MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ
Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.
Maziden Bir Sayfa – 1
Muhammed Gürcan
Tarihler 1604 yılını gösteriyordu. Van havzası, kışın tatlı ayazında bembeyaz örtülere bürünmüş ve saçlarını esen rüzgâra salmış matemli bir gelini andırıyordu. Anadolu'yu kasıp kavuran Celali isyanları asayişi bozmuş ve fitnenin bağlantısı olan İran Kızılbaşlarının yolu üstündeki Van'da korku ve güvensizlik şehrin tüm burçlarını zehirli bir sarmaşık gibi sarmıştı.
Kuyucu Murat Paşa'nın ülkeyi terör belasından kurtarmasına ramak kaldığından habersiz millet, ümitsizce çöküşe doğru sürüklenmenin çaresizliği içindeydi. Bu sırada tahta Sultan 1. Ahmet Han geçmiş ve halk arasında derin üzüntüye sebep olan şehzade katli, bu mübarek padişahın eliyle kaldırılmıştı. Payitahtta bayram gibi bir sevinç yaşanırken, Dünya'nın en eski devlet geleneği olan saltanat mücadelesi, tüm medeniyetler içinde ilk kez Osmanlı Devleti tarafından kaldırılmıştı. Ancak belki de artık birbirini gölgede bırakacak güçlü sultanlar çıkmayacaktı.
Batı'da haçlı saldırılarının başını çeken Avusturya, Doğu'da kaosun bayraktarlığını yürüten İran ve içeride ihanet hareketlerini ayyuka çıkaran Celaliler, devleti hırpalamış durumdaydı. Bu gün olduğu gibi, her devirde kendini gösteren dâhili ve harici bedbahtlar iş başındaydı. Sultan Macaristan cephesi serdarlığı için veziri azam Ali Paşa'ya ferman gönderdi. Şark ve Celali serdarlığına ise eski veziriazamlardan Cağalzade Sinan Paşayı görevlendirdi. Cağalzade'nin işi ağırdan alması ve Şah Abbas idaresindeki Kızılbaşların Azeri toprakları ile Tebriz'e geçiş yollarındaki tüm yerleşim yerlerini harabeye çevirerek insanlarını sürmesi Osmanlı birliklerinin işini zorlaştırmıştı. Askerin geçtiği yollar viran olmuş ve dumanlar yükseliyordu. Yiyecek bir lokma ekmek ve barınacak bir dikili taş kalmamıştı. Cağalzade kıtlık yollarında canından bezen askeri terhis edip kışı Van'da geçirmek isteyince, fırsatı kaçırmak istemeyen Şah Abbas, Fars Valisi Allahverdi Han'ı ansızın Van üzerine gönderdi. Serdarın bir hudut şehrinde ikamet etmesi görülmüş şey değildi. Hatasını anlayan Cağalzade 1605 Ocak'ında Erzurum'a gittiyse de, Van saldırılardan kurtulmadı. Kavuran soğukta memleketlerini savunmaya çalışan Vanlılar, Kızılbaş askerleri tarafından katledildiler. Esir düşenler Hoy şehrine gönderildi ve şehir yağmalandı.
İlkbaharda harekete geçen Osmanlı ordusu Tebriz'i ve Azerbaycan'ı yeniden almak niyetindeydi. Şah Abbas'ın birlikleri ise vur kaç ve oyalama taktiğini sürdürüyordu. Yaşlı serdar evvelce Halep Beylerbeyliği görevinden aldığı Nasuh Paşayı, Bağdat ve Şehrizor bölgelerinden toplanan Kürt askerlerinin komutasında, Batı Anadolu'daki Celali tehlikesine karşı yola çıkarıp, kendisi de Tebriz'e doğru ilerlemeye başladı. Başlarında Allahverdi Han'ın bulunduğu yirmi beş bin kişilik, dört veya beş tümenden oluşan İran birlikleri Osmanlı ordusunu beklemek için saklandılar. Osmanlı askeri Urmiye Gölü'nün kuzey kıyısındaki Tasuj'u Tebriz'e bağlayan ana yola indiğinde, vadide sakanmış bulunan Kızılbaşlar ansızın saldırdılar. Kızılbaşlara fevkalade mukavemet gösteren Osmanlı cengâverleri Cağalzade'nin 'ağır davranın, çok açılmayın' ikazlarını dinlemeyip takibe çıkınca felaket yaşandı. İran tümenlerinin tamamına yakın bir kısmı Erzurum Beylerbeyi Sefer Paşa ordusunu çembere aldı. İki tarafın da kayıpları büyüktü. Sonunda esir düşen Sefer Paşa Tebriz'e götürülecek ve şahın yaptığı mezhep değiştirerek sahabe-i kirama küfretme teklifini reddettiği için işkencelerle öldürülecekti.
