Van Gölü İncileri
Van Gölü İncileri
BEN AZ SÖYLEYEYİM, SİZ ÇOK ANLAYIN...
AHMET CAN ALTIOK
Üstâd Müştehir Karakaya'ya
Bundan tamı tamına on yıl önce, Konya'dan Van'a taşındığımızda ailemin anlamlandıramadığı, arkadaşlarımın ise (ki hiç yok denecek kadar azdı)benim gibi olmadıkları için şükrettiklerini her hallerinden anladığım garip bir tiptim. Huzursuz muydum, mutsuz muydum, yalnız mıydım yahut tüm bunların ötesinde âşık mıydım bilmiyorum. Ama iyi değildim. Yeni terleyen bıyıklarım, tam kalınlaşmayan sesim, yağlı ve sivilceli yüzüm, bodur tipim, üç numara saçlarım... Ne bileyim saçma sapan biriydim işte. Ergenlik zamanları, bilirsiniz. Ortaokul bitmiş, liseye başlayacağım. Tam o zamanlar. Laf aramızda, ilk boynuzumu da o sıralar yemişim. Her gece, o malum yapış yapış ergen duygusallığındaki şiirlerden(!) yazıyorum. -Hâlbuki ne şiiri...Hak getire...- Kitaplar okuyorum. Deli gibi hem de. Okudukça daha çok yazıyorum. Yazmayı marifet sanıp okumuyorum. Yutup'ta gece gündüz şiirler dinliyorum. Dinledikçe ağlıyorum falan. Tüm bu hallerime şahitlik eden birileri var tabii. Annemle babam. Ah, kalbimin ince sızıları. Yüklemi yok ama dünyanın en güzel cümlesi: “Annem ile babam...” Yalnızca birisi dâhi olmadı mıo cümle, eksiltili cümleye evriliyor. Neyse. Bahsi diğer.
Bir gün babam, “Müştehir Karakaya'yı duydun mu hiç?” diye sorunca aptal aptal yüzüne bakıp tek seferde telaffuz edemediğim ismi duymayı geçtim, sadece “Ne alaka?” diyebildim. Babam güldü. O gülünce, kuşların göç vakti hızlanıyordu. Hemen o sırada biraz önce babamın tanıyor musun diye sorduğu adamın garip ismini sosyal medya hesaplarında aramaya koyuldum. Bu kez gülme sırası bendeydi. “Adamın mavi tiki bile yok nasıl tanıyabilirim allasen baba? Hem o isim ne öyle... hadi her şeyi geçtim tüm bunlardan bana ne...” deyince babam yine güldü. Başını sallayarak üstelik. Neyse daha sonra sosyal medyanın arama geçmişinde ismi kayıtlı kalan bu adamı araştırmaya başladım. Bir sürü kitapları varmış. Şairmiş. Üstadı anlatmaya çalışırken miş'li cümle kurmak... edepsizliğin vücuda gelmiş hâli... Babamı ve edepsizliğimi seviyorum. Bunlar olmasaydı üstadın rahle-i tedrisinde ders görmek gibi bir devlet nasip olmayacaktı. Onu tanıyanlar cümlelerimde zerre mübalağa olmadığını bilirler.Devam ediyorum. Hem yazıya hem edepsizliğe. Aradan belki birkaç gün geçmiştir, anımsayamıyorum şimdi, Müştehir Abi'ye mesaj attım. Face'den. Bak sen şu edep... Okul sıralarında beraber vakit geçirdiğim kankama yazar gibi yazmadım tabii. Yazacak bir şeyim yoktu ama aslında yazacak çok şeyim vardı. Çok yazdım sildim. En son şunu yazdım ve gönderdim: “Sizinle görüşmek istiyorum efendim.” Çok geçmeden mesaj kutumdan bildirim sesi geldi: “Merhaba sevgili Ahmet Can. Bugün saat 17.00'ye kadar Baranoğlu Ofset'teyim, gelirsen beklerim.” Allah Allah! beni aldı mı garip bi hal... Ya bu konuştuğum Müştehir Karakaya değildi ya da Müştehir Karakaya şair değildi. Çünkü öyle ya, bir yazar-şaire ulaşmak... hadi ulaştın diyelim onunla yazışmak... hadi onu da yaptın diyelim görüşmek... imkânsız... daha anlaşılır olsun: İ M K A N S I Z!
