Van Gölü İncileri
YAZDIM
BEKİR OĞUZBAŞARAN
Sevdiğimi âlem bilsin
Seni duraklara yazdım
Bütün başaklar eğilsin
Seni oraklara yazdım
Börtü böcek ezberlesin
Gece gündüz benimlesin
Rüzgârlar seni söylesin
Seni yapraklara yazdım
Kalbime giresin diye
Aşkımı göresin diye
Gönlünü veresin diye
Seni mızraklara yazdım
Kimse görmedim demesin
Adın dalga dalga gitsin
Her kumsalda senin ismin
Seni topraklara yazdım
Beni sevgiyle an diye
Tüm bulutlar yuvan diye
Göklerde dalgalan diye
Seni bayraklara yazdım...
YABANCI
ARİFE ÖZDEN
Kapıma gelen bir yabancıydı
yanmıştı canı çok, yaralıydı
feri sönmüş gözlerinde
neşter yarası sözler büyütürdü
cihana küsmüş dudaklarından
paslı bir hasret türküsü sıralanırdı
Her cümlesi bin acı doğuran bağrından
Yusuf'unu kaybeden Yakup hasreti taşardı
zindanlarda kırbaçlanan
ahlarını bırakırdı
Züleyha'nın tövbeli ellerine.
Yüreğinde dört mevsim taşırdı
baharda çiçeklenen düşleri
menekşelere şarkılar öğretirdi
yalnızlığı kirpikten düşen kan damlasıydı
kapıma gelen bir yabancıydı
Beyhude bir yolun çıkmazında
hazan türküleri mırıldanan rüzgarlar
sokağıma getirmişti onu
saray tahtımı virane eyledi
payıma yüz bin zar eyledi
bir düş kabusuydu oysa
Nuh'un tufanları başlardı yüreğimde
bir ben bilirdim duaların dayanaklarını
bir ben bilirdim aminlerde gizli yakarışları
Ey uzak diyarların kurumuş çınarı
ey yüreğime mehir diye söz verdiğim yabancı
durma öyle buyur içeri
talana uğramış cennetimi sen toparla.
VEZN-İ AHER
MEHMET OSMANOĞLU
Seni nasıl/ bekliyorum/ atmayan/ şafağa sor
Bekliyorum/ gölgen gibi/ soluna sor/ sağa sor
Atmayan/ soluna sor/ bastığın/ toprağa sor
Şafağa sor/ sağa sor/ toprağa sor/dağa sor
Bir kez olsun/ geliversen/ baharınla/ yazınla
Geliversen/ çöllerime/ müjdeleyen/ sözünle
Baharınla/ müjdeleyen/ mütebessim/ yüzünle
Yazınla/ sözünle/ yüzünle/ gökyüzünle
Beklemekten/ gam çeker mi/ âşıklar/ dildarını
Gam çeker mi/ gülşen bilip/ dildarının/narını
Âşıklar/ dildarının/ lütuf bilir/ kahrını
Dildârını/ narını/ kahrını/ envarını
...
ANLAM BİRLİĞİ ÜZERİNE BİR DENEME
MUSTAFA AYYÜREK
Hayatın başlı başına “tek hakikat” olduğunu ve her şeyin bu hakikat içerisinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Ancak, yaşam serüvenindeki deneyimler, farklı düşünce ve fikirler kişiye özel olduğundan, inşa ettiğimiz öznel gerçekliği tek ve sarsılmaz hakikat olarak görürüz.
Çelişki gibi görünen bu ifadelerde herhangi bir problem olmadığını düşünebilirsiniz fakat şunu sormaktan uzak kalamayacağı: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar birbirinden farklı olabiliyor? Aynı sözcük birini savaşçı yaparken nasıl oluyor da bir başkasını sakinleştirmeyi başarıyor? İki kere iki eşittir dört, matematiğin en temel ön koşulu. Matematik için referans alınan bu koşulla sayılar, kimsenin itiraz etmeyeceği şekilde inşa edildi. Dünyanın neresine gidersek gidelim, matematikteki bu önkoşul her yerde aynı gelişimde şekillendi. Bu değer, farklı biçim ve formlarla telaffuz edilse de ifade ettiği şeyin rakamsal değeri değişmemekteydi. Yani, yaşam serüvenindeki deneyimler ve farklı düşünce ve fikirler kişiye özel olsa da kanun hükmünde bulunan bu veri, insanlığı adeta yekpare haline getiriyordu. Bu bilimsel ilke, insana neden sözcüklerin manalarının sayılar gibi her yerde aynı anlama gelmediğini sorgulatıyor.
İnsan, tabii olarak sayılar dünyasındaki bu değişmez yasaların, herkesi bir arada toplayan gizlenmiş kodların, herkesçe aynı manaya gelen ve düşüncede dahi yansıması değişmeyen verilerin sözcüklerde de olmasını istiyor. En azından kelimelerin dünyasında böyle bir şey olsaydı, daha mutlu ve tutarlı olurduk. Ancak, konuşmaya başlarken ilk söylediğimiz şeyin anlamı çoğu zaman muğlâk oluyor. Belirsizlikle birlikte mecaz anlatım yolunu da tercih ediyoruz. Ve bizler çok iyi biliyoruz ki 'dil' kanun ya da teori değildir. Bu da dili eğilip bükülmeye maruz kalan bir nesne haline getiriyor. Sözcüklerin sihirli kullanımıyla apaçık ortada olan bir hakikati inkâr etmemek işten bile olmuyor, bunu da çok iyi biliyor ve buna çokça şahit oluyoruz. Laf cambazlarının kelimelere kattıkları yeni bakış açılarından sonra aynı sözcük, zihnimizde yeni çağrışımlarla doğuyor ve kelimelerin kırılgan yapısından dolayı "aynı" dilsel ifade hepimize ayrı ayrı pencereler açıyordu.
Örneğin, ‘kuş' sözcüğünü ele alalım. Bu sözcük, kimimiz için serçeyi, kimimiz için kartalı, kimimiz için de bambaşka bir canlıyı temsil edecektir. Her ne kadar ‘kuş' derken zihnimizde kanatları olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de, serçenin kartal olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır. Yeni bir şeyi icat etme tutkusuyla biri aslana kartal başı ve kartal kanadı ekleyerek hayatımızda asla var olmayan yeni bir türden bahsedecektir. Ortaya çıkan yeni türle birlikte kuş tanımımız genişleyecek ve bambaşka sonuçlar şekillenecekti. Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘kuş' sözcüğünde bile ortak bir noktada buluşamayacaksak konuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? Toplu kavrama hareketini dile getirenler bile sarf ettiği cümlelerle bizlerin bütününü yakalayamazken, biz dinleyiciler nasıl birleştirici bir hükme varacağız?
İşte tam bu noktada, dil için de tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve belirleyici bir referans noktası bulma gerekliliği baş gösteriyor. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip içmeli hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı sözcükleriyle; sözcükleri hayatıyla çelişmemeli. En önemlisi 'kırılgan' olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görebilmeli. Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir yol açmalı, problemin çözümü için uygulanabilir yöntem belirleyebilmeli. Daha önemlisi konuştuğu zaman dile getirdiklerini ondan asırlar sonra gelsek bile o an yanındakilerin anladığı neyse bizim anlayacağımız şeyin, çıkaracağımız sonucun farksız olmasını sağlamalı. Yorum yolunu kapalı tutmalı. Örnekleri uzattıkça uzatabiliriz, oysa dünyamızda bahsi geçen konunun karşılık bulması çok zor. 'İnsan, insanın kurdudur' tanımlaması ve bu tanımlamanın geniş bir kitle tarafından kabul edilmesi de ayrı bir güçlük yaratıyor. Herkes kendi inancını temsil edeni 'en iyisi işte budur' diye görüp daha makul bir fikre kapalı oldukça, hem zorluk artacak hem de bütünleştirici unsura ulaşmamız asla mümkün olmayacaktır. Acaba kelimeleri sayfaya nakşeden kişi, söylemin neresinde kalıyor, demek en tabii hakkınız. Amaç aynı noktada buluşmak olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek noktanın gerçekten hakikat olup olmadığı gerçeğidir. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz. Her şeyden bağımsız olarak, şimdi karşımıza çıkan sorun şu oluyor: Referans noktası olarak kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz?
