Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri


SİZE SELAM OLSUN ESKİ EŞKIYLAR

MUHAMMET BARAN ASLAN

Nerede başımı mertçe kesenler?

Nerede ağalar, paşalar, beyler?

Şimdi hayat zulüm, ölümden beter

Size selam olsun eski eşkıyalar

Bu asır her çağdan daha kirlidir

Şerbet içsek karna inen zehirdir

Sevda dedikleri üç günlük iştir

Size selam olsun eski eşkıyalar

Ulur olmuş sinelerde o kelpler

Şahlardan süslüdür ruhu sefiller

Bir camia içre cüceler, devler...

Size selam olsun eski eşkıyalar

Cümle âlem kuru kavgaya düşmüş

Kuzgunlar bir han-ı yağmaya düşmüş

Ayaklar baş olmuş, baş yere düşmüş

Size selam olsun eski eşkıyalar

Fikretmek bu çağda büyük ayıptır

Moda, şöhret, para , kumar ve kahır

Her ne bela gelmişse başa haktır!

Size selam olsun eski eşkıyalar

Şimdi palazlanan şu kel hindiler

Sizin tırnağınız dahi etmezler

Zalim denilenler, servermiş meğer

Size selam olsun eski eşkıyalar.

UYKUSUZ

BERFİN IŞIK

Nöbetteyim deli rüzgârlı sokakta

Nerede yansıdığı belli olmayan

neon lambalarla

Bilmiyorum biraz nöbet huzursuz.

Bir deli çağlar bir ben uykusuz

Caz mı saz mı çalar ritimler bir yana.

Karşımda ay ışığı ve yakamozlarla

Düşünüyorum seni hayalî fragmanlarla

Bir deli yürek bir ben uykusuz

Kaptırıyorum kendimi nakaratlara

İçli bir şarkı gibi yalnızlıklarla

Bıraktım kendimi yakamozlarla

Bir deli aşıklar bir ben uykusuz

DEVRAN DEĞİŞTİ

NAZMİ SARAÇOĞLU

Önceden dost belli, düşman belliydi

İnsanlar şükürdar, orta halliydi

Duruşlar belli, sağlı solluydu

Davalar değişti insan değişti

İnsan değişince devran değişti

Bir helal lokmaya razıydı insan

Haramı helali bilirdi insan

Şimdi ne bulursa yutuyor insan

Helal haram karıştı kanlar değişti

Kalpler by-pas oldu devran değişti

Hak eden hakkıyla alırdı hakkı

Hile hurda ile dönmezdi çarkı

İşte budur geçmişle bu günün farkı

Günün adamlarıyla işler değişti

Çarklar terse döndü devran değişti

Müslümanın bir asil duruşu vardı

Davası, inancı, hedefi vardı

Şimdi etrafı riya gösteriş sardı

Hedefler değişti gaye değişti

Ok hedeften çıktı devran değişti

Namaz miracı idi, hedefi doğru

Kulağında tek bir ses "ilahi çağrı"

Şimdi namaz riyalık doğruya doğru

Yüzlerin döndüğü hedef değişti

Makam için namazla devran değişti

Marka saat elinde, dar paça giymiş

Sorsan sanki cephede ön safta durmuş

Kısa ceket üstünde fiyaka durmuş

Bu tiplere ümmette nefret gelişti

Sevgiyi tükettiler devran değişti

Yürekte Ümmetin derdi kor idi

Müslümanca durmak gayet zor idi

Dünya hırsına, mala gözler kör idi

Hırstan gözler döndü kalpler değişti

İşte bu yüzden gardaş devran değişti.

VERİRSİN

MEHMET MUHLİS ŞEPİK

Cenneti sunardı gülen gözlerin

Baharın rengini gülle verirsin

Yalan defterinde kaldı sözlerin

Gönlünü şüphesiz ele verirsin

Kurudu bağlarım hasrete kaldım

Kendimi dermansız dertlere saldım

Gecemde hüzünler maziye daldım

Gözümde yaşları sele verirsin

Laleler, Sümbüller açsın bağında

Savrulur saçların gençlik çağında

Uğramasın efkâr gönül dağına

Lavanta kokunu yele verirsin

Ezber ettim seni hasret cenginde

Karardı goncalar soldu renginde

Kapıldım hülyaya düştüm enginde

Kalbime hesapsız çile verirsin

Vuslat mı, özlem mi bilemedim yâr

Mecnun olup çölde bulamadım yâr

Sönmeyen ateşte kalamadım yâr

Yanmayan kalbimi küle verirsin.

BİLİYOR MUSUN, DİLŞAH?