Nasıl olsa mesajımı görmez bile düşüncesiyle hadsizce tek cümleden ibaret bir şey yazmıştım. Böyle olacağını bilseydim en azından biraz eski kelimeleri de kullanarak karşısındaki kişinin öyle boş biri olmadığını gösterirdim. Neyse. Cahiller korkusuzdur. Giyindim çıktım. Zor da olsa üstadın ismini söylediği yeri buldum. Kapıdan içeri girince yüzüme çarpan kesif matbaa kokusuyla beraber sigara dumanları arasında Müştehir Karakaya'yı arıyordu gözlerim. “Buyurun?” Karşımda dikilen adama ne diyeceğimi düşünürken sadece mırıltılı bir şekilde “Mmüş...Müştehir Bey...” diyebildim. Çaprazdaki bilgisayarın başında oturan adamı işaret ederken baktım gözlerini kısmış bana bakıyordu. Ayağa kalktı. Tok bir sesle: “Ahmet Can Altıok. Hoş geldiniz. Buyurun.” İşaret ettiği sandalyeye oturduktan sonra uzattığı eli sıkmam gerektiğini fark ettim. Sinirliydi galiba. Son derece ciddiydi. Ne konuşacağım ne diyeceğim, nasıl cümle kuracağım... dilim ağzımın içinde betonlaşmıştı. Ama işte Müştehir Karakaya'yı ağabey ve üstad yapan amillerden biri: “Nasılsın? Yaşın kaç? Nerelisin? Kimsin, kimlerdensin? Okul okuyor musun? Sanat edebiyatla aran nasıl? Yazıyor musun?” Ahvalimi anlamış, bu tür sorularla sürekli konuşturuyordu. O sordukça ben cevap veriyorum, ben cevap verdikçe daha çok açılıyorum. O ise gayet ciddi gözlerimin içine bakarak dinliyordu. O ve ben. Sadece Necip Fazıl'dan ibaret değil.
Hâsılı, üstad ile tanışma şerefine erdiğim ilk gün beyaz perdeye aktarılacak olsa, mukaddesatım üstüne sizi temin ederim ki en ufak bir detayı bile geçmem. Malum, elinizde tuttuğunuz bu kitapta kıymetli isimlerin üstad hakkında yazdıklarının kıymeti harbiyesini göz önünde tutacak olursak bize lâf u güzâf yaraşmaz. Elbette O'na dair anlattıklarımdan ziyade anlatmadıklarım, anlatamadıklarım da olacaktır, affınıza mağruren...
Kimileri O'na Müştehir hocam der, kimileri üstat der, kimileri ağabey der, kimileri Müştehir abi... Tanju'yla beraber “üstad” diyenlerdeniz biz de. İşte üstatla o gün tanıştık. Kabul buyurdu, rahlesinde geçen on yıllık öğrenciliğimiz hâlâ devam etmekte. İcazet verdiği, artık serbestsin uçabilirsin dediği halde gözünün değmediği tek satır yazmadık, yayımlamadık. Çok iddialı olabilir söyleyeceğim şey, zaten iddialı olsun diye yazıyorum: Bu ülkede iki şair var. Ötekisi kim diye soracak olursanız İsmet Özel derim.
“senin gözlerin niçin mavi/deryalar mı dayandı şakağına”
dizelerinin şairi Müştehir Karakaya'nın bir iki sayfayla anlatılmayacağının kanıtı olsun diye bu yazıyı yazmak istedim. Veya şöyle diyeyim: 2016'dan beri Tanju Kildiş ile her hafta pazartesi günü gece saat 00.00'dan başlayıp sabah ezanına kadar şiirlerini okuduğumuz (ki geçen hesapladık canana şiirler'i yüzden fazla hatmetmişiz), bazen tek mısraı üzerine saatlerce kritiğini yaptığımız, her defasında da “koy beni yorulayım” şiiriyle Hitamuhu misk yaptığımız birini size nasıl anlatayım... En güzel kaçış cümlesidir: Ben az söyleyeyim, siz çok anlayın...
YAKLAŞ
YAĞMUR ÖZCAN
Yaklaş en masum tavırlarınla
olduğun gibi gir yüreğime
çıkmamaya tutsak et kendini bana
ben gardiyan misali başucunda
Yaklaş en içten gülümsemenle
kahkahalarım bülbüllere misali
çınlayıp dursun sağır edercesine
ben seni dinleyeyim bir ömür
Yaklaş en güvenilir bakışlarınla
anlam kazansım hislerim bedenimde
kalbim parçalansın maziye her bakışıma
çok uzaklara olsun gidişin,
yüreğim sessizce çığlık atıyor
yakınken uzak oluşuna
ben sende kalmışken sen uzaklaş
Yaklaştıkça uzaklaş ne olur
uzaklar yakınların kardeşidir çünkü
ve kardeş kardeşe ihanet etmedikçe
sen benim en yakınımsın.