Madem sözcükler kırılgan ve kaygan bir zeminde, herkes yine içine doğan aydınlığa göre şekillendirmeyecek mi hakikatini? Hâlbuki hakikat tek ve birdir. Eğer söylendiği gibi hakikat tek ve birse, o zaman bunu en iyi ifade edeni dinlemek ve ancak ona tabii olmakla konu çözülebilir. Bu gerçekleştiği zaman problem tereyağından kıl çeker gibi selamete kavuşacak ve kişi ile hakikat arasına giren her şey bertaraf olacaktır. Son durumda, referans kabul ettiğimizin verdiği mesaj, iki kere iki eşittir dört olarak yüreğimize işleyecek ve matematikteki sayı birliği gibi dildeki anlam birliğini yakalayacağız.
Ne mutlu müjdeli haberi verene ve ona uyana. Ne mutlu "sevgili, en sevgili, ey sevgili" dağılmışken bizi tekrar bir araya getireceksin, diyebilene.
SON IŞIK
EBRU BEYİŞ
Lambadır bazen insanı aydınlatan ve bazen de kanatan. Evin her odasındaki ışık kadarız bu hayatta, nerde hangi ihtiyaçla yakılıyorsa oraya aitiz.
Ve ben hiç bir zaman o eve ait bir ışık olamadım. Eksikliğimi hissetmezlerdi, şarjım bitince köşeye atarlardı. Sinirle zarar görürdüm yanmadığından dolayı oysaki onların beni ihmalkârlıklarından o hale geliyordum. Acıkınca mutfakta, misafirler gelince odada, dinlenince yatakta yanan lamba olmadım hiç. Ne acı değil mi! O eve ait olup da varlığını hissetmemek. Gündüz bile açık olan lamba değeri taşıyamamak. Oysa ben fenerdim daima. Her zorlukta yollarına ışık olan ve tek bir yere ait olmadan taşına biliyordum lakin gündüzleri de varlığından haberi olmayan yanan bir ışıktım yada istedikleri zaman yaktıkları, yeri gelince gece yarısı gökyüzüne tutulan o sonsuz ışıktım. Enerjim hep olmak zorundaydı olmayınca sallanır hor görüldüm. Düşünüyorum da ne farkım vardı tavanda asılı olandan! Patlayınca değiştirilip, sade durunca el atılıp güzelleştirilseydim belki bensiz yapamayacaklarının farkına varıp bana da öyle davranırlardı tenha yerlere bırakılıp karanlığımda boğulmazdım.
Bu hayatta ne tavandaki ne de sokaktaki lamba olabildim. Hepsi ihtiyaç anında görülür ama ben zorunluluk olarak görüldüm. Çocuklar bana eşlik ederdi çoğu zaman karanlık odaya geçer kapatırlardı o lambayı yakarlardı, beni duvarda gölgeden şekiller yapar kahkaha atıp eğlenir sıkılınca bırakıp gidebilirdi ama ihtiyaç duyulan o lamba benim için kapandı hiç darılmazdım onlara. Bugün de bana hunharca davrandılar ve artık şarj alamıyorum. İsteseler el atıp neyimin olduğunu anlayıp beni tamir ederler ama sanmıyorum çok yıllar oldu onlarla olalı; eskidim, kirlendim zamanla. Akşamına giderse elektrikler aydınlatacak bir ben olmayabilir yanlarında.
