Van Gölü İncileri
BEN SEVDİM SEN AĞLADIN
ALPER ALPEREN
Özür dilerim gözlerim
Ben sevdim ve sen ağladın
Yâre kâr etmez sözlerim
Ben sevdim ve sen ağladım
Âşık olduğumdan beri
Ne kış bildim ne zemheri
Kara gözlü bir dilberi
Ben sevdim ve sen ağladın
Yüreğime girdi sızı
Sanki seherin yıldızı
Uzun boylu esmer kızı
Ben sevdim ve sen ağladın
Sevmenin olur mu yaşı
Yanar yüreğimin başı
Ela gözü, kara kaşı
Ben sevdim ve sen ağladın
Vermedi tutam elini
Sarmadım ince belini
Allı yazmalı gelini
Ben sevdim ve sen ağladın
Yeleli Kurt söyler sözü
Aşk narına yanar özü
Sırma saçı, ela gözü
Ben sevdim ve sen ağladın.
RÜZGÂRIN ŞARKISI
ERCAN TÜRKER
Geçerken ömür, bir kötürüm gibi felçli
alnımızda geçmişin derin izleri
sesimiz zamana dökülen bir çığlık
mülteciyiz; heybemizde yalnızlığın eski külleri
Zamanı yaşadım, yolu yürüdüm
geceyi bekledim
yaşamımız silik bir resim, çerçevede
bir musalla taşına uzanmış ceset gibi,
soğuk ve sessiz
kokusu sığınılmış bir yas, geçmişin kadim mabetlerinde
Ne alışveriş telaşındaki çarşılarda baharat kokusu
ne de evsiz, penceresiz vadilerde
soluksuz koşan atlar
belki bir dağ başında yağmuru bekleyen küflü sunaklar
ya da bir Halepçe sabahı kadar eski
ve ölümcül bir elma kokusu.
Sesleri, çıkmaz sokaklara sinen yalınayaklı çocuklar
ruhunu ikindi yağmurlarına bağışlayan ihtiyarlar
kadim günlerimizi andığımız loş odalar
dehlizlere sinen kuş sesleridir karanlıklar
Karanfil kokulu bahçelerde
belki bir dağ yamacında
soğuk bir mahzende yada kışta
aynalar suskun, uğultulu ve derin
dağılıp kuru çiçekler gibi ıssız vakitlerin
dört mevsim küle dönüşen bahçelerin…
güvercin besler, kırışmış ve buruşmuş elleri, dervişlerin
Ağaran bir sabah vakti geceyi bırakmak ardında
çığlık çığlığa bir gönül dergâhında.
DÜNYA ŞEŞ BEŞ
RIFAT KAYA
Dirim kazandırmıyorsa, kâr nedir işte
boştur her çaba, dünya oyun, sen sahnede,
kiracısın, bedeli ağırdır kulun hakkı
kibir, bir sis gibi sarar; boğulur hevesin akı
Dirliğin zarardaysa, nefesin bile zehir
soluk ur gibi yayılır, kemirir,
dünya zevki bir fısıltı, anlık bir hile
gönülde yanar bir kandil, fakat zaman zalimce
Meçhul yarın, ömrün elinde bir yanılsama
aklın dimağında, gerçeği arar insan,
hakikatin bilgesi, gözden saklı, derinlerde
dirlik kaybolduysa, ışık zindana çevrilir de
Endişe etme; dünün gölgesinde boğulma
bugün hediyedir, seherde saklı cevher,
aldığın her nefesi, elemle yutma
dirlik kaybolursa, gün geceyi deler, zira ay dert.
İKİ GÖZ
CANAN KELEŞ
O gece dolunay vardı. Elinden tuttu her zamanki gibi. Gecenin ihtişamlı karanlığında yürümeye devam ettiler. Esen rüzgarla beraber ağaçların hışırtısı insanın içini serinletiyordu. Ve işte istedikleri yere varmışlardı. Pamuk yumuşaklığını hissettiren taşlara oturdular. Gökyüzü sahne ve sahneye kitlenen o gözler.