Cağalzade ise karargâhına çekilmiş günün yorgunluğunu üzerinden atmak için uyumaya karar vermişti. Ordunun kazanma şansı hala vardı. Serdarın ertesi gün şafakla birlikte büyük bir taarruza girişip galibiyeti ele geçirme azmiyle dinlenmesine, savaşın durumunu müzakere etmeye gelen Kürt beyleri inanmadı. Onun uyuduğunu duyan askerler kaçtığını zannederek sessizce oradan uzaklaştılar. Oysa Osmanlı topçusunun sapasağlam yerinde durması İran ordusunu endişelendiriyordu. Sabah olduğunda terk edilmiş olduğunu gören serdar doğruca Van'ın yolunu tuttu. Osmanlı ordusuna yardım için gelen Halep Beylerbeyi Canbolatoğlu Hüseyin Paşa da yolda karşılaştığı kaçan askerlerden yenilgi haberini almış ve birliklerini Van'a alarak beklemeye karar vermişti. Cağalzade Van'a geldiğinde kale çevresine kurulmuş Halep çadırlarını görünce öfkesinden deliye döndü. Hüseyin Paşa'nın Halep Beylerbeyi olmasında etkisi büyüktü. Dostluğunun karşılığında yalnız bırakması ve ona bu utancı yaşatması kabul edilir gibi değildi. Derhal Van sarayına giderek Hüseyin Paşa'yı yanına çağırdı ve: 'Sana Eyalet-i Haleb, sefere zamanında erişmek şartıyla verilmiş iken böyle avdetimizden sonra mı gelürsün. A'dâ üzerimize geldiği zaman niçünerişmedün? Paşa ne kadar özür ve mazeret ileri sürdüyse de Cağalzade idamını buyurdu. Halep valisi, Van meydanına kurulan darağacında asıldı. Bu aceleyle verilmiş karar, Suriye'de devasa isyanların çıkmasına sebep olacaktı. Serdarın daha önce de Ferhat Paşa'nın idamına karar vermesi devletin Batı'sında büyük kargaşalara sebep olmuştu. Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil'e göre, serdarın bu iki büyük yanlışı yüzünden nice canlar heba olmuş, nice kanlar dökülmüştür.
SAHİ, KİMDİR CAĞALZADE SİNAN PAŞA?
Kanuni Sultan Süleyman Han devrinin sadrazam ve devlet adamlarından olan Cağalzade Sinan Paşa aslen İtalyan olup, 1545 yılında Sicilya'nın Messina kentinde yaşayan ve aslen Cenevizli olan zengin Cicala ailesinin çocuğu olarak Messina'da dünyaya geldi. İsmi ScipioneCicala idi. 1560 yılında Tunus açıklarında Osmanlılarla Haçlı donanması arasında Temmuz 1560 yılında yapılan Cerbe Deniz Savaşında babasıyla birlikte Kaptan-ı Derya Piyale Paşa'ya esir düşerek İstanbul'a getirildi. 17 yaşlarında Müslüman olup ilim tahsil gören Sinan Paşa, Yusuf Sinan adını aldı. 17 Eylül 1583 tarihinde Revan muhafızı oldu. Özdemiroğlu Osman Paşa ile birlikte İran muharebelerine katıldı. Özdemiroğlu'nun vefatıyla 24 Ekim 1585te serdar kaymakamlığına getirildi. Tebriz'in fethinde ve daha sonraki İran savaşlarında büyük hizmetleri görüldü. Mesih Paşanın sadrazamlığı döneminde İran Serdarı iken, sonra Bağdat ve havalisi serdarlığı uhdesine verildi. Tebriz'i ve Tiflis'i İran kuşatmalarından kurtardı. 17 Temmuz 1591de Kaptan-ı Derya oldu. Eğri Seferine katıldı. Haçova Meydan Muharebesinde düşmanı arkadan vurarak kesin zafer elde edilmesini sağladı. Bu başarısı üzerine sadrazamlığa getirildi. Aynı yıl Şam valiliğine sonra yine 1599'da Kaptan-ı Deryalığa tayin edildi. Bu vazifesine ilâveten 1604'te Doğu Seraskeri oldu. Ancak bu seferinde muvaffak olamadı. Diyarbakır'da hastalanan Sinan Paşa, 1605te orada vefat etti. İstanbul'da Cağaloğlu Camii ile Tabak Yunus'ta iki mescidi olup, Fethiye Camii yanında da bir medrese ile bir de mektep yaptırmıştır. Caminin sarayının ve hamamının bulunduğu semte sonradan Cağaloğlu denilmiştir. Ayrıca 1590 yılında Bağdat'ta inşa ettirdiği Cığalazade Hanı da Han-ı Zürur adıyla ayakta durmaktadır. Vezirlik müddeti kırk gün kadardır.
