MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ
Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.
1976 Çaldıran Depreminde Bir Mahkeme Salonu
Ümit Kayaçelebi
Değerli dostlar! Van depremlerle yıllardır savrulan ve acılar yaşayan bir şehir. İşte 1976, işte 1970 ve 2011.Ben bu gün 1976 yılında Van Erciş'te Hâkim olarak görev yapan ve daha Sonra İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesinde başkanlık yapan ve daha sonra Anayasa Mahkemesinde üye olarak görev yapan Hâkim Sayın Ali Güzel'in ilginç ve kıymeti haiz bulduğum bir anısını size nakletmek istedim.
Saat 14.30 sıraları. Erciş Ağır Ceza Mahkemesinde bir cinayet davası görülmekte. Hükümet binasının alt katındaki duruşma salonu tıka basa dolu, izleyiciler, herkes orada. Önümde dört tutuklu sanık, yanlarında korumacı jandarmalar...
Ben bir şahidin ifadesini almakla meşgul iken bir ara, yerden 20-30 cm yüksekte bulunan ahşap kürsü zemininden birtakım gürültü, tıkırtı benzeri sesler duymaya başladım, herhalde yanımdaki arkadaşlardan biri ayağını tahtaya vuruyor diye düşündüm. Hemen akabinde bir cam kırılması sesi oldu. Bunun için de herhalde bir yerlerde pencere camı kırıldı diye düşündüm. Tabii bunlar bir iki saniye içerisinde cereyan eden şeyler... Derken kapıya yakınlık sırasıyla tüm kalabalık; jandarmalar, tutuklular, izleyiciler, avukatlar birden kapıdan dışarı koşmaya başladılar. Ve derken yanımdakiler, mahkeme üyeleri ve savcı hareketlendi, onlar da kaçışmaya başladılar. Tüm bunlar olup biterken o an deprem olduğunu en son anlayan ben oldum. Neden en son? Çünkü duruşmanın yöneticisi olarak, önümdeki şahidi dinlemekle meşguldüm, kendimi ona vermiştim. Anlar anlamaz ben de kendimi dışarıya attım.
Yazdığımız tutanaklar, kâğıtlar her şey duruşma salonunda kaldı.(Dosyayı tutanak kâtibi Fetullah kucaklayıp kaçmıştı) Tabii o korku ve telaş anında insanlar kendilerini dışarı attıklarında etrafa yayıldılar. Jandarmalar bir tarafta, tutuklular bir tarafta kaldı. Sonra insanlar kendilerine gelip birtakım önlemler aldılar.
O kargaşada tutuklu sanıklar firar ettiler. Ancak iki gün sonra gelip kendileri teslim oldular. Çünkü sanıyorum ki deprem kaygısıyla ailelerinin, çoluk çocuklarının akıbetini merak etmişler, görmek istemişlerdi. Gittiler köylerine, baktılar ve sonra kendiliklerinden geldiler. Biz de mahkeme heyeti olarak, ilk günkü panikten sonra ertesi gün, binaya girdik daktiloda takılı kalan duruşma tutanağına "bu sırada meydana gelen deprem nedeniyle oturuma devam edilemedi" kaydını da ekleyerek tutanağı ve dosyayı her nasılsa kırılmamış olan tahta dolabında korumaya aldık.
Deprem anında işittiğim cam sesi meğer arkamızda asılı "Adalet Mülkün Temelidir" levhasının düşüp parçalanmasındanmış. Hükümet binasında fazla sorun yoktu ama ilçe ve çevresi hasarlıydı, kayıplıydı. Hafif hasar, orta hasar, ağır hasar şeklinde derecelendirilen tespit çalışmalarına ilişkin sohbetlerimizde bir arkadaşın, bir kısım köyler için, "o köylere depremden önce de gidilseydi ağır hasar yazılırdı" sözleri, hafızamda kayıtlıdır.
23.10.2011'den değil, 24.11.1976'dan bahsediyorum; merkez üssü Muradiye'nin Çaldıran köyü olan ve yaklaşık 5000 insanımızın canına mal olan 7,5 büyüklüğündeki depremden...
