Van Gölü İncileri
Van Gölü İncileri
AH BU MEKTUPLAR…
EROL ÇELİK
Kırk yıldır mektuplar almaya devam ediyorum. Her defasında çöpe attığım istenmeyen bu mektupları; sanırım ömür boyu almaya devam edeceğim. Bu mektuplardan bıktım, yoruldum ama mektubu gönderme zahmetinde bulunanlar yorulmadı.
Başlığa bakıp aldanmayın. Sözünü ettiğim, dostların bir birine, annenin evladına, evladın babasına yazdığı hasret kokan mektuplar değil. Hani teknolojiyi kullanmadan önce yazdığımız, günlerce cevabını beklediğimiz, geldiğinde sevinçle havalara uçtuğumuz asker mektubu, sevgililerin, nişanlıların mektupları değil. Kimin yazdığını bilmediğimiz, dağıtımına yardımcı olduğumuz mektuplardan söz ediyorum.
Önce posta yoluyla alıyordum mektupları. Bir zaman sonra faks olarak almaya başladım. Daha sonra telefonuma mesaj olarak gelmeye başladı. Şimdilerde e-posta adresime ve sosyal medya hesaplarıma geliyor. Birçoğumuzun aynı durumdan şikâyetçi olduğundan eminim. Çevremizde, yakınımızda uzağımızda bu mektuplara inanlar olduğu sürece gelmeye devam edecek.
İçerikler hep aynı veya benzer; sadece geliş şekli değişti. Bir de kalemle yazılan mektuplarda sayfanın yarısını Arap alfabesiyle yazılmış yazı kaplardı. İnsanların aldanışı belki de mektubun Arap alfabesiyle yazılmış olmasıydı. Arap alfabesiyle ne yazıldığını bilmediğimizden mektupta yazılanlara inanılırdı. Sadece Arap harfleri ile yazıldığından Kur'an yazısıdır, diye evinin yüksek bir yerinde saklayanlar bile olurdu. Bu mektuplardan, birkaç gün önce bir tane daha geldi. İşte son gelen mektup:
“İz hasinallahi bilahime semihehi Allah”
Bu dua 1892 yılında birinin eline geçmiş 13 kapıya dağıtmış, zengin olmuş, bir fakirin eline geçmiş yırtıp atmış evi yanmış canından olmuş. Kısmeti açılmayan bir kızın eline geçmiş 13 kapıya dağıtmış kısmeti açılmış. Eline geçip dağıtmayan tüccar iflas etmiş. Sende 13 kişiye gönder Allah'ın izniyle 4 gün içinde kabul olsun.
Ayet Kur'an-ı Kerimde mevcuttur.
13 kişi okudu mu bu yazıyı? Desenize 4 gün içinde zengin olacağım. Söz, bir kuruşunu harcamadan parayı sizlere göndereceğim.
Bu işin şakası, mektuba dönelim. İlk satırda neler yazdığını bilmiyorum. Arapça bilenler belki de ne yazdığını biliyordur. Tabii yazılan Arapça ise… Mektubu dikkatlice okuduysanız ayrıntıyı fark etmiş olmalısınız. “Bu dua 1892 yılında birinin eline geçmiş” diye başlıyor. En sonunda “ayet Kur'an-ı Kerimde mevcuttur” deniyor. Yazan kişiye; dua mı ayet mi diye soracağım ama kim olduğunu bilmiyorum
Aklımızla dalga geçiyorlar sanki. Gayret etmeden, çalışmadan, üretmeden, araştırmadan, sorgulamadan, yatarak, bu tür mektuplarda yazılan duayla bir yerlere varacağımıza inanıyorsak vay halimize.
DÜNYADAKİ CENNETİM: ŞAMRANALTI
MUHAMMED GÜRCAN
Bu günkü çocukların elinden düşmeyen bilgisayar ve tabletteki oyunlara kıyasla bizim çocukluğumuzun en haz verici yanı mevsimden mevsime değişen oyunlardı. Bir sabah uyanıp her yeri bembeyaz gördüğümüzde biz sevinçten havaya uçarken, büyüklerimiz biriken karın ağırlığıyla kırılan meyve ağaçlarının üzüntüsüne düşerdi. Hızlıca dışarıya çıkıp mecrefe dediğimiz kar kürekleriyle damları temizledikten sonra duvar diplerine, neredeyse dam boyu yığılmış karın üstüne atlardık. Okullar tatil edilmiş şahikası bir müjde gibi yayılır, hemen sevinçle kardan adam, kartopu, kızak kayma ve kar evleri yapma oyunlarıyla, ellerimiz soğuktan uyuşana kadar oynar, sonra gelip sobanın önünde sızıdan ağlardık.