- Çok güzel değil mi, dedi. Baksana benim yıldız yine çok havalı, diğer yıldızları kıskandırırcasına parlıyor.
Devam etti Ahmet: Bu gece Ay bile benim yıldızdan daha az ışık saçıyor. Senin yıldız bugün bir başka hüzünlü bir şeyler anlamış gibi.
- Neden susuyorsun kardeşim?
Gülümsedi Ali, sonra uzun bir iç çekerek:
- Çok güzel anlatıyorsun Ahmet kardeşim, seni dinlerken gökyüzüne bile bakamadım, bakarsam senin gördüğünü göremem, hadi devam etsene Ahmet, diye ekledi.
- Ahmet: Bu gece son gecemiz biliyorsun, yarın kasabaya okula gideceksin. Bir daha ne zaman gelirsin kim bilir?
-Ali: Ah kardeşim Ahmet, en çok senin için gitmek istiyorum şu okula, okulu bitirip doktor olmayı. İşte o zaman, ah işte o zaman senin gözlerine ışık olmayı.
İç çekti ve ekledi Ali:
-Merak ediyorum, hayalindeki yıldızlarla gökyüzündeki yıldızlar birbirine benziyor mu?
-Ahmet: Hadi Ali tut elimden de gidelim annem merak etmiştir.
Ahmet'in gözlerinin görmesi Ali'nin en büyük hayaliydi ama Ahmet'in hayali kimsenin gözü olmayacaktı.
GÖNLÜMÜZ (GAZEL)
MEVLÜT EŞGÜNOĞLU
Söyle ey dost bilsin âlem süt limandır gönlümüz
Bir kulak ver ince telden saz kemandır gönlümüz
Okyanuslar cûşa gelsin korkmayız ol dalgadan
Rûzigârlardan korunduk bir limandır gönlümüz
Ah mı almış dertli bülbül durmadan feryat eder
Gül açarken nâlesinden tercümandır gönlümüz
Almadık insafsızın hiç gözlerinden bir ışık
Goncalardan koklamıştır çok yamandır gönlümüz
Yâren ettik bir zamanlar aşk diyorlar çileyi
Ol vefâsız yâr yüzünden sis dumandır gönlümüz
Allah aşkından büyük aşk yok inandık dostlarım
Çok şükür elbette mü'min Müslümandır gönlümüz
Merkezî'nin derdi vardır, kimse sormaz hâlini
Yâre hasret kaldı, yorgun çok zamandır gönlümüz.
Kalıp: Fâilâtün ( Feilâtün)/ Fâilâtün/ Fâilâtün/ Fâilün ( Feilün)
‘'KIRK BAHAR / KIRIK BİR GENÇLİĞİN YAZITLARI'' SUNUM METNİ
MUHAMMED FURKAN DEMİRADAM
Ben şahsen bir hoşnutsuzluk bir yitmişlik sezdiğim ve derinden hissettiğim için şiir yazmaya başladım. Benim şiirim padişaha methiyeler dizen bir saray soytarısının alçak keyfiyetini değil, fırtınanın ortasındaki bir gemideki tayfadan bir kimsenin seyir defterine yansıttığı kaygıyı ve telaşı taşır. Varlığın gereği ve doğası gibi olmadığını içten içe hissettiğim için yazdım. Misalen, aşk için yazıyorsam aşkın kıymetinin bilinmediği bir çağda dünyada bulunduğum için yazıyorum. Hatta ben hoş dizelerin altında bir rahatsızlık vermek ve tatlı bir uykudan uyandırmak için yazıyorum. Şiirim, bir bal gibi damlar ağızdan ama zehirli bir baldır. O balı yedikten sonra düşünmeye başlar kişi ve düşünmeye başladı mı onun miladı odur.