Peki, o depremden sonra bir şey yapıldı mı? Duyduk ki yapılmış. Bilim adamlarının olumsuz raporlarına ve uyarılarına rağmen fay hattı üzerinde afet evleri yapılmış! (Şaka mı acaba?) Şaka değil; toprak gibi kum ve biraz çimento karışımı ve burgusuz tel gibi demirden çok katlı binalar da yapılmış! (Doğup büyüdüğüm kasabada avlulu tek katlı evden sonra "apartmanda oturmak", sınıf ve çağ atlamanın önemli göstergelerinden biriydi!)
Şaşılacak bir şey var mı? Ülkenin muktedirleri katında bilimin sesi, genellikle, rant ve çıkar hesaplarının, kısa vadeli kurnazlıkların gerisinde değil midir? Şehircilik, imar, doğal çevre ve benzeri konularda, hele de mühendis ve mimar odaları, "Büyük icraatçıların" yoluna taş koyan değiller midir? Üniversiteden pek çıt çıkmıyorken bu meslek odalarına ne oluyor!
Deprem öncesinden vazgeçtim. Ülke genelinde defalarca yaşanan deprem ve sair afet deneyimlerine ve olay yerinin deprem bölgesi olduğunun bilinmesine rağmen; deprem akabinde görülen plânsızlık, koordinasyonsuzluk ve yönetim zaafiyetine, doğrusu, şaşırmamak mümkün değildir. Hiç olmazsa; ihtiyaç sahiplerine asgari yaşam standardının sağlanması, hizmetlerin ve yardım malzemelerinin güvenlik içinde, adilane, uygarca dağıtılması ve bu işlerin kırıp dökmeden, izleyenleri bile utandırmadan yapılması, yüreklere biraz su serpecekti!
Bazı ırkçı, barbar söz ve davranışları "kem söz sahibinindir" deyip bir kenara koyarsak, yüreklere birazcık serpilecek su, ülke içinde ve dışında gösterilen dayanışma duygusundan, arama-kurtarma kahramanlıklarından geldi.
Ancak "Ben devletim" geleneksel tavır ve zihniyetine rağmen, resmen görevli ve sorumlu olanların -kendi vicdanlarında sorgulama yapıyorlar mı, kişisel ve kurumsal olarak güven ve saygıyı hak edecek ölçüde kaliteli hizmet verdiklerini düşünüyorlar mı bilmem ama- toplum karşısında, yaptıklarını ve yapmadıklarını izah etmelerini ve hesap vermelerini bekliyorum. Bu hesabı istemeye, geride kalan ve yaşama sevinci örselenen tüm insanlığın hakkı vardır.
KAYNAK: Ali Güzel İstanbul - BİA Haber Merkezi31 Ekim 2011, Pazartesi 10:09
Dünyadaki Cennetim: Şamranaltı-1
Muhammed Gürcan
Eğer bir gün yollarında yürürken evinin bahçesinde çocuklarına 'vıle daş atmayın yola, arabalar geçi; yahu bunlar heç lafdan anlamiyi' diye konuşan bir annenin uyarısını işitirseniz, biraz ötedeki evinin damında beyaz güvercinlerini uçuran bir gencin ıslık ve alkış sesleriyle irkilirseniz, yoldan geçen hiç tanımadığınız bir amcanın meraklı bakışlarıyla verdiği samimi selamını alırsanız ve gözünüze her adımda bir elmalıkları ile girişinde çardağı bulunan evler çarparsa bilin ki, benim bu dünyadaki cennetimdesiniz. Yani Şamranaltı'nda...
Kaynağı sevda olan ve yapımı antik çağlara kadar uzanan Şamran Çayı'nın aşağı tarafında kurularak adını bu sudan alan şirin ve güzel yer. Küçüklüğümüzde anlattıkça gözleri dolan yaşlılarımızdan, Ermeni zulmünün dehşet verici hikâyelerini dinlerdik. Kültür ve bilgi hafızası bu vahşetle, format çekilmiş bir disket gibi silinen geçmişinin ardından yeniden ve sıfırdan kurularak acı - tatlı olaylarıyla, aşklarıyla, sırlarıyla mahşerdeki uyanışa benzer bir dirilişle tekrar hayat bulmuş, ancak teknik açıdan geri kalmıştı. Beldemiz Van'ın merkezinde oturanlar için köy, köyden gelenler içinse şehir gibi anılır, biz ikisi arasındaki A'raf benzeri konumumuzla hem köylü, hem şehirli sayılırdık. Merkezden misafirliğe gelen yakınlarımız kalkarken 'geç oldu artık yolum uzun, daha Van'a gidecam' derdi! Şehrin sebze ve meyve ambarı burasıydı. Erken uyuyup güne erken başlayan muhitimiz hayatından memnun ve mutluydu.