(Devamı haftaya… )
Kimiz Biz?
Zeynep Özdemir
Yedi kişilik sofraya sekizinci tabağı koyan anne-baba evladı olup yaşlanan anne babasını huzur evine gönderen birer vicdan yoksulu bireyleriz biz. Bir tarafta "Bir kuş sütü eksik!" deyip havalı fotoğraflarını paylaşan azgın bir midenin sesiyken, diğer tarafta aç çocuğuna parmağını emziren, ağlamaktan gözüne kan dolan bir annenin çaresizliğiyiz.
Açlıktan ölmesi beklenen minicik bir yürek arkasında onu yemek isteyen bir akbaba ve ona yardım etmek varken onu fotoğraflayıp gelen tepkilerden ruh sağlığı bozulan ve intihar eden Pulitzer Ödüllü Kavin Carter'ız biz. Bir dedenin, bir anneannenin elini saçlarına atıp okşamasını isteyen minikler iken şimdi otobüste gördüğü yaşlıyı telefonuna gömülüp görmezlikten gelen duyarsızlarız biz.
Bir yanda doğan çocuğunu çöpe, tuvalet lavabosuna atanlar iken bir yanda yıllarca minicik bir eli tutmanın özlemiyle kavrulan gözlü yaşlı, bağrı yanık anne babalarız biz. Kilometrelerce yol yapıp ölen oğlunu torbaya koyup sırtlayan babanın acısını dindiremeyen ilgisizleriz biz.Yatalak oğluna, kızına ömrünü adayabilen, elden ayaktan düşmüş eşinin altını temizleyebilen birer vefa örneğiyiz.
Gururundan aç kalıp da yine de para dilenmeyen nice insanın damlayan evlerinde yüreğine yediği o soğuk damlalarız biz. Ömrünün baharında sokak ortasında dövülerek öldürülen kadınların duyulmayan sesiyiz biz. Bir gün sevdiğinin elini tutup o bembeyaz gelinliği giymenin hayallerini kuran oysaki 70 yaşındaki gençlere yar edilen küçük gelinleriz.
Binbir masalla, uçsuz bucaksız hayallerle büyütülen, ailelerin atanamadığı için -işsizlikten- boynu toprak evinin tavanındaki ipte sallanan eli kınalı yavrularıyız biz. " Alnının teri kurumadan hakkını verin yiğidin." diyen bir neslin çocukları iken şimdi üç beş kuruşla çalıştırdığımız yetmezmiş gibi insanımızın can damarını da kesen bıçağız biz.
İnsana kendini değersiz htiren burnu büyük kendi küçük kullardan çekinip "Sedye kirlenir." dedirten garip Soma işçisinin naif yüreğinin karşısında ezilemeyen akıllarız biz. Yunus'un " Yaratılanı sev, yaratandan ötürü, sözünü idrak edemeyip hayat felsefesi giyim kuşam, cebin ağırlığı, makam mevki, kat yat olan içi boş değerleriz.
20. yüzyılda insanı temiz yüreğiyle değil o apak aklıyla değil yüzüne gözüne sürdüğü makyajıyla değerlendiren kusurlu beyinleriz biz. Mermeri yontup mucizeler yaratabilirken kendini yontmaya vakti kalmamış birer tez canlıyız biz. Başkasının kusurunu bine bin katarak söyleyip kendisine iğne ucu kadar bile eleştiri yapanı bir kaşık suda boğabileniz biz.
Kendi hayatını dizayn edemeyip ona buna sataşan en iyi yapılan işe bile binlerce kulp bulabileniz biz. Elinden toz bezi düşmeyen temizlik hastasının kapı komşuna dünyanın kirini atabilen bireyleriyiz biz. Önünde el pençe durup ceket iliklediğimiz kişilerin ardından onları her gün binlerce mezara gömeniz.