Bahar ve yaz aylarında bilye (misket), melikan (çelik çomak), sapan, kılıç ve silah oyunu, okçuluk, fırfıra (topaç), çamurdan evler yapma, gibi oyunlar oynarken, gençliğe geçişe doğru bisiklet gezileri ve top oynama daha ağır basmaya başlardı. Güz mevsiminde ise genellikle uçurtma uçururduk. En uzun ipi olan ve en düzgün dengeyi yapanın uçurtması, diğerlerinin iç geçirerek seyretmesine sebep olacak yüksekliğe çıkar, sahibini uzun süre dillerde dolaştırırdı. Oyuncaklarımızı hep kendimiz yapardık; hatta kızacak korkusuyla babalarımızdan gizlerdik.
Bir başka hadise ise yaz tatillerinde mahalle hocasına Kuran dersi almaya gitmemizdi. Büyüklerimiz çeşitli hediyeler vadederek bizi öğrenmeye teşvik ederdi. Ama aklımız oyunda olduğundan ve Türkçesi kıt hocanın ifade güçlüğünden Elif - Ba'yı bitiremeden tatil biterdi. Caminin bir hücresinde toplanan çocukların diz çöküp ders sırasında ödevlerini ezberlemeye çalışırken çıkardığı sesleri duya duya ayetlere aşina oluşumuz, sonraki dönemler Kur'an-ı Kerim'i öğrenmeye karar verdiğimizde hiç zorlanmadan kavramamıza neden olacaktı. Gelirken kanaldan akan suya attığımız çöpleri yapıştırarak köprüye kadar koşuşturur, önümüze çıkan manda sürüsünü de atlatıp eve yetişirdik. Bazen yolda insanımızın dini hassasiyetini gösteren ve bu gün artık bir daha hiç göremediğimiz hoş davranışlara şahit olurduk.
Mesela karşılaştığımız bir minibüsün bizi para almaksızın arabaya alması ve boynumuzdaki Mushaf'a duyulan saygı sebebiyle en önde oturan yolcunun kalkıp bize yer vermesi, ya da kestirmelerden giderken bağında, bahçesinde oturan ailelerin bizi görüce ayağı kalkarak, biz uzaklaşana kadar el pençe divan durup beklemesi gibi… Ramazan aylarının ılık yaz gecelerinde teravih namazlarına giden büyüklerimizin arkasında saf tutarken, içimizden birinin yaptığı yaramazlıkla namazı güç bela bitirirdik. Bayramlarda sabah erkenden kalkıp büyüklerimizle bayramlaştıktan sonra bir araya gelerek, mahalleden şeker toplamak için dolaşmaya başladığımızda, kapısını çalmadık ev bırakmaz, hatta aralıklarla denk geldiğimiz yetişkinlerin arasına karışıp, ev sahibinden büyüklere ikram edilen şekerden almamıza çaresiz göz yumulurdu ki, bu bizim için günün vurgunu sayılırdı. Aslında hazırlığımızı haftalar öncesinden yapar, okullu olana kadar basmadan yapılmış pijamalardan kurtulalı okul dışında yalnızca bayramlara özel alınan elbiselerimizin şeffaf ambalajını şeker toplamak için saklardık. Nimetin kıymeti bilindiği yokluk zamanının o mutlu anılarından biri de bayramlık ayakkabımızı yastığımızın altında saklamamızdı. Ayakkabı dediğimse, yan tarafında ayarlanan tokası bulunan renkli ve naylondan yapılmış ayak - kabı! Lastikten yapılma boğa başı bile ona göre daha lüks sayılmaktaydı! Ama birbirimize gösterip sevinç içinde koşmamıza yetip de artıyordu ve yalınayak dolaşmaktan iyiydi!