Beynimin meltemiyle ruh dünyamda havalanan sayfalara yüklenmiş bir öyküye hapsedilemeyecek kadar sayısız çocukluk anısının deryasından incecik sızıntı ile aidiyetimin müşahede edilmesini istedim. Hayata gözlerimi açtığım bu diyarla ilgili ne zaman hatıralara dalsam, bağ ve bahçelerinin o büyüleyici güzellikteki doğasıyla, kale ve gölünün çerçevelediği muhteşem atmosferiyle, coşkusunu ta iliklerimde htiğim Şamranaltı'nın hayali beni alıp götürür.
Bölgedeki tek okul Eminpaşa İlk Okulu idi. Anne babalarımızı mezun eden bu eski ve müstakil bina tüm çevre mahallelerden gelen öğrencilere yetiyordu. Müstahdem İsa veya Sıddık amcanın elinde sallayarak çaldığı paydos ziliyle birlikte okulun dört yanı simsiyah bir tarlaya döner, seyrek geçen arabalar yolları, birbirini itip çekerek yürüyen çocuklara bırakırdı. Dar ve tozlu sokağımızda kimisi alt sınıftaki kardeşinin elinden tutmuş ilerlerken, bazısı da daha eve yetişmeden beyaz yakalığının düğmesini çözmeye ve önlüğünü çıkartmaya başlıyordu. Alelacele çantalarımızdan kurtulup, sokağa çıkar okulda kısıtlanan oyuna daha serbest ve coşkulu devam ederdik. Bazen oyuna öylesine dalardık ki, annelerimiz bizi uyku saatinde, babamızla korkutarak güçlükle eve sokarlardı. Çoğu zaman öğün yemeği yemez, acıktıkça evden aşırdığımız yavan veya salçalı ekmekle kifayet ederdik. Zaten ağaçlardan kopardığımız hıc (reçine) ve meyveler ile çayırda - bayırda topladığımız yemlik ve benice gibi bitkiler ara öğün yerine geçmekteydi.
Okula Fidanlık tarafından gelen arkadaşlarımızın çoğunun ailesi fakirdi. Çocuklar abi, ablalarından kalan eski ve ağarmış okul giysilerini giyerek gelir, defterlerini gazeteyle kaplar, beslenme derslerinde ise annelerinin çantaya koyduğu otlu peynirle lavaş ekmek bohçasında başka bir şey bulunmazdı. Bizim de pek harçlığımız olmazdı; tabi yağmurlu havaların ardından dükkândan aldığımız leblebi tozu, emmece veya peynir şekeri için toplayıp bakkala sattığımız tenekelerle salyangozu saymazsak! Arada bir okulda dağıtılan kuru üzüm ya da fındık gibi küçük ambalajlı farklı yemişleri tek başımıza yemeye kıymayıp evdeki kardeşlerimize de götürürdük.
İlkbahara girerken karların eridiği ve toprağın ısınmaya başladığı okulun tümsekli bahçesinde, yer yer yükselen buharların güneşin berrak ışığında hüzmelenişini seyretmek heyecan vericiydi. Yol kenarlarında sıralanmış iğde ağaçlarının çiçeklerinden yayılan keskin rayihası hala burnumda. Tatile yaklaştıkça bembeyaz kefeninden sıyrılıp yeniden uyanan tabiatın bedahet derecesindeki canlanışı, bahçelerde birbirine karışmış kayısı, ayva, elma ve armut gibi meyve ağaçlarının renk cümbüşüne belenmiş çiçeklerinde uçuşan arı ve kelebeklere envai türlü kuş seslerinin eşlik edişi yaşama sevincimizi kat kat arttırırdı.