Ömrünü kâğıda, mürekkebe adayan; kitaplarını rafta bıraktığımız kırgın bir yazarın yüzünün yere düşme sebebiyiz biz. "O bana mektup yazardı, ben ona yazamazdım. Elin kızının evine mektup mu gönderilir, ayıptır. Yaşadığı şehirde bir gazete çıkardı, ben o gazeteye şiirler yazardım. Herkes şiir diye okurdu ama Mihriban bilirdi ki kendineydi o mektuplar..." işte bu satırlara sığan bir " Mihriban Türküsü "yüz biz.
Leyla'sına mektubu ulaşsın diye 25 kuruşluk pul için iki saat hamallık yapan, demir parmaklıklar ardında hasretliğin taşa çevirmeye çalıştığı yüreği ayakta tutan aşkız biz. İnce Memed, Ağrı Dağı Efsanesi, Yer Demir Gök Bakır 'la tanıdığımız zulmü, kula kulluğu reddeden Yaşar'ımın "Demir olsam çürürdüm, toprak oldum dayandım" dediği sessiz çığlığıyız biz. Her geçen gün nüfusu artan bir ülke olan lakin kimsenin kimsenin elinden tutmadığı oysaki herkesin bir nefese, bir ele ihtiyaç duyduğu bunca kalabalık içinde,
"Ağlasam sesimi duyar mısınız / Mısralarımda
Dokunabilir misiniz / Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Diyen Orhan'ımın dizeleriyle avuntu bulanız.
"Her şey bir insanı sevmekle başlar ." diyen Sait Faik 'e kulak vermek varken içindeki nefreti, öfkeyi öldürecekken onu arşa çıkarıp kendi çukurunda kuruyan gülleriz biz.
***
Biz Kimiz?
Zeynep ÖZDEMİR hocamız değer yargıları üzerinde insani yapıtları yeniden inşa ederken kaygılar ve geleceğin simgesini geçmişin özlemini satır satır işlemiştir. Bu doğrultuda, sosyal bir doku gerçeğini hayatın berraklığını ilmek ilmek nakışlara işleyen bir genç kızın çeyizi gibi harmanlanan bu güzel şiir toplumun değerlerini değersizleştiren yapılara ışık tutmuştur.
Tarihin mistik değerlerini geçmişin tekerrür eden deruni yapıları dışa vurmuş bir hegemonyanın balıksırtındaki gerçeklerin izdüşümleridir. Zamanla değişen değer yargıların teknolojik kaygıların ve ortam değişikliği ile insanların birbirinden korktuğu korku imparatorluklarının küresel bir krizi kapımızın eşiğine bıraktığının izlerini kaygı vericiliğini gözlerimizden topluma yansıtmış adeta...
Gayrı meşru ilişkilerin insanı yok sayarken meşru ilişkilerden ölümü sırtında sırtlayan babaların donarak ağlatmayan gözyaşlarının simgesini görüyoruz bu manalı şiirde.Vefayı, cefayı görüyoruz anaların gözlerinde ve hala erkek egemenliğinin yasama hakkını elinde aldığı kadınları hedef alan örfi duyguların en karanlık çehresini görüyoruz bu şiirde.
Muğlak intihar delilerine kurban edilen körpe kuzuların sessiz isyanını, eğitimin torpili referans diye dayattığı sonuçların körpecik yaşlarda son bulduğu, işçinin emekçinin hakkını yiyen bireylerin toplumda giriştiği bir süreçte değerlerin değersiz, gereksizlerin değer gördüğü bir mecmuanın şiirsel tavrını okudum sanki. Eski şair ve yazarların her konuda değerlere sahip bir edilgen tavır ile hareket ettiklerinin yansımalarını kanaviçe kıvamında dokunan bir şiirin temsiliyetini görüyorum.
Ve sonuç kısa ve net sevmekle ancak inşa edilebilir bu toplum, yeniden inşa etmek için sevmenin asıl ve gerçek bir dostluğun haberini veriyor şiir bize. Sahi biz kimiz diye haykıran dizeler biz buz kesilmiş yürekleri ısıtan dillere kalp olmaya geldik
Bu nadide değerlerin, olguların gönül aynanızda bize sunan Zeynep ÖZDEMİR hocamıza sonsuz şükranlarımı sunuyorum...