BİLİRİM
SÜMEYYE TACİR
Dışarıya karşı sitemim doğrudur
içimdekileri aşikar kılmak
günahımdır,
bilirim, sadece acı verecektir
gönül kapılarımı açmam,
yalnızlığın kanunu yoktur
hükümsüzdür, bulunmaz
bilirim ki ben de
hükümsüzlüğün içinde
kaybolacağım bir gün
Dışarıya karşı sitemim doğrudur
İçimdekileri söylemek günahımdır
kendimden bir başkasına
verdiğim sırlar sadece kalabalıktır
bilirim, o tarifsiz kalabalık
kaybolacağım yerdir
Dışarıya karşı sitemim doğrudur
içimdekileri bağırmak günahımdır
bilirim, doğrularım yanlış olandır
en derinden acı verendir
Dışarıya karşı sitemim doğdur
içimdekileri dışarı vurmak
en büyük günahımdır
bilirim, sitemimin içinde
sayısız kırgınlık saklıdır
bilirim, hayata kırgınımdır
bu yüzdendir yalnızlığım.
GEL
MEHMET ÇİFTLİKLİ
Ömrümü de ayağına serdiğim
Kara canım fazla üzülmeden gel
Kışın ortasından hayal kurduğum
Buzlar eriyip de çözülmeden gel
Hep kışı yaşadım olmadı yazım
Kimseye geçmedi benim de nazım
Arşa ulaştı feryadım avazım
Sesim gökyüzünden süzülmeden gel
Yalnız sen anlarsın telaşımı
Bir görebilsen akan göz yaşımı
Nere vuram bu akılsız başımı
Taşlar arasından ezilmeden gel
Olmadığın yerde dertleri gördüm
Sen zannetme ki ben Sefamı sürdüm
Aldım kalemi mi defteri dürdüm
Veda mektubun da yazılmadan gel.
KANAYAN UMUTLAR
AYŞEGÜL ORAL
Kimse sormasın nedir bu hallerin diye
ateş almış götürmüş bütün benliğimi
sular almış derinliğine mutluluğumun küllerini
kalbim susar olmuş bütün bu hallerime
yine de bir soluk yakınındayım umudun
Yaprak gibi süzülüp gitmişim yerin en dibine
kuruyup düşmüşüm dalından ağacın
ruhum bedenden ayrılmış ama
bir umut, canım bedenimden çıkmamış daha
Bir kuş konmuş pencereme
belki umudun ebedi güzelliğine
sonsuzseyahate çıkacaktır beni,
belki de kendi umudunu arıyordur
bu değil midir umut, her şeye rağmen
yaşadığını hissederek başlayabilmek
Belki çok yorulursun
kendini boşlukta karanlığın dibinde
bir kuyunun içine düşmüş gibi…
sonra başını kaldırıp bakarsın göğe
bir umut ışığı , her şeye rağmen
ufacık bir umut görünür ufukta
Hayatının en büyük adımlarının biridir
yeniden başlamak
umudun acısı çoktur, yalan gibi gelir
boşa kürek sallamış hissedersin
dimdik durup devam edersin yine de
bütün aklını kurcalayanlara rağmen
çabalarsın ve başarırsın
Umut bir ağacın meyveye durması gibidir
sonbaharda, vazgeçer yapraklarından
kışın ağaç savrulur dağılır parçalanır
ama ilkbaharda umudu görür çiçek açar
yazın gördüğü umudun verir karşılığını
Her şeye rağmen yaşamayı seçin
umudun serin sularına bırakın kendinizi
yüzmeyi seçerseniz kazanırsınız,
beklerseniz boğulursunuz
Umudunuzu kaybettiyseniz
toprağa gömülün, ey insanlar
ölüler iyi bilir, yaşamak güzeldir.
KILÇIKLI HİKÂYELER'E DAİR
ELMAS ÇAĞLA
Mustafa Everdi'nin "Kılçıklı Hikâyeler" adlı öykü kitabı, Şubat 2019'da Bilge Kültür - Sanat Yayıncılıktan çıkmıştır.
Everdi öykülerini; Yaşayan hikâyeler,interaktif hikâyeler, gümüş hikâyeler olmak üzere üç bölüme ayırarak ele alır. Yazar, öykülerini felsefi bir yaklaşımla ve ince bir kara mizahla kurar. Onun öykülerinde sıradan bir olay ya da durum, metnin sonuna doğru katmerli bir felsefik aforizmaya dönüşebilir.
