Mavi Şehrin Kalemleri
Ayşegül AYAZ
Darmadağın
Küstüm, hayatın renkli haline
yorgunluk hükmeder bedenime
yaşadığımı bile hmiyorum
sen olmayınca yanımda
eskidi yüreğim yangınında
battım batacak karanlığında
böyle acı mı veriyor her sevda
kanatıyor yaralıyor mu
haberin olmadan
yükledim senli hayalleri kırık bir sandala
yüreğim hüznün en demli akşamları
elimde son sigaram
nefesiz kalmış ciğerlerim
imkansız sevdalara daldı yüreğim
bilmedi bilemezdi sevdanın ağır yükünü
Züleyha'nın Yusuf'a olan sevdasıydı
yakıp kül eden bedeni
bir ömür tükettik yolunda
oysa ne açılmamış güller beslemiştim
yüreğimden sana
oysa şimdi fırtınaya tutulmuş
zavallı bir kayıkçıyım kampında
üstüm başım darmadağın.
Leyla YİĞİT KAYA
Acından kamburlaşan yüreğim
Acından kamburlaştı yüreğim
dilim nasır tuttu
ağırlaştı bedenim
tarifsizim
duvara astığım resimlerin
hep gülüyor
bakıyorum sana
bakıyorum gülüşüne
dakikalarca
sonra ne oluyor
biliyor musun?
utanıyor
kamburlaşan yüreğim
sen yokken ben hâlâ
niye yaşıyorum diye
paralıyor beynim
yüreğimi
sen yokken ben
neden varım diye?
Rümeysa KAYA
Ezrak
Kursağında kalmış kelimeleriyle bir şiirdir insan
çok hüznüyle dünyanın geçip gittiği
sevda sahrasında mecnun olmak, diyordu Hüdai
hiçbir vahada durmadım soluklanmak için
ah ki durmadım, kısık bir sesle çağırdım o gece:
"Be yadi yari hoşa katre eşki
be süz-e eşki hoşa zindegani"
aldık yasaklı meyveden, dünya nasibimizi
ah ki şarklıyım,
hep ağıtlı şarkılarda buluyorum kendimi
her şeye rağmen şarkılar söylüyorlar burada
sıktıkça hayat kemendini
burada ölüm elinde karanfillerle gelmiyor sana
tüm coğrafyası matem bir dünya
alışamadım Ezrak
hayatım, alışılagelmiş bir tekerrürden ibaretti oysa
ah ki ateşim, kibritçi kızın yaktığı son kibrit
değişmeyen tek şey acımızdır belki Heraklit!
acının en tiz yerinde kalışımızdır,
tüm oluşlar kalıyor oluşumuzdur
kalmak, boynu bükük bir fiildir oysa
tüm kelimelerden geçtim de Ezrak
tek cümlede tutuldu dilim
konuşamadıklarımızı paslı bir kutuda dahi
sunmuyor hayat
hayat, hayat demişken yakın geçmişim
ah ki sönmedi ateşim
uzayıp giden bir yol çizeceğim
resim defterimin en sağına
senin yollardan beklediğin nedir Ezrak?
önce yoldaş, sonra yol demiş büyüklerim
yüreğini al da gel, birlikte yürüyelim.
Faysal DEMİR Lâl Dilim
"Oku, seni yaratan Yaradan'ın adıyla oku."
Yok üstat, dedim
ben sadece yanmayı bilirim
yar/a/dan kalan acıyla
bazı yaralar var
çok hisli / çok izli /çok gizli
bazı yaralar eskâre oysa çok sesli
bir tenekeye demirle vurmak gibi
dünya'ya bir yaradan bakmak gibi
Yaradan'a bakmak gibi...
"Oku, seni yaratan Yaradan'ın adıyla oku."
yok üstad, dedim.
ben sadece kanamayı bilirim
yar/a/dan kalan acıyla
bazı acılar vardır
çok anar / çok yanar / çok kanar
balkonda kafesi açık bir kanarya
hani kimilerimiz bazı sabahlarda
göğüs kafesinden kanar ya...
"oku, seni yaratan yaradanın adıyla..."
yok üstad, dedim
ben anmayı bilirim
yar/a/dan kalan acıyla
bazı anılar vardır
kor gibi / har gibi / yâr gibi
"oku, seni yaratan yaradanın adıyla oku"
aç okuyayım üstad, dedim.
Okudum / okudum / okuyamadım...