Yaşar Adıyaman
Kelimeşörler
Van YYÜ Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Zeki Taştan
Aşka dairdi tüm şiirler
Türkü ve şarkılar bile...
Yaşlandı dünya, geçti zaman
Aşk düştü dillere...
Şimdi herkes kelimeşör
Herkes âşık herkese...
Mervekakasına; anne bebeğe
Hatta "aşkım" diyorlar bir köpeğe!
Aşk yoksa ne kalır geriye?
Kim bakabilir ki şiire?
Ne eklenir ki bir cümleye?
Kamustaymış tüm bereket
Eskilerde saklı marifet
Kelimeler düşünce yerlere
Aşk da kirlenirmiş elbet!
Şimdi zaman kelimeşörler;
Fuzuli'yi fuzuli bilin!
Yeni şairleri görünce;
Mutlaka alkışlasın ellerin!
"Bütün şairlerden ileriyim
Herkesten de iyidir şiirim
Kitap yazmak da neymiş kanka!
En iyi ben bilirim!.."
On üçünde yazdım kitap!
Romanım bitti yirmisinde...
Şöhretim artık dillerde...
Cümlem yok sadece!
Cümle'mize geçmiş olsun;
Şiir de düştü dile...
Zemherindeyim
Selçuk Akyüz
Solunca, solup da maziye dolunca
O güneşi parlak mı parlak
O yağmuru sağanak baharın
Soldukça soldu
Ve maziye doldu baharında yeşerip de
Palazlanan baharım
Kışındayım şimdi, zemherindeyim...
Tir tir titredi ve dondu sonunda gönlümdeki ırmak!
Bir beyaz örtüyle kefenlendi hepten
Mevtaya döndü gönlümdeki toprak!
Hapsolup kaldı dalındaki kabuğa
Çıkamadı gün yüzüne gönlümdeki yaprak
Hapsolunca yaprağı dalındaki kabuğa
Çıplak kaldı gönlümdeki kavak!
Gönlümde bir tek çiçek bitmiyor
Ne zambak bitiyor
Ne de bir leylak!
Ama mutluyum
Benim için zevktir,
En büyük mutluluktur her şeye rağmen
Zemherini yaşamak!
Varsın donuversin gönlümdeki ırmak!
Varsın mevtaya dönsün gönlümdeki toprak!
Varsın hapsolsun dalındaki kabuğa,
Çıkamasın gün yüzüne gönlümdeki yaprak!
Varsın yapraklarını giymesin,
Çıplak kalsın gönlümdeki kavak!
Varsın gönlümde çiçek bitmesin;
Zambak bitmesin, bitmesin leylak!
Donacak, musallaya konacak olsam da,
Alamam ben beni gönlünden
Asla ve kat'a alamam!
Dolamam gönlüme, ben bana dolamam!..
Sen gönlünde üşüyüp tir tir titrerken
Ben bende olamam!..
Merhaba hazan
Zuhal Vadi Korkut
Deli bir rüzgâr savuruyor saçlarımı
Soğuk buz kesmiş gecelerde
Hoyratça ilişiyor umutlarıma
Yarınları yok sayarcasına
Dalından düşen sarı yapraklar
Dolanıyor ayaklarıma
Nicesine yüklediğim anlamlar
Kifayetsiz kalıyor
Ah be hazan!
Niçin niçin hüzünlüdür
Güneşin batışında soğuk gölgeler
Kızıllığına hapsolmuş
Rutubet kokan sandıklarda
Anılarla yoğrulmuş
Eski fotoğraflardan ziyade
Ne kaldı geriye...
Heybemde düş kırıklıklarım
Ve yüreğimde yobaz duygular
Bakma üşüdüğüne ellerimin
Soğuk duvarlar örtüyor benliğim
Karanlığın girdabında
Kanat çırpmak umuda
Ondandır ki
Yakışmaz ölüm kelebeklere...
Kuşlar göç edecek birazdan
Baharın sıcak yüzüyle selamlaşmak için
En tiz sesiyle feryat ediyor serçeler
İçindeki gamı kusarcasına
Rıhtımda batan bir güneş
Usulca süzülüyor zaman
Hazanın soğuk yüzü omuzlarımda
Yüreğim vedaların buğusunda
Hapsolmuş gurbete
Mahkûm ayaklarım...
Şimdi gitme vakti
Kuşların kanat çırptığı
Çiçek kokulu mevsimlere...