VEYSEL ÇAKIR

İçimde bir his var ki sanki de son sabahım

Belki son görüşmemiz geliyor musun Dilşah

Yetmedi mi çektiğim bitmiyor mı günahım

Beni günde kırk yerden deliyor musun Dilşah

Canım çıkar bedenden daha geriye dönmez

Pişmanlık ateşi ki başlayınca da sönmez

Parçalanırken içim kimselerce görülmez

Başa gelecekleri biliyor musun Dilşah

Kulak ver çığlığıma gel bu sözümü dinle

Bir gün bir ömre bedel yaşanırsa seninle

Beni kesip doğrayıp gömüyorsun elinle

Cenazemde eğlenip gülüyor musun Dilşah

Sana da çektirirler sevenin ahı kalmaz

İnat eder geceler bitip sabahın olmaz

Boşa koyarsan dolmaz doluya koysan almaz

Vicdanın dile gelir ölüyor musun Dilşah

Pişmanlık zordur elbet konuşturur adamı

Keşke olsaydı dersin gönüllülük idamı

Çıkardığın bu sesler sizin burada modamı

Derler kuzu misali meliyor musun Dilşah

Meczup değilim ama bunları görüyorum

Bu aşk için yoluna halılar seriyorum

Habire günden güne yağ gibi eriyorum

İkimizin sonunu diliyor musun Dilşah.

SEVDAM BENİM

AHMET ZAHİROĞLU

Gözlerimde durmaz akar hep yaşım

sorma derdim çoktur benim kardeşim

vurgun yemiş bir deli divaneyim ben

keder sofrasına dizilmiş aşım

Kalbim hep ona göz yaşını akıtır

bir yanım gece bir yanım gündüzdür

sivrilenmiş diller bana batar,

iğneli sözleri sanki satırdır

Takat tutmaz yürümez ayaklarım

çiçek bahçesinde topal sızlarım

ben de kalan yaralı sevdana,

sokaklarda sarılır ben yatarım

Elimde düşmez benim kalemim

siyah dudaklı kalemim ağlıyor

yazıyorum şiir kitabına seni,

bir asır okunsun sevdam benim.

ÜÇ İDİOTS

RECEP TURAN

Ankara'daydım herhâlde. Ya da ben öyle sanıyordum! Yollardaki küçük su denizlerini görüp, yolun sonunda derme çatma bir gecekonduda yaşasaydınız eminim siz de kendinizi başka bir yerde sanırdınız! Gece dışarı çıkarken burnunuza çarpan yanmış tezek kokusunu saymıyorum bile. Sene 1970. Kara kış ateş ediyor. Taşradan Ankara'ya üniversite okumak için gelen sıska bir gencin ta kendisiyim. Güya okulu bitirip hâkim olacakmışım!

Gündüz fakülteden öğrendiğimiz “Siyaset bilimi” derslerini gece olunca hayata tatbik ediyoruz. Acayip keyifli oluyor. Ve de kalıcı. Anlayacağınız yaparak yaşayarak öğrenmeye çalışıyoruz. Bizi gören ya inşaatçı ya da ressam sanıyor. Kıyafetlerimiz de uygun elbet. Yırtık, yamalı elbiselerin moda olmasına da epey zaman var. Elimizde boya ve fırçalarla ara sokaklarda faşizme meydan okuyoruz. Sadece faşizme mi? Elbette hayır. Kapitalizm, siyonizm, emperyalizm… Anlayacağınız sonunda ne kadar “İzm” varsa karşıyız.

Bir tek sevdiğimiz kızın adını yazmıyoruz. Duvarlarda değil yüreklerde yaşatıyoruz onu. Geceleri kızları evde bırakıyoruz. Çünkü biz tazı gibi koşuyoruz. Genciz o vakitler. Kanımız yüksek hızlı trenlerden daha hızlı akıyor. Yakıtsız çalışıyoruz üstelik. Ekmek bulunca, yemek bulamıyoruz; şeker bulunca, çay bulamıyoruz. Ama acayip keyif alıyoruz yokluktan. Öyle ki fakirliğin damaklarımıza bıraktığı eşsiz bir zevk alıyoruz! Her şeye çare buluyoruz. Birlik oluyoruz, bir oluyoruz; biz oluyoruz.

Yusuf'la saat 22.45 te hacıyatmazın kahvesinde buluşuyoruz. Hüseyin anlaştığımız gibi bizden yarım saat sonra geliyor. Üç kişinin yan yana dolaşınca anarşist olma ihtimalini ortadan kaldıran bir taktikti yaptığımız. Hüseyin'in buz tutan yanaklarını ancak sıcak bir çay çözer diye düşünüyoruz. Yalnız kırmızıya bulanmış parmaklarına aseton alacak paramız yok.

