden bahsetmeniz ahlaki açıdan da doğru bir tavır değildir. Bu nedenle kalbinizi çepeçevre kuşatan ruh hâliniz ne ise, şiirlerinizde onu işlemeniz gayet doğaldır. Yazdıklarımla kanayan yanlarımıza/yaralarımıza merhem olmak istiyorum belki de. Çünkü yaralar kaşımakla iyileşmiyor... Onlardır ki her gün ölülerin Azrail'e selâm duruşuna alkış tutarlar, şair kelâmının her kaleme yâren olamayacağını bildikleri hâlde...

Biliriz ki aramızdaki hainler onlardır. İki taş arasında baş veren çiçeğe durmadan su taşıyanlar da ve "Merhaba ey hayat!" deyip de firakına katmer katmer tufanlar katan, onlardır. Kelimeleri olmadan toprak bile sarmaz şairi. Onlar ki her sabah yüreğimizi durulamakla güne başlatırlar bizi. Bazen de feleğin âdetine uyup gözlerimizi belâlara eş kılarlar. Göğüsten dökülen nefesle her biri dağa alevlenen ateş közüdür, onlar. Eteklerinde daim Taif taşları taşırlar. Bakarsanız, onları rüzgârla kol kanat olmuş, eski masal kavliyle gidebildiklerini görürsünüz. Onlarsız, lâl keseriz hatıralarımızı. Çok konuşanın zamanı çok kirlenir, söz, ince çığlıktır ve doğrar nefesimizi.

Bulutlarda asılıdır çoğu defa şairin yüreğindeki masumiyet. Rüzgâra çarpan kapılar yoksa yüreğinde iki adım arası gelgitler ona zamansız soluklar aldırmaz. Gecenin koynuna girmek ona en büyük huzur olsa da, hem ağlayışı hem de yıldızlara tutunup tırmanışı yedi kat göğün ötesine olan sevdasındandır.

Bilirim, gözyaşlarımız eşlik edecek adımlarımıza, ey şair! Ne elimizden tutan olur o vakit ne de papatya kokusu sinmiş yüreklerimizi öpmeye uzanacak bir gül destesi.

Bilir şair, insanoğlunun tuhaflığını. Kimi zaman zindanda bile hürken kimi zaman da malayanî şeylere esir olmaktan bahtiyar olur, âdemoğlu. Yele yüreğini teslim edene mi kızarsın, çilesini boynuna dolanana mı? Ama nefes alıyorsa özgürlüğüne şahit kılar dağı taşı, kimse engelleyemez bunu, ey papatya kokusu, haydi, sin şairin göğsüne.

Huzur, sımsıkı tutunduğun umutlarda, içinin gizli gizli ağlar yanını verir, geçen zamanın hesabını, ey şair! Dudaklarını aralasam sanki uçup gidecek papatya kokulu kelebekler, ansızın kondukları omuzlarından. Nasıl çıkayım ben bu işin içinde, nasıl ereyim dökülen bir yaprağın toprağa baş koyma huzuruna.

Ey ay, götürme huzurumu bir daha. Bak mevsim sonbahar. Yapraklar yerde. Ah, sayesinde huzura uzanacak göğü yorgan yapan şairler! Samanyolu beni sana kavuşturmaya yeminli. Dolunay şarkıların, notaların ezberinde... Sen, yıldızlar arasında salıncak kurabilir misin kelâmıma?

Papatyaları sevmelisiniz, şairler! Papatya kokulu kadınları da... Onlara yazmalısınız en güzel şiirlerinizi. Sazın tellerine onların hüzünlerini dolandırmalısınız. Mızrabın ucuna gözlerinizdeki karalığı sürmelisiniz. Gül damlamalı her taşın değdiği alnın kızıl terinde. Irmaklar denize kavuşurken şairlerin sözüyle kondurmalı ilk buselerini. Çünkü onlardır karanlığın bağrına sımsıcak gözyaşlarını bırakan. Onlardır, annesine olan sevgisine çocukluluğunu esrik eden ama hiçbir zaman yüreğinden büyük mülk kabullenmeyen. Mutluluğu ararken, gözleri ufka çöl olan bahtsızlar, onlardır.

