Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri

MANZUM POTRE

BEKİR OĞUZBAŞARAN

Yahyā Kemâl Beyatlı

- Ölümünün 65. Yıldönümü Münāsebetiyle

Daha bu dünyādayken, ölümsüzleşenlerden

Türk Edebiyatı'nın içindeki en'lerden

Kuğunun son nağmesi, kubbemizin şāiri

Biz'i terennüm etmiş, geçmiş sen'ler, ben'lerden.

**

Müştehir Karakaya'ya

Van ve şiir denince, akla ilk gelen kişi

Edebiyat yolunda ömrünce yelen kişi

"Hazan"ın editörü, Van Denizi'nce gönlü

Fânîlik perdesini şiirle delen kişi...

**

Ömer Demirbağ'a

Âdem'le Havvā'dan beri dünyāda mihmānım ben

Yasak meyve yediğim için çok pişmānım ben

Nefsle şeytan, rūhumla Halîfe-i Rahmān'ım ben

Ahsen-i Takvîm üzre yaratılmış insānım ben...

**

Vanlı Âşık Celâlî'ye ( Celâl Yenitürk )

Sazı, sözü ile Âşık Celâlî

Yürek közü ile Âşık Celâlî

Baş gözünden daha iyi görmekte

"Gönül Gözü" ile Âşık Celâlî...

**

- Melih Erzen'e

Türkoloji mezunu Ziraat Mühendisi

Yüksek yaratılışta nazîrsizdir kendisi

Allāh'ın kullarına saygıda kusur etmez

Şiirde fânî/Vânî olan İstanbul Efendisi...

**

Mustafa Işık'a

İnsan denen varlığın şurasında bir şey var

Bu terâzi bozulmuş, darasında bir şey var

Hak-hukuk tanımayan insanlarla çevrildik

Süveydâ dedikleri kar

asında bir şey var...

**

- Lâle şâiri Abdullah Satoğlu'na

Duygu kanalım şelâleye döndü

Kalbim pırıl pırıl, hâleye döndü

"Çiçekler içinde birdir menevşe"

Fakat benim gönlüm lâleye döndü...

**

- Sait Özer'e

Medhiyye yazdık, ne faydasını gördük?

Mersiyye yazdık, ne faydasını gördük?

Mesnevî, Gazel, Rubâî, Kasîde,

Fahriyye yazdık, ne faydasını gördük?

TÜRKÜNÜ SÖYLE ZEYN

ZEYNEP SÜMER

Dağların esintisi

efil efil yayılırken yamaçlara

büyülü sesini dinle kanatlarının

bulansın ayakların toprağın asil rengine

havada keskin bir kekik kokusu

bayırlarda şilan , ben bana hükümran

türkünü söyle Zeyn

Dağların etekleri çiçeklenmiş rengârenk,

kainatın tınısı ne uhrevi bir ahenk.

boynu bükük, narin gelincikler zamanıdır

bu nasıl bir süs, bu nasıl bir ihtişam

adım nedir ki yanınızda güneşin ışıltılı kolları

sararken yapraklarını usul usul

dem bu demdir ey aşk ayaklan

inceden bir sızı gönlünde seyran

türkünü söyle Zeyn

Kırmızı gelincikler dans eder gözlerimde,

yüreğimin avazı demlenir sözlerimde

yanık bir ağıtla ağarırken gün

bilir ki terk edip gidecek,

yakacak bağrını hercai bir kızıl

aldırma yırt karanlığı

koş var gücünle hayallerine

tozu dumana kat, yeniden doğ anbean

göz bebeklerin üryan türkünü söyle Zeyn

Ah beni parçalayan serseri cesaretim,

cengâver bir kalp taşır sevgidir esaretim

savrulurken asumanın ateş böcekleri

gölgen metruk olsun senin ruhun müzeyyen

demle kaynayan gözlerini

çam kozalakları melodisinde

kavrul, yan şahlansın bağrında küheylan

türkünü söyle Zeyn

Ezelden buyrularak kaydedildi kaderin,

mevcudiyet sebebin, aşk kadardır ederin.

haykır koca Sübhan'a

yankılansın semalarda gür sesin

cevval bir çocuk geri getirsin seni sana

inliyor bir çoban kavalı ötelerde, duyuyor musun

bu bir öksüz çığlığı Allah'a ayan

duyguların heyelan türkünü söyle Zeyn

Efkârımla buluşmuş sinem sanki çağlayan,

çoban mı, kaval mıdır yüreğimi dağlayan.