üstad çekti, gitti...
kaldım/ lal gibi / dal gibi /del(i) gibi
yaradan bana seni sevecek kadını
bir köşeye bıraktım, dedi.
sonra yuvarlak yarattı dünyayı
halime baktı / güldü, güldü, güldü...
Beni Yüreğimin Tüm Masum Zerreleriyle Baş Başa Bırakın
Esma GÜLAÇAR
Beni o uzak diyarların şeffaf şehirlerine yollayın. Bu yolculukta kendim olabilmenin savaşını vermeden yol alayım. Beni sissiz, buğusuz pencereden bakabileceğim kalplerle yoldaş eyleyin.
Beni suretimi değil benliğimi görebilenlere kavuşturun. Güzelliklerin arkasına gizlenmiş çirkinlikleri görebilmenin tahsilini verin bana. Cüziden yola çıkaran külliye ulaşabilmenin marifetini öğretin bana. Ey yürekleriyle konuşanlar kervanı! diye hitap edilenlerin yoluna sevk edin beni.
Beklemekten yorgun düşmeyi unutturun bana
Beklememeyi, beklentilerimi savurabilmeyi öğretin
Ümidimi Rabbime münhasır kılabilmeyi
Sonu olmayan girdaplarda debelenmemeyi
Kusurları ve çirkinlikleri bakışlarımda tutsak etmeyip salıvermeyi anlatın
Nimetlerle ve iyi olan tüm güzelliklerle kontak kurabilmeyi öğretin
Önüme sunulan yalanlarla uğraşmayı bırakıp hakikate yetişebilmenin yolunu gösterin bana
Bana kendi gerçekliğimin imtihanını verirken o hakikat diyarının yolcusu olduğumu hatırlatın. Beni iyi niyet taşları ile döşenmiş cehennem ehli akılsızların yolundan alıkoyun. Beni zalimlerin telkini ile mazluma bilmeden zulmeden ahmaklar gibi gaflete düşmekten koruyun. Bana "Hiç akl etmez misiniz" nidasını hatırlatın. Yoluma ve sonuma yön verecek olan aklımı elimden almak isteyenlere direnebilmeyi öğretin. Düşünüp sorgulama, hissedip muhasebe etmeyi unutturmayın. Sinsice yaklaşan maskelerin ardındakini görebilmenin marifetini anlatın bana.
Beni yüreğimin tüm masum zerreleriyle baş başa bırakın. Işığımın kurtuluşuma götüren yansımalarına gölge etmeyin. Beni masum kalmış hasselerimi koruma gayretimden alıkoymayın. Önüme yığdığınız taşlardan aramıza duvar ördürtmeyin. Öldürmeyin! Temiz bakan, temiz gören ve temiz kalmak için direnen masum yürekleri. Bulandırmayın! Doğru düşünen, adil karar veren kalbi ve ruhuyla irtibatını daim kılan safiyane zihinleri. Kısıtlamayın tüm güzel idealleri, Küçümsemeyin küçük adımlarla başlayan engin hedefleri.
Beni ölmüş ruhları taşıyan başıboş bedenleri taklide zorlamayın. Taklidi bile birbirinden farklı her insanın kabiliyetine yön değil yol verin. Bırakın her an denetlemeyi, örnek olmayı deneyin. Terk edin sahiplenme arzunuzu, hiçbir şeyin asıl sahibi olmadığınızı bilin. Emanet bilin size verilen tüm güzellikleri, bir gün veda edeceğiniz gerçeğini özümseyin
Size ebediyen yoldaş olacak güzellikler biriktirin. Yüreğimden kalemime dökülenlerin.
Yüreklerinize hitabını dinleyin...
Ayşe AKYOL
Yakını iyi gösteren uzaklar
Ağustos ayının kavurucu sıcaklığıyla açtım gözlerimi. Saat 8.15'i gösteriyordu. Zaten tüm gece heyecandan uyuyamamıştım. Aslında biraz da mutsuz olabilirdim çünkü Mısto ve Welat'ı çok özleyeceğimi biliyordum ama neticede İstanbul'a gidiyordum. Allah'ım! Kalbim durabilir şu an. Yıllardır okul kitabında ve gece boyu babamın gözünü kırpmadan takip ettiği haberlerdeki kocaman şehirde ben de yaşayacağım artık.