Hayata ve umuda sımsıkı sarılmalıdır insan, şair suskunluğudur yağmur sonrası gökte yedi renk kuşak. Desem ki gökteki bulutun yükü benim kederimdir, kim inanır. Ah! Beni papatya koklarına sarın, şiirin satırlarına, seherin serinliğine, saçlarının karasına. Zamanın soğuk yüzüne dayanmış yüzümü alın, ısıtın avuçlarınızda. Papatya kokularıyla yıkayın kırgınlığımı.

Bil ki ey şair! Soluk alışlarımı papatya kokulu kadının gidişine adamışım. Papatya kokularını armağan edene vereceğim yüreğimi.

Ben ki yâr için yara sevdalı bir nârayım. Denizin dalgalarının ucunda toplamaya kalktığın bir avuç köpük, katarından ayrı düşmüş yol bilmez ürkek üveyik. Taşların suskun kalbinin çıplak soğukluğu...En çok hazanın hüznü yakışır yüzüme, bir de annemin muska diye boynuma astığı papatya kurusu.

Seni düşündükçe hayatın sırrı çözülür, kendimi bir dervişin selâmına salar, kadîm bir kavmin duası gibi yürekten yüreğe dolarım, dilden dile dökülürüm. Şiirin olurum, sesin, nefesin...

Dağları ve yıldızları saymaktan yorulur ayaklarım. Kırık ayağıyla geceyi kutsayan doru at gibi, hazanı düşlerken acı çeken papatyalar gibi ve en ağır uykusunu evladına bağışlayan anne gibi.

Bir çocuğun masumiyetine sarın gülüşümü, papatya seven bir şairim. Yorganım gökyüzü olsa da, saçlarının arasına kuş kondurmaya niyaz ederim ki; bu umutsuz yolculuğun azabından kurtarsın beni sözlerin.

Şiir diye dudaklarınıza papatya kokularını sürün.

-Bütün arayışımız ışığaydı şüphesiz.

Ayrıntısız Karmaşa

Mustafa Ayyürek

Ayrıntılar zihnime koşarken kalem eline kâğıt al diyor. Alıyorum. İlk ayrıntı kâğıt oluyor. Düşünüyorum sandalyeyi, masayı. Masanın sağ tarafı kırık, kapağı yok. Oturabileceğim şekilde yaklaşıyorum, derin bir soluk aldıktan sonra oturuyorum. Zihnime fısıltılar koşuyor bir ses: -haydi, başla diye fısıldıyor. Kaleme yaz diyorum ve yaz…

Benim hakkımda bir şeyler biliyor musun? Susuyorum. Kalkıp bir bardak su içiyorum. Susuyorum ve yazmaya başlıyorum. Kendi hakkında bir şeyler biliyor musun? Soruyorum. Neden? Bir ses şöyle söyledi; haberi aldım…

Kalemi beynime dayayıp ucunda açtığım grafitle namlusunu ateşliyorum. İşte tam o esnada bir hiç oluyor. Bu bir hiç değil beynin kalemi hoş bir seda ile hedefe kilitlemesidir. Ateşleme işi yanlış yapılırsa sadece küçük düşme olacaktır ve sonrası hüsran.

" Hey dostum biz kahraman olmayacağız sadece…

Kâğıda şöyle bir bakıp zamanın nasıl da akıp gittiğine bakıyorum. Gözüm saate ilişiyor, sadece 13 dakika geçmiş. Demek zaman o kadar hızlı akmıyor. Ya Einstein yanılıyor… Ama ben zevk alıyorum, zaman donmuş. Evet, zaman şuan olmayan bir izafi belki biraz göreceli. Kâğıt kâinatın zirvesi ona her şeyi dokuyamazsın, zihnin boş ise kirli bir kalp kadar kirli olmayacak.