Yazın meyveliklerin arasında koşup, söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevrelenmiş bahçemizin sonundaki tumpun üstünden çiçeklerle müzeyyen renk renk tarlaların bitimindeki masmavi denize bakarken, yüzümüze vuran yumuşak rüzgârın tuz ve yosun karışımı kokusunu ciğerlerimize çeker, yürüyerek fidanlığın kumsalına giderdik. Hızlı adımlarla göle yaklaşırken tatlı su birikintilerinde vahşi bir orman gibi yükselen sazlıkların arasındaki patikalardan suya yetişene kadar üstümüzü çıkarır, koşarak Van Gölü'nün harikulade serinliğine peş peşe atlardık. Su o kadar berraktı ki, zemininde çizgi ve şekillerin uzadığı ve güneşin ışıklarıyla kırılan gölgelerin yansımasıyla yerini billur gibi görünen çakıllara bırakıyor, bulandırarak yürüdükçe birinci deyaz ve ikinci deyaz diye isimlendirdiğimiz sığ yerleri geçer ve sahilden epey uzaklaştıktan sonra kulaçlamaya başlardık. Sıcak mevsimlerde sodalı suda yüzmekten saçlarımız sapsarı olurdu.
Her şeyi bir daha geri döndüremeyiz; ancak bilinçli bir nesil için farkındalık uyandırır ve toprağını seven yetenekli insanlar yetiştirirsek belki hikâyede mutlu sonu yakalayabiliriz. Evlatlarımıza sevgi aşılamalı, insanları ve doğayı şefkat gözlüğüyle seyretmenin kazanımlarını öğretmeliyiz. Bencilliği bırakıp empati yapabilen eğitimli nesiller yetiştirmeyi başarsak, hayallerimizde tüten şenlik yaşadığımız hayata da yansır ve dünyamız daha güzel olabilir.
SERÇE MİSALİ
DAVUT MORTAŞ
Uçmayı bilmeyen serçe misali
gökyüzüne misafir bulutlardayım
beni saran karma duygular arasında
ne düşmeyen bir yağmur tanesiyim
ne de gökkuşağı sarmalı
gölgesi oldum düşlerimin
gerçeğimi arayan hayalim
beni umuda bağlayan umut ipinin
kocaman dünyaya karşı direnen
kopmamaya gayretlidir yüreğim
içime sığmaz oldu gerçek hikayem
buna lâl melaldir dilim, dudağım
şu sinem ne çok derde giriftar olmuş
dayanacak gibi durmuyor bedenim
şu feleğe teslim oldu gözlerim
kaldırmak zor geliyor artık bu yükü
biliyorum, kaçmak kolay değil dünyadan
sil baştan yazmak istiyorum geleceğimi
ama hiç bir şeyin değişmeyeceğini bile bile
umut yüklü kervanlar katsalar bir gün beni.
BENDİM
MEHMET MUHLİS ŞEPİK
Gezdim yedi düvel, yedi iklimi
Dağlarda savrulan, esrik yel bendim
Fark etmedi kimse, sırlı dilimi
Gönülde çağlayan, coşkun sel bendim
Dolandı destanım, dillerden dile
Ateşleri sardım, durgun su ile
Kalmadı uğrumda, çekmedik çile
Güvenip yok olan, ihtimal bendim
Bendim, âşıkların gözündeki yaş
Bendim, aşk yoluna eğilen o baş
Susuz değirmende, öğütülen taş
Har ardında kalan, soğuk kül bendim
Kayboldu uğrumda, merhamet edep
Göze perde çektim, kör eyledim hep
Cenneti dünyaya, takasa sebep
Bağrı mızrap ile, delen tel bendim
Yıkıldı yuvalar, tattıkça beni
Asırlar geçse de, hükmüm hep yeni
Bozguna uğrattım, bir ile bini
Sarayları yeksan eden, hâl bendim
Sefil ettim Kays'ı, düşürdüm çöle
Kimini kul ettim, kimini köle
Yürekleri yakıp, döndürdüm küle
Ahuzâr eyleyen, suskun dil bendim
Ferhat Aslı ile, ikrarlı oldu
Kaç ahrazlı seven, saçını yoldu
Ferman kabul etmez, yegâne yoldu