KARANLIKTA BİR ÇOCUK

MUSTAFA AYYÜREK

/kimsesiz çocuklara/

asırlar önce değil, az evveldi

loş ışıkta vurulan fısıltı ormanında

bir ağaç ölüme hazırlanır gibi karardı birden

dibinde bir çocuk yalnızken yorgun ve bitkin

sükûnetin kalbini iniltisi deşerdi

yüreği bütün sıkıntılarla iç içeydi o bezginin

ne sevgiyle başı okşandı ne de neşeden tek çiçek aldı

baştan sona karanlık öyküler ve yıkım masalları

sarmıştı dört tarafını

işte şimdi o çocuk

neler istemedi ki hayattan

ziyaretçisi olduğu dünyanın ölüm döşeğinden önce

şuca vakit korkunun, çaresizliğin pençesinde

ızdıraplarla ruhu emildi

ecelin soğuk gölgesiyle kol kola gezdi

fısıltı ormanında bulunan o çocuk

çatlamak üzeredir can ağrısıyla

bak görüyor musun hep yapayalnızdı bu öksüz

korkunç kalabalıktan kopuk hem de dertliydi

guguk kuşu tam on ikiyi vurduğunda

saatin tik takları gırtlağını kesen bıçak gibiydi

o gece o çocuk o ağaca tutundu

gözlerini göğe dikip arşı titretti

loş ışığın vurduğu ağaç dibindeki çocuğum

bin yıldır omuzlarıma çökmüş hüzünün puslu atlası

senin, onun, sizin umursamazlığı var koynumda

umarsız yaralar, çaresiz istekler düşer payıma

ve artık can vermekteyim bir başıma

*

çocuk kimdi ya da kime benziyordu, biliyor muyduk?

bazen yalın ayak keçi koyun güden bi' çoban

bazen üstü başı sökülmüş yıkık bi' virane

bazen kış ayında parmağı morarmış bi' evsiz

bazen de terk edilmiş bi' masum candı

nerde olsa herkes tanırdı ve kaçardı ondan

çünkü kirlenmiş saçları örtemezdi açlığını

hem gök mavisi gözlerini örterken kirli saçları

ne gidecek bir yeri olurdu ne de varılacak bir kimsesi

lakin öyle güzeldi ki kalbi

sevgi hep onu bulurdu karşısında

ama yoksuldu

kimse sevmezdi onu, basmazdı bağrına

ağaç dibindeki çocuğun

bambaşka görünürdü aydınlık yüzü

kilitli kırk kapının ardında insan ötekisiydi

yılmadan usanmadan çalardı kapıları

kapılar açılınca matem dökülürdü avuçlarına

işte şimdi sıra otuz dokuzuncusunda

kırkıncı kapısı da yıkılınca

ışığın vurduğu ağacın dibindeki çocuk

yüreği sökülmüş dağ gibi

köklenmiş fidan gibi yalnız

çaldığı her kapı aynı şekilde açılmazdı

hangi biri açılsa ya gam ya keder vardı

kimisi delinip kırılır paramparça olurdu

kimisi yerle yeksan edilir bin parçaya bölünürdü

işte yine karşımızda o çocuk

tekrar tekrar değerdi gözleri gözbebeğimize

korkutup kaçırırdı bizi kalabalığa

o kuru yaprak gibi rüzgarda savrulurken

fısıltısı dolardı zihnimize, ürperirdik

ağaç dibinde bir çocuğun

kaskatıydı hüzünlü yüzü

epeydir beklediği onu terk etmiş gibi

tebessümü silinmiş can vermiş gibi

bekleyişi son bulmuş yeri de bomboş

kalan hatırası yok olmuş gibi

artık ne zaman bir çocuk görsem

loş ışık gibi söner yüreğim

kayan yıldızların öfkesi yakar benliğimi

ardından güz yaprakları misali saçılırım dört etrafa

o çocuğu hatırlarım o loş ışıkta bi' daha

bi' daha.