Ve Diyarbakır'da elinde bir kâğıt olmadan iki kişi ile birlikte bir tuşla ben. Müziğin ahengine kendimi bırakarak boş bir seda ile kaleme fısıldayan çatlak bir beyin. Bu imkânlara rağmen sessizlik hüküm sürüyor. Kendimi bir sigara gibi hissediyorum. Hiç bitmeyen bir paketteki her tane ve yanarak kül olan her taneden sonra tekrar, tekrar ve tekrar yakılan, kül olmaya mahkûmmuş gibi.

Kalemi al ve yaz. Yaz.

Farkında değilsen yazdığını zaten önemsemezsin. Kâinatın zirvesinde boş bir zihni canlandırırken kendini müziğin ritmine bırakamazsın. Kendini tanımanın en bilindik yolu insanların sana nasıl bir ifade ile baktıklarını bilmektir. Gözlerin nasıl ışıldadığını görebilirsen o gözlerden bazılarının seni ne kadar sevdiklerini görebilirsin.

Bir yazı yazmanın en bilindik yolu fikir sahibi bir zihnin nasıl bir dile sahip olduğunu bilmektir. Eğer kalpten kalbe bir yol varsa o dilin ne kadar da tatlı olduğunu işitebilirsin. Aynı tatlılık ve havayla birlikte bir kalemle bir kâğıda…

Canın sıkılmaz tutkulu şekilde gerçek bir fikirle aktarırsın. Sayfayı öylece bırakıp gidemezsin, sakin titrek şekilde kendinle birlikte sürüklersin. Fikrin kendiside itiraf etmek gerekir yok olmaya mahkûm bir varlık gibi bir hiçtir. Ve bir hiç olarak kalacaktır. Örneğin asfalt gibi değildir üzerinden geçilirse ezilir, belki yeni şekiller kazanır bir önceki kadar garip olmayan. Asfalt gibi değildir bisikletliyi taşıyabilir ezilmeden ya da bir yayayı ama ya bir kamyonu veya bir tankı. Mevsimlerin en güzeli kıştır her yer bembeyaz ve buzlu.

"Yo hayır, hayır biz kahraman olmayacağız…

Kahramanlar içten dinamiktir onları iterek çalıştıramazsın. Onlar bir kere çalıştı mı durduramazsın onları. Kahramanlar yok artık şövalyeler küflü Don Kişot. İlkbahar solgun çiçekler yaprak açmıyor. Dallarda ağaçlar yok artık. Toprakta bitmiyor… Güneş yazın bile artık doğudan doğmuyor. Her yer kapkaranlık. Bir fikri kirletemezsin bir kalp kadar kirli olmayacak.Fikirlerin değişimi dile bakarak anlaşılır. Edebiyatçılar haykırıyor " Ve Dağlar Yankılandı" denildi, "Simyacı", "Tehlikeli Oyunlar" a "Avucunuzdaki Kelebekler" i saçtı. Bir fikri tanımanın en iyi yolu fikir sahibi olmaktan geçer.

Bu fikir günler sonra burada olmayacak. Her zaman sevdiğini öldürmesiyle ilgili şeyler anlatır. Ve bu her şekilde geçerli midir? Aslında iki şekilde geçerlidir: birincisi sadece 13 dakika kaldı. İkincisi birinciye bak.

Elinde bir kalem varken ve kalemin ucunda yazmaya hazır bir grafit. Nasıl vaz geçebilirsin. Yalnızca harfler konuşurken dirilmiş bir fikirde onları yazarak nasıl öldürebilirsin. Sayfaya bir gölge daha düşüyor. Ağır çekimde içi su dolu bir balonun dağılması gibi. Sesi titrek bir şekilde sordu bu kadar yazı ve karmaşa sahip olmadığın berrak bir fikir için mi?

Hayır. Sadece kendim için.