Peki ya Mizgin neden hiç mutlu olmuyor? Tüm gece ağladı niye gidiyoruz diye. Şu kızlarda amma abartıyorlar her şeyi hem ben biliyorum Mizgin de şimdiden İstanbul hayalleri kuruyor. İstanbul o kadar büyük ki hayallerimize bile sığmıyor. Daha fazla dayanamadım, çıktım yataktan. Camdan son kez Diyarbakır sokaklarına baktım. Senelerdir aynı sokak, aynı evler, aynı insanlar. Tek seferde üstümü giydim. Mutfaktan gelen seslerle annemi uyandığını fark ettim. Hızlıca yanına gidip:
“Ana gidiyoruz değil” diye sordum.
“He oğlum gidiyoruz” dedi. Sanırım gideceğimize en çok sevinen bendim. Galiba tek sevinen de bendim. Türlü dualarla, gözyaşılar ile bir tören edasıyla yola koyulduk. Babam daha şimdiden CiwanHaco'dan “Welatemin” şarkısını açmıştı bile. Ne yalan söyleyeyim benim de içim burkulmuştu biraz. Mısto ve Welat'ın arkamdan baktıkları an hiç gözümün önünden gitmiyor. Mizgin ise kollarını kafasının altında birleştirmiş sessizce ağlıyor. Keşke şu an ona sarılabilseydim ama yıllardır tek güzel söz söylememiş idik birbirimize. Şimdi sarılmak çok saçma olurdu. Yine de içim rahat etmedi:
Mizgin
Hıı
Sen hayatında hiç deniz görmedin değil?
Diyarbakır'da deniz vardı da ben mi görmedim?
İstanbul'da kocaman denizler var. Üstünde beyaz kuşlar öyle güzel uçuyor ki insanın içi heyecan doluyor.
Sen nerden biliyorsun bunları?
Mustafa Hoca telefonundan gösterdi. Daha bir sürü şey var. Mesela…
Tamam, Azad.Yeter,uyucağım.
İyilik yapanda kabahat ne diye bu cahile laf anlatıyorum ben de.
Yol boyunca İstanbul'u düşledim. Sonra sınıfta sunum için anlattığım Galata Kulesi, Kız Kulesi, masmavi deniz, martılar…
Tesislerdeki dinlenmelerimizi de sayarsak 20 saattir yoldayız. Babam İstanbul'a çok az kaldığını söylüyor. Zaten yollardan, arabaların markalarından hatta yüzdeki ifadelerden bile anlaşılıyor İstanbul'a ne kadar yakın olduğumuz. Babam gelmeden önce bir ton nasihat vermişti. Yok, bilmem birinin elinden bir şey yememeliyiz de insanlara hemen güvenmemeliyiz de, dünyanın bin türlü hali varmış da..
Aslında babam pek nasihat veren biri değildir. Bizimle çok fazla özel muhabbetlere de girmez. Babamla ilgili htiğim tek şey varlığıydı ama neden bilmiyorum yola çıktığımızdan beri biraz sıcak davranır olmuştu. Televizyon başında tek kelime etmeyen adam gitmiş yerine arabada bizi güldürmeye çalışan biri gelmişti. Mizgin'in de şaşırdığı tüm halinden belli oluyordu hatta annem de babama biraz tuhaf bakıyordu. Yol boyunca o kadar çok hayal kurmuştum ki artık gözlerime hâkim olamadım. Denizin üstünde iki kuş beni seyrediyordu ben de onlara şarkı söylüyordum. Mısto ve Welat uzaktan koşarak geliyorlardı. Sonra sarılıyorduk birbirimize. Gökyüzünden korna sesleri geliyordu ve gittikçe artamaya başlıyordu.
Oturduğum yerden irkildim birden. Yarabbi! Bu neydi böyle. Bir sürü araba vardı. Aynı televizyonda izlediğimiz gibi binalar kocamandı. Biraz daha yükselseler gökyüzüne değecek gibiydiler.
Baba…
He, oğlum.
Burası İstanbul'dur?
He oğlum. Geldik sayılır.
Mizgin, Mizgin
Ne Azad ne
Kalk geldik İstanbul'a.
Saatlerdir ağlayan Mizgin şimdi ağzı açık etrafı izliyordu. Babam daha soru yağmuruna tutulmuştu.
Baba…
Söyle oğlum.
Bu büyük binalarda insanlar nasıl merdivenleri çıkabiliyor?
Baba bu insanlar niye düğüne gidecekler gibi giyinmişler?
Buralarda pek deniz görünmüyor. Bizim ev denize yakındır değil baba?