FİLİSTİN VE DÜNYA

ŞAHBETTİN ULUAT

Filistin'de bir insanlık dramı

Milletler yürüyor, devletler sağır

Hırsız belirliyor helal haramı

Milletler yürüyor, devletler sağır

Hayvanlık revaçta, insanlık hasta

Güçlü zulme polis, mazlumlar yasta

Filistin toprağı hayduda pasta

Milletler yürüyor devletler sağır

Bir zulümdür başın almış gidiyor

Her dinden insanlar isyan ediyor

Vicdan sahipleri pes, yeter diyor

Milletler yürüyor devletler sağır

Önceden yapılmış her türlü plan

Soykırım, katliam, hadsizlik, talan,

Zalimin ağzında sayısız yalan

Milletler yürüyor devletler sağır

Bomba yüklü uçaklar havalanır

Okul, hastane kana bulanır

Çocuk katilleri iş başındadır.

Milletler yürüyor, devletler sağır

Çarkı çevirirken üç beş edepsiz

Seyircidir dünya, kör, sağır, dilsiz

Kadın, çocuk aç, biilaç, mecalsiz

Milletler yürüyor devletler sağır

Amaç, mazlumları yurdundan etmek

Bin yıllık kökleri yerinden sökmek

Toprağına, kaynaklarına çökmek

Milletler yürüyor devletler sağır

Bir gizli el, teslim almış dünyayı

Sus pus kılmış pek çok beyi, ağayı

Mazlumun sırtına yıkmış davayı

Milletler yürüyor, devletler sağır

Gördük tahtta oturanlar maşaymış

Demokratlık, bir maskeymiş, boyaymış

Makyajlar dökülmüş şaftları kaymış

Milletler yürüyor, devletler sağır

Ne Vicdan, ahlak ne merhamet kalmış

Ahtapot dünyaya sarılmış, sarmış

Bir ham hayal, dünyayı teslim almış

Milletler yürüyor, devletler sağır

Kâğıttan kaplanlar yırtılır bir gün

Eden, ettiğiyle tartılır bir gün

Mazlum, zulümlerden kurtulur bir gün

Milletler yürüyor, devletler sağır.

SOLUYOR

ARİF KUŞ

Mavi suyun güzel çiçeği

Yeşerdi kapladı bütün yüzeyi

Çekildi sular sarardı yaprak

Çiçek ölünce toprakta soldu

Babadır evin kolon direği

Mangal gibi büyük güzel yüreği

Bükülmez babanın kolu bileği

Baba ölünce evlat, umutlar soldu

Annedir evin bakım düzeni

Yufka gibi olur melek yüreği

Semaya açılır dua elleri,

Gözyaşı aktıkça güneşte soldu

Ağaç yeşil iken huzur veriyor

Meyvesi güzelse lezzet veriyor

Yapraklar solunca dallar kuruyor

Yeşillik bitince insanda soldu

Elindeki çiçeğin kıymetini bil

Saygı tut anne, babaya, hayata gül

İstediği sende tatlı olan dil

Tatlı dil olmayınca insan soluyor.

HAYALİMDİN

EMİR HAKTAN YERLİ

Son hayalimdin sen

peri kızı, masaldın belki de

ama daha önce hiç bu kadar güzel

masal dinlememiştim

Son hayalimdin demiştim ya sana

sen beni hayalsiz bıraktın peri kızı

bundan sonra gelemezsin

gelsen de hayalim olamazsın

bakma gururlu sözlerime

bir kez bile içinden geçirmişsen

yeter o hayalsiz kalan ömrüme

Peri kızı senleyken

sensiz olmak ne kadar imkansızsa

sensizken senle olmak da o kadar…

ve bir o kadar zor

o gece son hayalimdin

demiştim ya sana

aslında ilk hayalimdin de

meğerse insan

hayalsiz kalınca ölürmüş

bunu bana gidişinle sen öğrettin

tek hayalim...

TÖVBE DESENE

OSMAN ERDAL

Ey gönül kendine hamal ettiğin

Cümle günahına tövbe desene

Pişmanlık duymadan ihmal ettiğin

Her eksik ahına tövbe desene

Nefsin seni yenmiş çıkmış üstüne

Heves silahını çekmiş üstüne

Gaflet karanlığı çökmüş üstüne

Nursuz sabahına tövbe desene

Kusurla yolunun şaşmış rotası

İsyan limitinin dolmuş kotası

İşlenen her günah hamle hatası

Mat olan şahına tövbe desene

Bacası aşk odu ile tütmeyen

Hakikat yolunda seni tutmayan

Zikirden nasipsiz aşkı tatmayan

Kalp karargâhına tövbe desene.

ŞİİRLE DİRİLT BENİ

ARZU ALPDEĞER

Bir şiirle dirilt beni!

değsin bileklerime yarına geç kalmış akşamlar

vahaların kimsesiz toprağına sal ruhumu

Nuh'un gemisine bir liman olsun avuçlarım

bir şiirle dirilt beni,

parmak uçlarımda gez usulca,

bu sancılı gecelerin düşüne yor beni..

korkuyorum..

Öylesine ürkek, öylesine kimsesiz,

sanki sen olmaya hazırlanıyor duvarlar

ve perdeler, ince ince örülmüş ağlar ve bütün her şey..

göğün üzerine yazılan şiirler çıplak ve şivesiz,

bu genzimde yanan hicran ateşi mi bilmiyorum…

bir mey kadehlerin ücra kentlerine,

sarhoşluğum sana ve sonsuzluğa,

geceye Süreyya, güne şems..

sen diyorum, seni diyorum,

bir şiirle dirilt beni!

Seni yazsın bu pervasız geceye parmaklarım,

heyhat! utanır mı kızıla bürünen bulut,

kıskanır mı tenini ummanın hoyrat çocuğu!

arşa değer mi çatık kaşlı suskunluğum,

diner mi bu fırtına..

bul beni, gör beni, duy beni..

selamızı okuyacak şimdi yüz bin melek!

gözlerinle öldürdüğün cana üfle,

bir şiirle dirilt beni..

YARIM KALIR

MEHMET ÇİFTLİKLİ

Ölümün olduğu devri alemden

Hayalin birde düşün yarım kalır

Silinir sin inan ki tek bir kalemden

Bacın birde kardeşin yarım kalır

Hayat kısa zannedersin çok uzun

Acıların son bulur diner sızı

Matemini tutsa da oğlun kızın

Yarenin birde eşin yarım kalır

Yapraklar dökülür kırılır dalın

Duaya muhtaçtır zavallı halın

Hani o servetin nerededir malı

Emeğin birde işin yarım kalır

Yaşantında eksik değilse hüzün

Bulamazsın buna asla bir çözü

Tat vermez olursa sofrada tuzun

Ekmeğin birde aşın yarım kalır

Her tarafı gezersin karış karış

Anlam veremedim bu nasıl yarış

Son nefesine kadar çalış çalış

Bedenin birde başın yarım kalır

Her şeyde üstün görürsen parayı

Tabip ne yapsın sende bu yarayı

Mevsimlerde şaşırmışsa sırayı

Yazların birde kışın yarım kalır

Mehmet im bu yazımda son bulurken

Gelecek nesille eser kalırken

İmam benim namazımı kılırken

Mezarım birde taşım yarım kalır.

YAPRAKLARIN VE YÜREKLERİN VALS MEVSİMİ: SONBAHAR

YUSUF KAZAK

İnsan yüreği tıpkı mevsimler gibidir. Kimi zaman güneşli, kimi zaman kasvetli ve kimi zaman da puslu olabilen insan yüreği, mevsimlerin bir örneğidir adeta… Sevinçliyken, ışıltılar saçan bir güneşi içinde barındıran insan kalbi, hüzünlüyken en amansız bir sağanak yağışın ortasında bulur kendini. Ya da bazen derin bir dinginlik iklimine giren insan, yüreğini bu fasılda bir kış uykusuna yatırır tam manasıyla.