Vakitlerden Ekim

Yağmur Türkeli

Vakitlerden Ekim

Dökülür dillerden hüzün,

Mevsim değişir yüreklerde

Kalemler kâğıtta iki büklüm

Senle sokakları adımlardık

Hazan soldururdu arzı

Ve adım başı yaprak dökümü,

Gözler, kirpikler ateş koru

Vakit ekim, seni bekler oldum

Hüzün sarısından dört yan

Kalbim rüzgârlarından titrerdi,

Hazana yakışır ağacın dalları

Anılarıma misafirdir

Vakitlerden ekim

Ben turna sürüsüne yoldaş

Gönlüne göç etmeyecek miyim?

Rengi soluk yaprakların anısı

Ekim kırıklıklarında saklıdır.

Umut Güvercinleri

M. Muhlis Şepik

Kurutulmuş güllere yazın beni

Sürgündeki tenhalarda

Vagonları devrik garlarda öldürün

Tütün yaprağına sarın iyi hallerimi

Dilinizden düşürün adımı

Ben dudağınıza yapışan

Devrik cümle değilim

Kırgınlığın vicdanıdır susuşum

Yaşantıma hüzün yakıştı

Bir gülüşe kaç defa ölür insan

Çocuksu merhametime ağlamayın

Papatya beyazı idamlığımdayım

Işık hapseder karanlığı yüreğine

O yağmur şimdi toprakta çamur

Düşürün adımı defterinizden

Kirli gülüşlerinize ortak etmeyin

Kusup bitiremediğiniz gerçekleri

Tükenmez yalana çevirmeyin

Yosun tutmuş merhametsizler

Çoğu yüzün esirisiniz

Yıllanmış şarabın rutubetli kâhyası

Ölümü gelincik tarlasında süsleyin

Vurabiliyorsanız adımı hüzne

Yalnızlığımı kelepçeleyin

Keskin bakışınızın adresini değiştirin

İhanetleri prangaya vurun

Şiirler yazmak suç mudur?

Düşürün adımı dilinizden

Ve öldürün beni yüreğinizde

Gülüyorsanız bensiz, ağlarsınız da

Gökkuşağı rıhtımı altında

Salıyorum güvercinleri umuda.

Peri Kızı

Ayşe Taşdemir

"Ne işin var senin bu mevsimde

Bu ellerde, bu yaban yerde

Peri kızı!"

Periler büyülüdür derdin hep,

Peri kızı, kalbim ki kırık bu gece

Ölülere, yaşayanlara,

Kaçanlara, kayıplara...

Ah, doldurabilir misin bu gece

Bütün yitirilmişlerin yerini!

Söyle peri kızı! aşk

Süveyla gibi sevilmek miydi?

Peri kızı, zifiri karanlık her yer

Gökyüzü beyaza kaplanmış gecedir

Mevsimler çoktan izleri sildi

Hâlâ ne diye uçuyorsun uzaklara

Öğrenemedin mi sensizliğin

Nefessiz kalmak olduğunu

Peri kızı, binlerce isimlisin

Boşluklarda süzülürken kuğu

Dağ, taş, dere, çayır koşarken ceylan

Kanatlanıp giderken turna sürüsü

Ve gece gökte ay şavkı

Peri kızı, söyle bana, insanlar

Seni sevemeyeceğimi düşünedursunlar

Ben gönlümde büyütürüm hüzünlerini

Sevmek sensin, yalnızca gözlerin

Gecelere yoldaş uykusuzluğum

Satıra can, bir kadının parmakları, Peri kızı

Bu mevsimsiz gidişin nereye

Kelebekler ölür bu vadide, ah burası

Kelebeğin cellattan yürekli oluşu dünyanın

Ya periler, onların da ölümü zamansız mı?

Ah, Peri kızı! Ne işin var senin benle

Bak uykularımı kaçırttın yine

Satır satır öldürdün beni

Kış gecelerine adatmamalıydın kendini

Eylül'de kalmalıydın sen

Peri kızı sonbaharda kalmalıydın

Buralarda eylül ölümün diğer yarısı

Biz seninle baharı bekleyelim Peri kızı

Çiçekler darılmasın gönlümüze,

Ne işin var buralarda peri kızı

Söyle, periler ölürken özür diler mi?

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme