Tatlı Perşembe
Dokuz Eylül Tıbbın hemen hemen tüm koridorlarını tavaf edip, Psikiyatri Kliniğine girince hafif bir müzik sesi geliyor kulağıma. Eskilerden, evet hem de çok eskilerden kalma, ama halen insanların severek dinlediği bir müzik bu…
Dokuz Eylül Tıbbın hemen hemen tüm koridorlarını tavaf edip, Psikiyatri Kliniğine girince hafif bir müzik sesi geliyor kulağıma. Eskilerden, evet hem de çok eskilerden kalma, ama halen insanların severek dinlediği bir müzik bu… Bir an tereddüt ediyorum. Acaba öğrenciyken arşınladığımız bu koridorlardan, bu odalardan mı, yoksa anılardan mı geliyordu müzik sesi? Zihnim anılara yönelince, bir de fonda müzik mi çaldırıyordu bana? Okulumla hasret gideriyorken bunlar mümkündü tabi.
Hayır, hayır hayal değildi, çalan bir müzik olduğu kesindi Hem de yıllar öncesinden kalma. Ancak zihnim müzikten çok, gözümün önüne getirdikleriyle dans ediyordu benimle: Hüzünle karışık bir heyecan var içimde. Tıpkı o yıllardaki gibi enerjik hissediyorum kendimi. Staj günlerinden birindeyiz, beyaz önlüklerimizi özenle giymiş, belki de bir gün önceki nöbetin yorgunluğuyla, ama bugün kim bilir nelerle karşılaşacağızın heyecanıyla, asansörden iniyoruz:
Yine bir Perşembe. Stajdaki bizlerin de kolayca alıştığı ve sevdiği Tatlı Perşembelerden birini görüyorum zihnimin o buğulu ekranında. Psikiyatri Kliniğinin en büyük odasında sandalyeler yerlerini almaya başlamıştı. Klinik cıvıl cıvıl. İşte yine toplanacaklardı. Doktoru, hemşiresi, hastası, hocası, öğrencisi, asistanı, hastabakıcısı… Klinikte görevli kim varsa birazdan hepsi burada olurdu. Her Perşembe günü öğleden sonra yapılan bu toplantı, yıllardır devam ederdi. 307 nolu oda ise, her hafta olduğu gibi, bu Perşembe de kapalıydı. Kapıyı açıyoruz, lakin ikna çabalarımız boşa gidiyor. Ayşin odasının yarı açık kapısından görüyordu tatlı perşembenin tatlı koşturmasını. Ne var ki bunlar onu hiç çekmiyor, “bir an önce, şu öğrenciler doktorlar odadan çıkıp gitseler, kapatsalar kapıyı diye düşünüyordu. Ardından her zamanki gibi pencereden gördüğü Teleferik manzarasının içine dalıp gidiyor, yazık ki yemyeşil manzarasına bürünmüş o kocaman tepenin güzelliğini görmemecesine…
Teleferik dedikleri yer, her gün yüzlerce ziyaretçisi olan, belki de bu yüzden kendini dağ sanıp böbürlenen bir tepeydi ona göre. Hem oraya gezmeye gelen ziyaretçileri de anlamıyordu. Ne zevk alıyorlardı ki… Küçük küçük kutulara binip karşıdaki anlamsız dağa doğru bir telin üzerinde gitmenin ne anlamı vardı? Bu heybetine ve karizmasına rağmen, Teleferik de üzerine yapışan depresyonun ilacı olamamıştı. Tam üç haftadan beri uygulanan Elektro şok tedavisi, ilaçlar, hepsi boşuna mıydı? Ayşin, son cümle ile zaman zaman bize yakınırdı. Hocamız şu uyarıda bulunmuştu bize: “Asıl amacımız ona ilaç vermek değil, güven tazelemek çocuklar” Ama hikâyesinde bu güvensizlik o kadar barizdi ki, bunun üstesinden gelmeden başarılı olmamız çok zor olacaktı.
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...