Annemle gülmeye başladılar. Gerçekten burada kaçak elektrik kullanan yok muydu? Hiç mi? Mizgin sessizce dışarıyı izliyordu. Sanırım daha çok kızlara bakıyordu. Valla ne yalan söyleyeyim buradaki insanlar sanki düğüne gideceklermiş gibi giyinmişlerdi. Kim bilir belki de düğüne gideceklerdi. Gözlerimi kırpmadan hayretle habire babama soru sorarak bitirdik yolu. Girdiğimiz mahalle iki yanı evlerle kaplı, yollarında hiç çakıl taşı olmayan, sıradan bir yerdi. Dışarda hiç çocuk yoktu. Kış olsaydı anlardım ama mis gibi ağustos ayında dışarıda olmamak biraz garip gelmişti. Neyse babam önde biz de arkasında iki katlı bir binaya girdik. Az önce gördüğüm evlere hiç alakası yoktu bu evin. Kocaman bir koridor, duvarları batmış üç oda, dolapları yıkık dökük bir mutfak. Kirli camlarından dışarısı görünmeyen bir evdi işte. Azda olsa umutsuzluğa kapılmıştım ama tek bir ev benim o koca hayallerimi yıkacak güçte değildir. Annem:
Çok da kötü değil bence. Ben şimdi bir siler süpürürüm mis gibi bir yuvamız olur.” Dedi gülümseyerek ve tekrar anladım ki anneler bize verilmiş en büyük nimetti.
Stranlar eşliğinde tüm evi en azından yaşanabilir bir hale getirmiştik. Zaten annem neye dokunsa sanki sihir yapıyormuş gibi orası birden mükemmel oluyordu. Az önce girdiğimiz evden tuhaf bir koku dışında eser kalmamıştı. Hepimizin gözlerinden uyku akıyordu. Gündüz sırasını geceye verince biz de bunu fırsat bilerek deliksiz bir uykuya tutulduk.
Uyandığımda ne bir horoz sesi vardı ne de çocuk sesi. Dün nasıl bırakmışsam bugün de aynısıydı. Perdeyi açıp dışarı baktım. Fatma Teyzeyi özlediğime inanamıyorum. Her sabah oğlu ile ona isyan ede ede uyanırdım. Sokakta birkaç bisikletli çocuk geçiyordu. Aklıma Mısto ve Welat ‘la bisiklet hayallerimiz gelmişti sonra da kalbimde minik bir sızı htim. Annemler uyandıktan sonra fırına ekmek almaya gittim. İşte bunun için saatlerce ağlayabilirdim çünkü tandır ekmeği benim en hassas noktam idi. Acaba bu şehre alışamayacak mıyım? Diye bir kaygı oluştu ama hemen sildim kafamda. Sanki Diyarbakır'da ağa hayatı yaşıyordum da İstanbul'a alışamayacaktım. Kahvaltı yaptıktan sonra annemler sofrayı topladı. Ben de cam kenarındaki koltuğa oturdum. Üç gün geçti hala oturuyordum. Beş gün geçti hala oturuyordum. Daha bir ay önce eve sürükleyerek götüren annem şimdi dışarı çıkmam için ısrar ediyordu. Düzgün konuşamadığım için kimseyle sohbet etmek istemiyordum. Okulun açılmasını dört gözle bekliyor ve içimde hala bu şehirle ilgili umutlar biriktiriyordum.
…
Yarın okulda ilk günümü geçireceğim. Yeni bir okul dönemi, yeni bir şehir, yeni insanlar bunlar ben de hadsiz bir heyecan uyandırıyordu. Tüm gece her zaman yaptığım gibi milyonlarca hayal kurdum. Mizgin ise fazla tedirgin görünüyordu. Olayları her zamanki gibi abartıyor. Anneme yarın nasıl davranması gerektiğini falan soruyordu. Hayatta bu kadar saçma bir soru daha görmemiştim. İnsan nasıl davranması gerektiğini neden önceden planlar ki?
Karmakarışık yollardan geçtik. Bir sürü ev, takip edemeyeceğim kadar insan vardı. Hâlbuki köyde bütün suratları babalarının ismiyle beraber ezbere bilirdim. Babam okul kapısına kadar bıraktı bizi. İş bulması gerekiyordu bundan dolayı da bizimle pek ilgilenmedi. Okula doğru ilerlerken Mizgin sıkıca kolumu tuttu.
Azad ya bizi okulda sevmezlerse” dedi. Tuhaf bir soruydu. Daha bizi tanımadan niye sevmeyeceklerdi ki. Birisini sevmek için ya da sevmemek için onu tanımak gerekiyordu.
Saçmalama Mizgin. Nerden çıkarıyorsun bu saçma soruları? Ama bir yandan da haklı olabilirsin aslında seni sevmemek için tanımaya gerek yok, dedim.
Mizgin'in dudağında minik bir gülümseme olmuştu. Ve ben ilk defa aramızda sıcak bir samimiyet hmiştim. Okulun ilk günü sıradan geçmişti. Kendimizi tanıttık. Yurdun dört bir tarafında insanlar vardı okulda ama benim gibi İstanbul'a yeni gelen yoktu. En az beş yıldır İstanbul'da olanlar vardı. Arkadaşın biri Karslıymış. Herkes birden “at hırsızı” diye fısıldaşıp gülmeye başladı. Ben de Diyarbakırlıyım deyince aynı haller “kaçak” kelimesiyle devam etti. Bu esprileri tam anlayamıyordum ama belli ki herkesin kafasında tüm şehirlerle ilgili belirli kalıplar vardı. Benim de zamanla” kaçak” olacaktı. Çıkışta babam bizi almaya geldi ve dokuz senelik okul hayatımda ilk defa “okulunuz nasıl geçti” diye soruyordu. Daha önce hiç böyle bir soruyla karşılaşmayınca nasıl cevap vereceğimi de bilemedim açıkçası. Mizgin ile hep bir ağızdan “iyiydi” dedik. Sanırım Mizgin de benim gibi hissediyordu.
…
Zaman hiçbir şeye aldırış etmeden hızlıca geçip gitti ve ben yetişemedim, arkadan usulca takip ettim. Her şey 4 yıl kocaman bir şehirde alt üst oldu. Önce hayallerimden ardından yaşama sevincimden sonra da kendimden vazgeçtim. Ne toprağına ne havasına ne de o aldatıcı güzelliğine ait olamadım. Bir şeyler hep eksik gibiydi ya da ben fazlaydım. Koskoca şehre sığdıramadım ruhumu. Sadece bedenle nasıl yaşanabilir ise öyle yaşadım. Babam ilk seneler bir tekstile girip var gücüyle çalıştı. Annem binaların merdivenlerini silip okul masraflarımızı çıkarmaya çalıştı. Mizgin gün geçtikçe değişti. Hali, tavrı, konuşması…
Hal böyle olunca tek başıma kaldım bilmediğim yollarda. Bazı günler okula gitmedim çünkü hiçbir zaman alışamadım soğuk öğretmenlere, samimiyetsiz dostluklara. Bir şehir yuttu bütün hayallerimi ve bir şehir sildi bütün geleceğimi. İlk zamanlar alışmak için elimden geleni yaptım fakat şehrin sömürgeciliği beni de tutsak etti. Her gün, her saat, her yerde beynimi kemiren düşüncelerle savaştım. Yalnızlık her sabah tekrar tekrar kanattı kalbimi. Bir tanıdık surat aradım, birkaç alışılmış söz. Babamı sadece geceleri görmeye başladım. Annem sohbet etmez oldu artık bizimle. Bir ton farklı surat, binlerce göz bebeği… birbirini her gün takip eden adımlar, hiç yokmuşuz gibi tavırlar. Bir yanda ağlayan gözler öte yandan şen kahkahalar. Korna seslerinin kuş sesinin önüne geçmesi. Betona inat yeşeren bir çiçeğin bir ayak tarafından pervasızca ezilmesi. Aynı yerde yaşayan farklı diller. Yırtık bir montun yanında kürklü bir ihtişam. Mevsime göre değişen mobilyalar ve sokakta üşüyen çocuklar. Her akşam dışarıda yenen bir yemek yanı başında mercimek çorbalı bir sofra. Kalabalık ve yalnızlığın ürkütücü benzerliği. İhtişam ve sefaletin iğrenç kardeşliği. Masmavi gökyüzü, gönüldeki sıcak samimiyet ve umut saçan Güneş hepsi soğuk bir beton şimdi.
Yıllar sonra anladım ki bir insan her zaman mutlu olmayabilir ama her zaman kendini ait hissedebileceği bir yerde olmalıdır. Ait olduğunuz yerin hüznü bile baş tacıdır. Bu satırları bana yazdıran İstanbul'a teşekkür ediyorum. Ne aldın ise iki katını vereceksin, bunu hissediyorum.
Yakından yakını görmek zordur ve bazı uzaklıklar yakını çok daha iyi göstermek içindir.