İsmet ÖZEL'in ‘Celladıma Gülümserken' şiirinde geçen 'ben yaşarken yaratıldı kâinat' ifadesi ve tavrı gibi, insan yaşarken uyanışı ve kâinatı kavradığı müddetçe vardır. Bu konuda yönetmen Zeki DEMİRKUBUZ diyor ki; 'düşünmekten bir kez bile sabah ezanına denk gelmemiş, sabahlamamış insanın insanlığından şüphe duyarım'.. İnsan, kaygısıyla ve endişesiyle vardır. Canlılar arasında bir telaşı ve isyanı olan tek varlık insandır ancak insan olmak, doğarken elimizde bulunan bir cevher değil, aksine dünyadayken kazanılan bir şeydir. Yine Sayın İsmet ÖZEL'in dediği gibi; 'hepimiz beşeriz fakat aramızdan bazıları insandır'. İnsanlık, kazanıldığı yolda insana madden ve fıtraten çok şey kaybettirebilir. Çünkü zorluk barındırır tohumunda, çünkü isyan ister, uğruna yalnız kalmak, uğruna cefa ve feda ister.
İnsanlığın kendini gösterdiği en nadide uğraşlarla meşgul ve fıtratlarında derin okyanuslar barındıran kişilere baktığımızda bunu görebiliriz. Mesela Vincent Van Gogh'u çoğumuz biliriz ama Van Gogh'un dünyadayken hissettiğini bilemeyiz. Döneminde popülaritesi olmayan, iletişime geçmeye çalıştığı sanatçılara ulaşamayan, topluma katılamayan o büyük derinliği ve ışığıyla topluma fazla gelen bir adamdır Van Gogh. Bir gün, bütün bu acılarını dindirmek ve sanatının derinliğini, aşkının inceliğini yeterince dile getirebileceğini umarak bir tarlanın ortasında kendini göğsünden vurduğunda, ondan sonra tablolarının milyon dolarlara açık artırmalarda satılacağını düşünmüş müdür bilemiyoruz. Derdi de yoktur aslında, çünkü Van Gogh'un asıl derdi anlaşılmaktır.
Van Gogh gibi birçok değerli ruhun dünyada bulunduğu sıralarda çektikleri ıstıraba ve yalnızlığa neden olan bu büyük etkenlerden en karanlık olanı da, toplumda bir yer edinememeleri ve anlaşılamamalarıdır. Sartre, bir sözünde ‘toplum bir hastalıktır' diyor. Değerli ruhların ve hasletlerin yitip gittiği bu dünya için ne kadar da doğru bir sözdür bu. Toplum, sığlığını aşan her şeyi alaya alan, gülünç, gösterişe dayalı, absürt, korkak, sanal ve sarsak bir tiyatrodur. Yine, Sartre bu yüzden ‘cehennem başkalarıdır' diyor. Aslında, bu cehennemde benim dileğim; Van GOGH, Nilgün MARMARA, Virgina WOLF, Slyvia PLATH gibi değerli ruhlara denk gelmekti. Ama gelin görün ki, çağ ilerledikçe kararan bir dünya var şu sıralar. Telefon, internet, televizyon, konfor, lüks, pahalı gösterişler, sığlık, bu dönemde parlak zihinlere birer pranga vurmaya çalışıyor. Bu yüzden dış dünyaya bakarken gözlerim nemli hep içten içe de sevgili İsmet ÖZEL'in dediği gibi; ‘gözlerim nemli değil, namlu…
İnsan, bir fıtrat üzerine yaratılmamışlığıyla bir şeyi temsil etmeyecek şekilde dünyaya gönderilmiştir. İnsanın bir tıynet, bir mertebe kazanacağı yer dünyadır. Birçok din ve metafizik görüşlerde de geçerli olan bu durum, insana dibi ve zirveyi görme kapısını aynı anda açar. Yani insan fıtraten aşağılık veya yüce olmaya meyillidir. İslamiyet'te bu olgu insanın hikâyesinin merkezidir. İnsan, künyesini belirlemek için bir imtihanla karşı karşıya kalır dünyada. İnsanlığın karanlık tarafında bulunan bir durum da insanın acı ve çelişkileri çekmeye yatkın bir yapısının olmamasına rağmen, onu var eden varlığın tılsımına acı ve sancı olmadan ulaşamayacağı doğrusudur.