Biliyorum ki hiçbiri hatırlamayacak beni ve hiçbiri beni iyileştirmeyecek. Karanlıkta kaldıklarında vaktinde bilmedikleri ışığı kaybedince sadece şikayetçi olacaklar benden. Olsun beni küçükler hatırlayacak ve onlar benimle büyüyecek. Gözüm kararıyor sandım şarjı bitiyormuş demek. Son anlar kapanırım birazdan. İnsani ilişkilerinde de bu tarz konumlara getirilmek zorunda oluruz, ondandır ki: Değeri bilinmeyen, hissettirmeyen herkes bir gün aranızda olmayabilir o yüzden yaşadığı anları değerli kılacak yere sahip olmaya özen gösterin. Ben tohumu ekiyorum sulamayı unutmayın
MAVİNİN TÜRKÜSÜ
KENAN ADSAZ
Yürüyorum
kıyısında soluduğum
bir denizin mavisine...
Rıhtımda
çekilmez bir yaz sıcaklığı,
içimde güzün
gündoğusu serinliği...
Ben baharı sevmişim,
istemem aslında
ruhsuz mevsimleri...
Adım güz ile anılır
anılmasına da aklımda hep
yanık bir mavinin türküsü...
Durur önümde şimdi
gölgesine sığındığım
çocukluğun
bitmesin dediğim mazisi
ve çınlar kulağımda
yine türküsü,
nağmesinde gençliğimin
sahile vuran ezgisi...
SENİ SEVDİM
TOPRAK DONMUŞ
Ben seni sevdim, yıldızlar kadar uzak
gözlerinle dolanmış bir gece gibi
gönlümde sakladığım en güzel sır
dudaklarımda fısıldanan hikaye gibi
Seni sevdim, rüzgâr kadar özgür
kalbimde çırpınan bir kuş gibi
sevdanın rengi buğulu camlarda
her sabah gözlerime doğan güneş gibi
Ben seni sevdim, sessizce ve derinden
kuşların cıvıltısında gizli bir şarkı gibi
sonsuz maviliklerde kaybolmuş bir gemi
yüreğimde biriken, hiç bitmeyen rüya gibi
Seni sevdim, geceyle gelen hayal gibi
gönlümde yankılanan bir ezgi gibi
adını andıkça dilimde tatlı bir melodi
sana duyduğum sevgi, sonsuz sevda gibi
Ben seni sevdim, umut dolu nefes gibi
hayatın anlamı, seninle var olan dünya gibi
gözlerine her baktığımda, bulduğum huzur
seni sevdiğimi fısıldayan her söz gibi.
SİTEMKÂRIM
BÜLENT BAYSAL
Bir boşluk ki belki yok, belki varım
Demir parmaklıklarda yürek darım
Dipsiz bir deryadır yalnızlıklarım
Hep sende yok olmuş bir tövbekârım
Ne çok uzaktasın, ne de çok yakın
Dilden düşmez oldu o hüzzam şarkın
Ihlamur kokulu rüzgarda raksın
Hep sende yok oldum, bir sende varım
Ne çok yaprak düşer oldu dalından
Hiç eser kalmamış eski halimden
Dut karası gözler bahar çağımdan
Hep sende yok oldum hep sevdakârım
Mevsim hazan, açmadan solan gonca
Nasıl anlatayım, dertlerim tonca
Diller suskun, yaşamadım doyunca
Hep sende yok oldum, hep sitemkârım.
KÖŞE BAŞLARI
BAVER ÖZABAY
yetim köşe başlarında arıyorum seni
mehtabın aydınlattığı
benim karanlığa boğduğum
köşe başlarında
Bulmak istemiyorum
imgelerimin en güzeli
acı bir tütün çekip
yumuşak kaldırıma koyuyorum
kafamı
Hülyanın eksik olmadığı başım
şimdi tozlu sandıkları andırıyor
okşuyor boş avuçlar arasında başımı
Benden nazik bir meltem
kalkıp tan vakti yol alıyorum
bulduğum en karanlık
köşe başına.