M.Everdi, öykülerini yazarken anlatımı ağırlaştıracak söz sanatlarından uzak durur. Bu yüzden metinleri su gibi akar okuyucunun gönlüne. Yani, bir öykü olay öyküsüyse onun, eylem cümleleriyle hakkını verir. Durum öykülerinde ise metni daha ziyade psikolojiye, sosyolojiye, felsefeye yaslar. Zaman zaman öykülerine dünya edebiyatının ustalarından ya da tanınmış filozoflardan alıntıladığı aforizmalar serpiştirir, hatta çoğu zaman da kendisi yazar, lazım olan özlü sözleri...
M.Everdi öyküleri, içinde bulunduğu toplumun ve zamanın ruhunu yansıtan bir kalemden çıkmış hissini vermektedir. Kuşkusuz ki o, konu tercihlerinde bağımsız düşündüğü gibi, sözcük seçiminde de önyargısız davranır, eski ve yeni sözcükleri harmanlayıp kültürümüze ait ne varsa kullanmak ister metinlerinde.
Kılçıklı Hikâyeler'deki öyküler, insanımızın gündelik hayatından izler taşımaktadır.Örneğin, "Babanız Yine Âşık Oldu Çocuklar" adlı öyküsünde yazar, oldukça ironik bir dille orta yaş sendromundaki bir adamın komik hâllerini dile getirir.
Everdi, öykülerinde psikolojik tahlillere de yer verir ve bu tahlillerde oldukça başarılıdır. Örneğin "İs Kokusu" adlı öyküsünde, temizlik takıntısı olan bir kadının durumunu olanca gerçekliğiyle anlatırken bu takıntıyı bir psikiyatrist gibi inceleyip, teşhisini koyduğu kahramanının derdine çare olacak ilacı bile yazar.
Everdi'nin hemen her öyküsü, heyecan ve merakın en üst düzeyde seyrettiği metinlerdir. "Çocuk Oyunu" adlı öyküsü, basit bir çocuk oyununun içerisinde heyecanı aşama aşama tırmandırarak zirve yaptırır ve öykünün finali alışıldık olmayan bir biçimde biter. Çocukların kahraman olduğu bu öyküde bile yazar âdeta büyüklere ders vermek ister gibidir. Bu ders, klasik öğretmen üslubuyla değil, ince bir zekânın ürünü olarak tezahür eder.
Everdi öykülerinde mekânı sınırlamaz, hemen her yeri mekân olarak kullanır. Konuya uygun olan mekânı, daraltılmış betimlemelerle yoğun bir şekilde tanıtır. Zira mekânın işlevsel olarak kullanılması için bu tasvirler gereklidir. Öykünün konusuna göre mekân seçmesi olağan olmakla birlikte, özellikle durum öykülerinde arka fondaki çarpıcı mekân betimlemeleri öykünün etkileme gücüne müsbet yönde etki eder.
Yazar, kurmaca metinlerin ana unsurlarından "zaman"ı metne yedirip onu kararında kullanma maharetiyle de dikkat çeker. Zira özellikle olay öykülerinde, hareketli bir sahnede eylemlerin hızlı geliştiğini anlatmak için en uygun eylemsiyi ya da zaman zarfını bulur. Yine öykünün gerçekleşme zamanının tespitinde de hikâyenin ruhuna koşut olarak zamanı belirler. Örneğin, karı-kocanın yaşadığı küçük bir tartışmayı el ayak çekildikten ve çift baş başa kaldığında yaşatır. Bu da genellikle gecenin geç bir saatinde kısık seslerle gerçekleşir.
Everdi'nin öykü kahramanları, toplumun her kesiminden ve yaş grubundan insanlardır. Hatta yazar, bir anlatıcı olarak bazen hikâyesini bir kadının ağzından anlatır. Örneğin; "Hangi Aşk Büyük" adlı öyküsünde beş kadının hikâyesini anlatırken bir erkek yazar olarak böylesi bir duyarlılığı başarıyla yansıtması, takdire şayan bir durumdur.
Everdi'nin İnteraktif Hikâyeleri, sıra dışı bir yöntemle kaleme alınmış. Diğer öykülerinden farklı olarak, sosyal medyadaki okuyucularının, öyküler hakkında yaptığı yorumlar da sıcağı sıcağına kitaba aktarılmış. Bu da edebiyatımızda ilk defa tanık olduğumuz bir yöntem olmalı.