Üç kişilik koca bir dev oluyoruz. Parasızız ama arada çılgınlık yapıp kahveye geliyoruz. Okey oynuyoruz. Tütün sarıyoruz durmadan. Nikotin kokuyor sohbetlerimiz. Ve de parmaklarımız tiner kusuyor. Camlarını indirdiğimiz bankaların çetelesini tutuyoruz mavi tükenmezle. Yayık gibi göbekli kahveciye lakap takıyoruz. Aç aç gülüyoruz. Ve İkinci çayları içmeden bir tabak şeker daha istiyoruz. Hacıyatmaz ters bakışlarının arasında şekeri getirip masaya bırakıyor. Birden kahveyi polisler basıyor. Tedirginiz tabii ama sakin olmaya çalışıyoruz. Ceketimin iç cebindeki küçük boya fırçasını sigara izmaritlerinin olduğu küçük bidona atıyorum. Ellerimiz başımızın üstünde arama yapmalarını bekliyoruz. “Hüseyin'in kırmızı boyalı parmakları dışında şüphe duyacakları bir şey yok!” diye düşünürken genç bir polis Yusuf'un pantolon ceplerindeki kabartıdan şüphelenip ellerini cebine sokuyor. Temkinli bir şekilde çıkarıp öylece bakıyor. Avucuna dolan küp şekerler karşısında şaşıran, biraz da tebessüm eden genç polis kulaklarımıza yakın “Öğrenci misiniz?” diye fısıldıyor. Tebessümle karşılık verince. “Aptallar sizi! Haydi, doğru evlerinize. Bir daha sizi burada görmeyim!” diyor.

Çıkıyoruz dışarı. Paltolarımızın yakalarını kaldırarak düşüyoruz yollara. Yönümüz varoş sokaklar. Havanın ayazına inat şarkılarla ısınıyoruz. Buğulu dudaklarımızdan çıkan türküler havada asılı kalıyor. Slogan gibi aksediyor donuk duvarlarda türkülerimiz. Elimizde boya fırçaları bu sefer içimizden geldiği gibi ve kırmızıya yakışır bir şekilde yazmaya başlıyoruz:

“Her şey iyi olacak…”

İDEALLER ÜZERİNE

SİBEL DÖNMEZ

İdeal kavramı çok kült bir kavramdır. Öyle ki insanlığın ilk çağlarından beri idea ve ideal olan hayatımızdadır. İdeal yaşam, ideal toplum, ideal aile, ideal ilişki, ideal insan sonra küçüldü ideal yemek ya da giysi oldu. Sonra tekrar büyüdü ideal dünya ve ideal evren oldu. Her ne kadar göreceli de olsa esas olarak çevreden ve şartlardan doğdu. Sonra birileri bu belirsiz doğruyu yani ideali kendi çıkarları için değiştirebilir veya hiç yoktan var edebilir oldu.

Günümüzde kitle iletişim araçları ve sosyal medya yolu ile gerçekleştiriliyor. Peki ne yaptı bu ideal endüstrisi? Zararlı olan pek çok maddeyi ve düşünceyi hayatlarımıza yerleştirerek, bizleri sömürdü. Hatta bağımlı hale getirdi yani birilerinin bize neyin ideal olduğunu söylemesine ihtiyaç duyar olduk. İnsan aklının, vicdanının onayladığı idealler toplum ve medeniyetleri oluşturdu. Fakat bütün idealler böyle miydi? Irkçılık temelde bütünsel bir toplum idealinden doğmadı mı? Bütün yozlaşmaların temelinde en iyiye ulaşma gayesi yok muydu? Hepimizin doğruları ve yanlışları var, bunları belirleyen çevremiz tarafından bizlere dayatılan ideallerdir. Tarih başka ülkelerin ideallerine ulaşmak isterken parçalanan devletler ile doludur, zira globalleşme bunu gerektirir. Hiç düşündük mü artları farklı olmasına, farkları güzel olmasına rağmen pek çok insan neden bir avuç ideal insanın yaşamına erişmeye çalışıyor. Rıza sanayisinin bugün geldiği noktada, kaçımız aklın usuna kulak verebilir? Artık beyinlerimizin yıkanması şöyle dursun yönlendirme olmadan yaşayamaz haldeyiz. Peki bu ideali ne zaman onayladık? Gözlerimizi kapatıp gelen sese doğru yalınayak nasıl koşar olduk?

Jose Saramago Körlük kitabında sanılanın aksine aniden kaybolan bir duyunun değil, alışılmış düzenin ve insan davranışlarının kriz sürecindeki işleyişini ele almıştır. Bizler gözleri gören körleriz ve tıpkı o körler gibi kendimizden üstün birilerinin sözlerine muhtacız. Düşünmek insanlığı diğer canlılardan ayıran en temel özelliği iken, kendi düşünme yetimizi kendi rızamızla köreltmek ne kadar akılca?

Oysa ideal olanın daima güzel, iyi doğru olması gerekir. Bu kavramlar hangi perspektifte değişmez, dönüşmez ki? Fredrich Nietzsche “ Ahlakın estetik standartları vardır.” demiş. Ahlak bu standartlara hangi idealden yükselmiş.

Bakmadan Geçme