Her duygu ve her yürek iklimi çok farklı lezzetler sunar fakat insanı en derinden sarsan iklim, sonbaharla özdeşleşmiş olan ‘hüzün' iklimidir hiç şüphesiz. Hüzün, güzde güzide bir anlam kazanır ve insana bitmek bilmeyen bir takat verir. Sonbaharda yapraklar vals edip yere düşerken, insan yüreği de tüm efkârıyla yere düşer. Fakat bu düşüş, bir hezimet ve yok oluş değildir. Bilakis, nasıl ki ağaçların eşsiz balosundan ayrılıp dans ederek yerlere kanatlanan yapraklar, toprağa bir renklilik ve ruh katıyorsa; öylece bir hüzün seremonisi yaşayan insan kalbi de bu sayede yeniden silkinip kanatlanmanın huşusuna varmış olur.

Sağanaklar toprağı bir sonraki bahara hazırlarken; insanın gözünden ve yüreğinden dökülen hüzün gözyaşları da onu yeni mevsimlere, iklimlere ve aşklara hazırlar. İnsan böylece kendi özünün, doğasının ve evreninin hikmetine varmış olur. Bir diğer yandan sonbahar, mevsimler konçertosunun yüreklere en çok dokunan enstrümanını çalar. Tüm kaygılardan ve ıstıraplardan azade bir melodi yayan sonbaharın melankolik çalgısı, insan ruhunun tutuşarak alev alev yanmasına yol açar. Dehşetli ateşlerin sardığı insan ruhu, sanılanın aksine en huzurlu ve serin anlarını yaşar. Hüzün alevinde yandıkça yürek, yeniden tomurcuklanır ve dirilir. Bu, alevlerin berrak bir suya; sonbaharın ise taptaze bir ilkbahara dönüşmesi merasimidir. Doğa, sayısız yaprağın oluşturduğu ‘Sarı Coşku' içerisinde arz-ı endam ederken, insan yüreği de sayısız duyguyla kuşatılmanın ‘gusto'suna varır. Bulutlar çepeçevre sararken gökyüzünü, hüznünü güzle güzelleştirmiş insan, bu fasılda ‘yüreğinin gökyüzünü' ebedi bir duruluğa kavuşturur. Böylece insan, havalar soğurken yüreğini bir volkana çevirebilmenin hayaller ötesi manasına ulaşmış olur.

Şairlerin, meczupların ve meftunların en sevdiği mevsimdir sonbahar… Şair ve tutkun yürekler, bütün bir yıl boyunca, tıpkı bir kölenin esaretten kurtulacağı günü beklemesi gibi bekler güz mevsimini. Bu devrede ruhlar arındırılır, tutsak duygular salınır ve kalpteki hüzün pınarından oluk oluk aşklar, dizeler ve sözcükler akıtılır. Doğa bu mevsimde ölürken, şairler ise yüreklerindeki aşklarını ve hüzünlerle bezeli umutlarını diriltmenin mucizesiyle karşılaşırlar. Onlar dizelerini yazarken, diğer durgun ve şairane olmayan yüreklere de bir diriliş yolu açarlar. Bu, uçsuz bucaksız çöllerde esrarengiz ve mümbit bir vahayla karşılaşmakla tıpkıdır.

Denizler sonbaharda gittikçe hırçınlaşırken ve dalgalar artık kıyılara sığmazken, insan yüreği de kıpırdamaya ve yürek bedene sığmamaya başlar. İşte bu tabloda, insan yüreğinin durulmasının tek yolu, hüznüne layık ve aşk dizelerine muhatap birini bulmasıdır. Böylece insan yüreği artık mevsimin efsununa kapılmış ve ruhunu bu dünyadan göç ettirmiş olur. Bu, hüzün ve melankoli aromalı kadehlerde içki içmekle eşdeğer mest olma hali, kişinin, hayallerini ‘sarılığın sonsuzluğuyla' birleştirmesi demektir. Sayısız yaprak sonbaharın büyülü melodisiyle yerlerde ve göklerde vals ederken; insan da hayallerini ve duygularını ‘Yürek Balosu'nda dans ettirmenin coşkunluğuna ulaşmış olur.

Bakmadan Geçme