Bu filmin, bu yöndeki felsefesini Nietzsche'nin üst insan konsepti tanımlar. Nietzsche için insan, alt edilmesi gereken bir hayvandır, insan aşılması gereken bir eşiktir ve herkes üst insan olamaz. Üst insan olmaya layık olanlar, acı ve çelişkiyi yalnızlığı, varoluşsal sancıları göze almalıdır. İnsan kendini tanımlar ve tamamlar. Bu tip bakış açılarında ilginç bir tılsım vardır. Doğu ve batının filozof ve düşünürleri, farklı topraklar ve kültürler içinde aynı şeyi, aynı hakikati söylerler aslında. Mesela; Hallacı Mansur, Ortadoğu'da enel hakk deyince, yani ben Hakkım, Allah'ın nefesi ve parçasıyım dediği için o dönemki sığ sistemler tarafından katledildi. Nietzsche, üstinsan görüşüyle insanın içinde eşrefi mahlukat, yani yaratılanların en şereflisi tılsımına ulaşmıştır. İslamiyet'e göre Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir ve zamandan ve mekândan ayrıdır, zamana ve mekâna hâkimdir. Ve her şeyi oluşturan, aynı zamanda her şeyin içinde olan da olduğu için zıtlıklardan oluşur, kutupların bir araya gelmesinden, varın ve yoğun, beyazın ve siyahın, yaşamın ve ölümün bir araya gelmesiyle oluşur. Bu tılsımın tohumlarına indiğimizde, birbirinden yüzyıllardır inanç hayat ve anlayış olarak farklı olan, hatta haçlı seferleri ve tarih boyunca birçok savaş ve yıkımda olduğu gibi çatışan doğu ve batı aslında bu absürtlüklere rağmen birdir. Bu topraklarda ayrı ayrı dünyaya gelen, dini, fikri şahsiyetler, sanatçılar ortak bir noktaya varırlar aslında. Almanya'nın, Avusturya'nın ortasında hayatı sorgulayan bir filozofla, Ortadoğu'da fikirleri nedeniyle katledilen bir derviş, aynı kişidir, aynı tılsım, aynı ruhtur. Nietzsche ve Hallacı Mansur hikâyesinde olduğu gibi, birbirini görmeden birbirinden yüzyıllar önce ve birbirinden apayrı kültürlerde olan iki insan, ortak bir fikir neticesinde derin yalnızlıklar yaşamışlardır. Nietzsche'nin, toplumun bir sığlık ve kısır bir sürüden oluştuğunu fark edince, Avrupa'nın orta yerinde yaşadığı yalnızlığı, Hallacı Mansur Ortadoğu'da yüzyıllarca önce Enel Hakk yani ben Allah'ım, Onun bir parçasıyım deyince yaşamıştır. Bu iki yüce ruh, toplum ve sığ görüşler tarafından katledilmiştir. Nietzsche, yalnızlık ve topluma uymazlıkla katledilmiştir. Hallacı Mansur ise benzer bir sebeple öldürüldü. İşte bu birbirinden apayrı ruhların yaşadığı acılar birdir, çünkü Hallacı Mansur'un Enel Hakk'ı, Nietzsche'nin üstinsanıdır. Çünkü iki büyük ruh da Hakkın, Rabbin varlığını keşfetme yoluna baş koymuşlardı. Bunun için dünyadaydılar 'Tanrıya bağlanmayan bir birey, dünyanın fiziksel ve ahlâkî kışkırtıcılığına kendi kaynakları ile direnemez.' diyor, Carl Gustav Jung. Bu düşüncenin, tabiatın ve hiçliğin, nihilin dehşetli yalnızlığından insanı alıkoyduğu su götürmez bir gerçektir. Ama burada dinin bir vasatlık ve boyun eğme olmadığını; bir merhamet dilenme olmadığını bilmek gerekir. İnanç yücedir ve son insan yeryüzünden silininceye kadar yüce kalacaktır. İnançlar yüceliğini kaybetmemiştir, bozulmamıştır ve bozulmayacaktır. Çünkü diridirler, canlı ve Allah'a bağlı bir kadimlik taşırlar. Fakat yüzyıllardır insan soyu toplumları yönetmek, düşünceleri ve insanlığı istismar etmek için din ile uyutma politikası izlemiştir.