Kısacası, günümüz öykü türünün yükselen yıldızı Mustafa Everdi, sürekli kendini aşan, kalemini değiştirip dönüştüren, hep daha iyiye, güzele, doğruya korkusuz adımlarla giden bir yazar. O içinden geldiği siyasi mahallenin kimi yadırgamamalarına ve mobingine aldırmadan edebiyata gönül vermiş bir kültür insanıdır. Yazdığı her metin okurlarını ruhça yükseltiyor ve daha önce tatmadıkları dil zevki tattırıyor onlara. Bir yazarın da en büyük amacı hiç tanımadığı yüreklere insan sıcağıyla değinmek olsa gerek. O da bunu hakkıyla başarır...
GEÇİYORDU ZAMAN
RUKEN GÖREN
Ve geçiyordu zaman durmadan
yorulmadan
İzini bilmediğim yollara karışıyorum
tanımadığım insanlarla buluşuyor
ürkek tavırlarla gözlerim...
Sadece yürümek geliyor içimden
sormadan sorgulamadan
sessiz sedasız uzaklaşmak istiyordum,
hissediyorum ruhumun ücrasında saklı bahçeyi
henüz açılmamış çiçekleri var
kabuk bağlayan yaraları gün yüzüne çıkmayan
umutları ve en nihayetinde hayalleri var...
Bazen çok şeyler yaşarız dünya üzerinde
gün gelir ahlanırız, yaşlar dökülür mutluluktan
bir araya gelemez kısık gözlerimiz,
halbuki ne güzellikler gizlidir bilemeyiz...
Hayatin tüm sırları gizli ömrümün atlasında
tarifini bilmediğim o kadar yol var ki
ne izini bulabiliyorum o kapının ne de adını
sahi neydi bu yaşadığım
Süregiden hayatın hengâmesinde kaybolmuş gibiyim
içimde zincire vurulmuş duygular
asılı çözülmeyi bekleyen onlarca soru var
ve ben susuyorum...
ANNE
ÖZER İNTİBAY
ben bugün ölmeyi öğrendim anne
düşüncelerime kimsesiz
el değmeden sessiz sessiz ölmeyi
acı bir çığlıkla uyandı kardeşlerim sabaha
ve ben uyanamadım geceden
buz kesen ellerimi tuttu annem
kardeşlerim bakakaldı
ve ben dokunuşunu hissetmedim
acı dolu gözlerinde yaşlar dillerinden ağıtlar
benilk defa acına ortak olamadım anne
Bu gün gitmeyi, yarım bırakmayı öğrendim
hayalleri, aşkları, sevgileri, dostları
seni bırakıp gitmeyi öğrendim anne
eve gelen onca misafirin yanından
öylece geçip gitmeyi, ben susmayı öğrendim
ağlamamayı ,aldırmamayı
gitmeyi ben kimseye koşmamayı öğrendim
ben yolumun yarısında, solumun başına döndüm
ben gittim,sen yittin anne ...
SALYANGOZLAR
ARZU ALPDEĞER
Uyumuş salyangozlar aşkına
Güneş beynimi yiyecek!
Etraf kavak dolu
Hangisine yaslasam sırtımı
Hangi üryan gölgelikte uyusam
İdamlık zihniyetlerin kol gezdiği bu vahada
Hangi gemiye demir olsam
Hangisine yelken
Hangisine dümen..
Porsa mı olsam acaba
Ayaklarımda prangalar
Kürek sallasam
On yıl, yüz yıl, bin yıl..
Topuklarımda çiviler ile
Zavira zindanında kömüre boyanmış bir kaya olsam
Bay mübaşirin elindeki mektup
Dilindeki kahır… Geliyor az kaldı
Ölüm, ey ölüm! ne zaman geleceğini bilmemek
Ne büyük bir nimet
Bu akrepler, yelkovanlar
İnadına mı ebelemece oynuyorlar
Korkuyorum, sadece korkuyorum
Doğunca vaftiz edildim
Yıkıl karşımdan peder!
Şimdi bildiklerim bana yeter
Ölüyorum ölüyorum
Pabuçlarımı satın
Ceketimi, saatimi de
Vurun kellemi kanlı giyotine
Bayram ile çalkalanıyor heryer
Meraklı değilim çarmıha gerilmeye!
Öldür beni ey kral!
Doydum elinden gelen berekete..
Vur cellat! Dökülsün artık kanım yere
Arkamdaki mirasımın doyması kaldı
Onlara iyi bakın, gidiyorum ebediyete..