Baharında solan, gonca gül bendim
Duyunca adımı, titredi yara
Namerde yalvarmam, düşsem de dara
Çok zalim ağyarı, gönderdim hara
Korkuyla tutulan, arlı el bendim
Ukdeyle Nemrud'u, getirdim dize
Benzemez benliğim, ateşe köze
Pişmanlık yaşattım, iğbirar söze
Emsali görünen, hoşça kal bendim
Hayaller kurduran, o masal bendim
KIŞ MASALI
ALİ GAFFAR BİLİCAN
Üşüyorum, çıplak ayak umutlarım
sırtı açık düşlerim donmak üzere
ısınmak için kaç kat hayalle örtünsem nafile,
hayallerimin sonunda bir soğuk mevsim
Şakaklarımdan akan terler donuyor
soğuklarda ter mi olur dersiniz,
üşürken yürek çaresiz kalırsa insan
Soğuk zemheriyle vurduğu zaman,
cam kırıkları gibi işler iliğine sızlayış
bir umut ikliminde yaprak dökümüdür
belki de bu bekleyiş
Düşünüyorum, bu oyunun kurbanlarını
evi harap, gönlü virân olanları
sözü içten, sesi titrek olanları
soğuğa aldırmadan dalıp gittikleri
o uzak diyarları
Titriyorum, gördükçe çocukların yalın ayaklarını
buz gibi zemine temas edince minik ayakları
bir ürperti gelir bana / ah çocuk!
bir ayakkabı ömrü ile mukayese ediliyor ömrün
Bilirim, seni donarak ölmeye mecbur edenler
hepsi de yanarak, can vermeyi hak edenler
görüyorum, bazen bir kız çocuğunun,
elindeki ekmeğinin bitmesini istemeyişi
gözlerinden belli, bu kış o soğuk duyguların
koca yüreğinde hissizleştiğini...
BABAM
FİKRET ONAY
Gencay Apşin anısına
Zaman geçiyor
ama acı ama tatlı… günler geçiyor
bir yıl da geçiyor, on beş yıl da...
sen gideli tam on beş yıl yıl oldu baba
on beş yıl baba kokusunu duymayalı
sana sarılmayalı, babacım demeyeli
on beş yıl yıl, dile kolay...
giderken bıraktığın hiçbir şey
artık eskisi gibi değil baba
Zaman geçiyor da
geçerken de alıp götürüyor
ne varsa ne yoksa insanın yüreğinden
çocuktum ilk başları
daha çabuk hızlı geçiyordu zaman
"şimdi mi?"...büyüdüm baba ,
artık bir anneyim ben de...
yine de geçmiyor acılarım baba
kabuk bağlamıyor her düştüğümde
dizim de kanamıyor artık...
sadece yüreğim kanıyor baba ,
yüreğim... sadece
Çocukça şeylere ağlamıyorum
artık baba biliyor musun?
daha büyük sorunlar oluyor hayatımda..
sevindiğim anlar da var ama
sensiz hepsi de yarım kalıyor baba, yarım...
Hâlâ o küçük kız çocuğu gibi yarımım
oysa hiç yakıştıramadım sana ölmeyi
sendin ilk aşkım, pelerinsiz kahramanım....
ah, acımasız hayat özledim babamı
babam, seni hem de çok özledim
yattığın yer nur olsun babam.
her zaman kalbimdesin.
SAHİ NEYDİ?
ZEYNEP ZENGİN
Hayal kurduğumuz,
oyun oynadığımız,
istediğimiz her şeyi
yaptığımız zaman mı?
Öyleyse ne mutlu
çocuk yaşayana,
çocuk olana...
Oldum mu bilmiyorum
ne zaman bir çocuk koşsa
içimde düşme korkusu…
Meğer yokuş aşağı
koşmakmış çocukluk
sonunun düşmek
olduğunu bilmeden.
EY GÖKYÜZÜM
ZİLAN YALÇINYİGİT
Başımı göğe kaldırınca
içimde kelebekler uçuyor
yüreğim sığmıyor yüreğime
bıraksam kanatlanacak
Kuşlar ötünce melodi gibi
ey gökyüzüm,
dağları sana adasam
içim içime sığmaz
doğaya bırakıyorum seni
Ey gökyüzüm, sen
içime huzur veren
su damlacıkları gibisin
huzurun sesi kulaklarımda
Ey gökyüzüm, sen
hayata bakış açımsın.