İslamiyet'in en önemli figürü, son peygamber Hz Muhammed, hiç şüphesiz bu isyan kavramı için örnek alınacak en nadide insandır. Hz Muhammed, yaşadığı dönemde Arap cahiliyesi ve bedevilerle kaplı, sığ, bozulmuş ve katı tabuların olduğu bir yerdi bulunduğu coğrafya. Hz Muhammed, peygamberliği belki bu toplumda kırk yaşında bağrına basabildi ama unutulmamalı ki, kırk yaşına kadar başkaldırdı ve kurulu sisteme isyan etti, yüreğinde hep bir hoşnutsuzluk taşıdı. Çünkü biliyordu ki, bir yerlerde bir şeyler olması gerektiği gibi, doğası gibi, yaratıldığı gibi değildi. Hayat, bir hayvanın gövdesini taşımaktan ibaret olamazdı. Yıldızlar, gökler, bu sonsuzluk bir şeyler anlatmalıydı. Bu yüzdendir ki Hz Muhammed, peygamberlik dönemi ve öncesinde büyük bir başkaldıran ve düşünürdü. Hilenin ve talan etmenin olduğu bir dönemde güvenilirdi ki nitekim ‘El Emin' derdi içinde bulunduğu halk Hz Muhammed'e. Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir çağda, kız çocuklarının onun yanında ayrı bir yeri vardı ve kadınlara herkesten ayrı bir değer beslerdi. Ve işte buydu onun isyancı kimliği. Ama her şey bu kadar basit ve kolay değildi. Ailesini kaybetmesi, yalnız kalması ve toplumun onun üzerindeki baskısı onu bunaltıyordu elbet. Turgut UYAR'ın, ‘Terziler Geldiler' şiirinde geçen; ‘her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği yalnızlığıyla' baş başaydı. Nitekim bundan yüzyıllar sonra, çöllerden metropollere uzanan isyancı ve güzel hasletlerini yitirmemiş insanın künyesinde bir Muhammed yatar, çünkü çağ toplumu, kapitalizm ve paradan başka değer tanımayan bu sistemlerde muhakkak ki yüreğinde bir Muhammed sızısı taşıyan insanlar kırılacaktı. İsmet ÖZEL, Amentü şiirinde ‘İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam, bu sözün sözler içinde bir yeri vardı ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman, bu söz asıl anlamını kavradı diyor. Burada da geçtiği gibi, eşrefi mahlûkattır insan ve isyan ettiği için diğer canlılardan farklı olarak sorguladığı için eşrefi mahlûkattır. Ve sonrasında şair, ‘bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman' diyor, Eylül bir fizyolojik ve ruhsal yorgunluğun ifadesidir. Bu yorgunluğun, bir imge olarak bilek damarlarını keserek atmaya çalışan şair, hakikati ölüme yakınlık ve hayatın sonu vasıtasıyla anladığını dile getiriyor. Yani bu şiirde de olduğu gibi, inanç, değerler ve eşref uğrunda yorgunluk olan ve insanın bir eylül günü yaprak dökmesinin, sinesine basması, bir meşakkat ister.
Hz. Muhammed'in eylülü de hayatıydı. Nietzsche'nin, Albert CAMUS'un, Sartre'nin, İmam Gazali'nin, Bediüzzaman Said Nursi'nin, Ali ŞERİATİ'nin, Leonardo da Vinci'nin hayatlarında da eylül günleri vardı hep. Çünkü bu insanlar, hayatlarını ilim, sanat, doğayı ve kâinatı anlamak, bir değer katmak ve diğer insanları bir değer bilincine ulaştırmak amacı taşıyorlardı ki nitekim bu da zorlu eylül günleri demekti.