Çok değil 20 - 30 yıl kadar önce mahallemizde dev kavaklar üzerindeki onlarca haşmetli leylek yuvaları etrafında toplanmış sayısız serçe, sığırcık, saksağan ve kargalarla, elektrik tellerini bir uçtan diğer uca kadar kaplamış kırlangıçlar vardı; birbirine bitişik kerpiçten evlerin toprak damlarının saçaklarında sıra sıra yuvaları bulunan. Hele bahçelerdeki pamuk elma veya dut ağaçlarında toplanan nice türün çılgınca ötüşünü hiç unutmam. Bir de dal ve sürgünlerin arasında minik bir gölge gibi saklanan masum edalı çalı kuşlarının zarafetini. İki yanını balkon çiçekleri ve güllerin kapladığı taş yolun sonundaki üzüm asmasıyla sarmalanmış kamelyalar bülbüllerin uğrak yeriydi. Tarihi Van Kalesi'nin mistik ve gizemli kayalıklarında seğirten renkli ve mağrur kanatlılarla, göle yakın sazlıklarda uçuşan çeşitli su kuşlarının hayret verici güzellikteki ötüşleri yabani cazibesiyle artık hayallerimde yaşamaktadır.
Bağ ve bostanlarda huzurlu bir telaşla, çalışan insanların çoğunun gelir kaynağı meyve ve sebze yetiştiriciliğiydi. Hayvancılık daha çok evin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olup, hemen her evin büyükbaş hayvanlarının yanı sıra, tavuk, ördek, kaz ve hindi gibi kümes hayvanları bulunmaktaydı. O yüzden yaz aylarında kavgaların genel sebebi su idi. Bereketli Şamran suyunu kanallar aracılığıyla YSE'den başlayarak -yukarıdan aşağıya doğru- herkes sırayla bahçesine bağlardı. Eskiler o suyu içmek için de kullandıklarını, hatta bahçeye akan suyla birlikte zaman zaman balık bile geldiğini anlatırlardı. Şamran suyu bölgemizin hayat kaynağıydı. Bu yüzden sulamada sıraya riayet gelenekti. Ancak sabah daha hava aydınlanmadan subaşına gidip kendi tarafını öncelikli sulayan sabırsız birinin arkı değiştirilerek suyu izinsiz kesilince küreklerin biri kalkar biri inerdi! Ama neyse ki, mahallenin büyükleri arayı bulur, iş uzamadan konu kapanırdı.
Ne çok kül olmuşum
Cemre Miralan
Ne çok kül olmuşum meğer
Yanmayacak bir ateşe
Ne de çok tutulmuşum
Yanımdayken bile nefesine
Oysaki
Senle sevmiştim ıslanmayı
Kırk ikindi yağmurlarında
Seninle yürümüştük
Upuzun kaldırımlarda
Seninle inanmıştım
Göğün sonsuzu bir aşk'a
Ben senin vazgeçilmezindim hani
Ben senin duygu denizindim
Yağan yağmurda sırılsıklam
Islanmış mendilindim
Ama gel gör ki ey sevgili
Artık, duygularımı kaybettim
İnancımı da kendimi de
Taş kadar hissizdir kalbim
Ne zaman düşsem
Beni ayağa kaldıran eldin oysa
Bil ki ey sevgili, sen ki
Yağmurları sevme nedenimdin.
Bitmeyen Aşk
Yusuf Aytekin
Kitabın sayfalarına yazayım bari
Küçük notları
Acımasın, acıtmasın
Bırak beni, yalnızım, onunlayım
Aman bilmesin
Müziği akışına bıraktım
Götürsün beni saklı cennetine
Görmesin, duymasın, bilmesin
Şiirlerde bulmak seni
Şarkılarda yaşamak
Sakın anlamasın
Anıları atık yalnız yaşamak
Bırak bilmesin
Yüreğimin güneşte üşümesini
Kışın donup kalmasını bilmesin
Bir salkım üzümde saklı aşkımızı,
Bırak hatırlamasın
İnsanlara karşı aşkı savunduğumu
sadakatimibırak bilmesin
Kaybolduğum şarkılarda
Şiirlerde seni bulmak ve
Dokunamamak sana
Bırak acısını bilmesin
Gözlerindeki sönük aşkı görüp
Deli gibi sevmek
Bırak nasıl olduğunu bilmesin
Olduğunu bile bilmesin…
Bilmesin ve çekip gitsin
Çünkü sen böylede
Çok güzelsin.