Albert CAMUS, ‘son insan ölünceye kadar iki şey kalacaktı; sanat ve isyan' derken ve bir mana ararken; bu sonsuz kâinatta Nietzsche, ‘iki temel sorunu var insanlığın; adaletsizlik ve anlamsızlık. Birine karşı hukuku bulduk, diğerine karşı sanatı.' Ama insanlar hukuka ulaşamadı. Sanat, insanlara derken, yalnızlığının hasta yatağında bir ışık beklerken, Sartre; ‘cehennem yoktur, cehennem başkalarıdır' deyip, ruhunun manalı uçurumlarında savaşırken, İmam Gazali; ‘takva, öğretmen olmadan öğrenilen ilimdir' derken, şüphe, küfür ve takvanın karanlık girdaplarında vurulurken, Bediüzzaman Said Nursi; ‘acaba sırf dünya için yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun' derken, ruhunun görünmeyen ve dünyanın bilinmeyen sürgünlerinde göğsünü siper ederken, küfre ve yenilgiye, Ali ŞERİATİ; ‘kim daha fazla insan ise, daha fazla dertli olur. Ben herkesi rahatlatmak için gelmedim, ben rahatları rahatsız etmek için geldim' derken ve kendi tabiriyle insanının dört zindanı olan kültür, aile, toplum ve dine bir isyan ve başkaldırıyla direnirken, Leonardo da Vinci; ‘kendinden şüphe etmeyen sanatçı, bir yere varamaz ve kücük bir hakikat büyük bir yalandan iyidir' sözlerini sarf ederken, anatominin, resmin ve doğanın tılsımlı yollarında gezerken, hep bir farklılaşma ve dünyaya başka bir tılsımla bakmayı normale ve insanı sıradanlaştıran değersizleştiren neyse onlara isyan etmiştir.
Burada değindiğim, Yüce ruhların, birbirlerinin zıttı, birbirlerinin uzağı, aykırısı ve bilinmezi olmadıkları, farklı topraklarda doğmalarına rağmen, Hakikat ve Ruh bir olduğu, Rabbe dayandığı için, hep aynı ışığı aynı kurtuluşu aramışlardır. Bu insanlara bakınca, şiirde geçen ‘eşrefi mahlûkat nedir bildim' sözü şimdi tohumlarını yüreğimize salıyor. Ki Allah'ı arayan bir çift göz, sıkılmış yumruk ve darmadağın yürek, dünyanın neresinde olursa olsun Hallacı Mansur'un Enel Hakk hakikatine, Allah'ın parçası olup sonsuz olmaya varır. İslamiyet inancına göre, ilk yaratılan Ruh Hz Muhammed olduğu için de her darmadağın yürek Muhammedin sızısını taşır. İsmet ÖZEL'in dediği gibi; ‘sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez ki hangi toprakta doğarsak doğalım sızımızı sadece bizi Yaratan bilecektir.
ÇAVUŞ KUŞU
OSMAN ERDAL
Endamın izzetli duruşun vakur
Yemyeşil baharla gel çavuş kuşu
Umut dallarından bana yuva kur
Hüznümü döşünden del çavuş kuşu
Hiç heves etmedim sırça saraya
Yeter ki girmesin hasret araya
Durmadan kanayan arsız yaraya
Dokunsun şifalı el çavuş kuşu
Gecenin iç yüzü soğuk ve derin
Tadı yok yalnızken yastık minderin
Dilsiz acıların gamın kederin
Öterek aklını çel çavuş kuşu
Kimsesiz çaresiz kaldığım anda
Çile kapısını çaldığım anda
Onsuzken her nefes aldığım anda
Yaşayan ölüyüm bil çavuş kuşu
Derdime bir çare bul çavuş kuşu...