Yaşamak, yaşlanmak ve ölmek üzerine bir deneme
Giriş İnsanın iki temel gerçeği vardır doğum ve ölüm. İkisi arasındaki sürede insanlar yaşar geçip gider bu dünyadan.
Ölümün yaşa başa saygısı yok, geldi mi alıp götürür, genç mi yaşlı mı, çocuk mu ya da ihtiyar mı gibi sorular sormaz.
Mutlak eşitliğin sağlandığı tek yaşam anı yaşamdan ölüme geçme anıdır. Bu nedenle önemli olan sadece doğup yaşamak değil önemli olan nasıl yaşadığındır, yaşamdan anılası bir ömür çıkarıp çıkarmadığındır.
Ünlü filozof Nietzsche, 'İnsan, hayvanla insan arasında gerilmiş bir iptir' diyor. Bu ipte bir uçtan bir uca herkes geçemez.
Risk yüklenmeyen, tehlikeden daima kaçınan, timsali deve olan, nereye çekersen oraya giden sürü insanı ipin arkasındadır daima.
Özgürleşmek isteyen insan geçmeyi dener. Üst insan ise her türlü acıyı ve tehlikeyi göze alıp geçer. Gereklerini yerine getirirse ipin önünde getirmezse arkasında yer alır, diyor.
Yani insan olmak sadece başında saç, yüzünde göz olmakla, yiyip içip, nefes almakla sağlanacak bir şey değildir. Ondan daha fazlasıdır.
Bir yolculuk olan insanlaşma sürecine hakkını vermek gerekir. Levra doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz. Ama önemli olan bu değil, önemli olan geçip giderken 'geride ne bıraktığımızdır?'
Yaş almak nedir?
O halde sorun sadece nefes alıp vermek, yaş almak, ihtiyarlamak değil. Bu açıdan baktığımızda şöyle dememiz mümkün: Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz, insanları ihtiyarlatan şey, ideallerinin gömülmesi, hedeflerinin olmamasıdır.
Seneler cildi buruşturabilir, fakat asıl heyecanların ve ideallerin teslim edilmesi ruhu buruşturur. Gerçi nefis asla yaşlanmaz, o her zaman genç kalmaya meyaldır.
İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, halbuki hedeflerine götüren yolu yürümedikçe yaşlanırlar. Tabiri caiz ise yaş almak bir dağa tırmanmak gibidir; çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır, ancak görüş alanınız genişler, orda ufuk bambaşkadır.
Hem hedefe ulaşma heyecanı hem yolculuğun yaşattığı tecrübeler insana ve çevresine çok şey katar. Çünkü beyin yeni tecrübeler keşfettiği sürece insan genç sayılır. O halde biyolojiyi bırak esasa gel!
Yaşamın biyolojik kalitesini ne belirler?
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Yaşlanmak, yaş almak, hatta şu ya da bu şekilde hızlı ya da yavaş yaşlanmak üç şeye bağlıdır. Diğer bir deyişle üç şey bu süreçte etkin rol oynar:
1. Birincisi sahip olduğunuz genetik mirastır. Yani ata babalarınızdan yıllar içinde süzülerek gelen, size geçen sağlıklılık ve yaşam durumudur.
2. İkincisi insanın sahip olduğu haleti ruhiyedir. Nasıl bir ruh haline sahip olmanız sizin nasıl bir hayat yaşayacağınızı belirler; hatta ne kadar yaşayacağınız üzerinde önemli etkilere sahiptir.
Söz gelimi güleç ya da somurtkan biri olmak arasında fark vardır. Yaşarken kafaya takmayan biri olmanın ya da vesveseli biri olmanın da yaşam kalitesi üzerinde azımsanmayacak etkileri vardır.
Yaşama anlam katan veya yaşamı eğlenceli bir oyuna çeviren biri olmak, pesimist ya da optimist olmak gibi unsurlar da sizin haleti ruhiyenizi, haleti ruhiyeniz de yaşamınızı çok etkiler.
Diğer bir deyişle ruh haliniz, yaşam çizginiz üzerinde önemli etkilere sahiptir.
Bu ikili yapının (düalizmin) hangi tarafında olduğunuzun sizin ne kadar ve ne nasıl yaşayacağınızla yakından ilgisi vardır.
'İyi ki yaptım' dediklerinizle, 'keşke onu da yapsaydım' dediklerinizi karşılaştırın, bakın bakalım hangisi daha fazla. Bu da bir karşılaştırma unsuru olarak size bu konuda ipucu verebilir.
'Keşke'leri azaltıp 'iyi ki'leri çoğaltırsanız 'iyisiniz'dir.
3.Üçüncüsü de tabi insanın yaşarken kendine ne kadar baktığı ve nasıl beslendiği ile ilgilidir. Yani bakım ve beslenme sizin biyolojik yaşınızın hem kalitesini hem de süresini etkiler.
Belli bir yaştan sonra az yiyip çok mu hareket ediyorsunuz, iyi uyuyup bol su içiyor musunuz; yoksa geceniz gündüzünüz belli değil mi.
Karnınız ağrıyıncaya kadar yiyorsanız, içkiyle aranız iyi ise, yağlamış bir vücutla hareketsiz bir yaşamın içinde debelenip durursunuz.
Diyetisyenler kırktan sonra (sürekli et yiyen) aslan değil (lifli bitkiler yiyen), yeşillikle beslenen, yani ot yiyen kuzu olmanın önemine dikkat çekerler.
Bir de biraz sonra anlatacağım hedeflere ulaşmak için acayip bir stres içinde misiniz?
Modernitenin en önemli iki unsuru zaman ve meknın çok bölünmüş olmasıdır. Bu da beraberinde 'hızı' ve 'ulaşma hırsını' doğurmuştur.
Bu iki unsur ise doyumsuz insanı aç gözlü kılmış ve stresin pençesine atmıştır. İşte sizin kaliteli bir yaşama ve yaşa sahip olup olmadığınızı etkileyen hatta belirleyen bazı temel unsurlar bunalardır.
Ömür nedir ve kaç dilime ayrılabilir?
İnsan ömrünü yüz üzerinden, yirmi beş yıllık dört dilime ayırmak mümkündür. Yüz yıl da nerden çıktı diyebilirsiniz.
Bundan bir asır önce ortalama yaşam süresi 50 yıl civarındaydı, fakat şimdi tıbbın ve teknolojinin yardımıyla bu süre uzadı, yaşam süresi yüz yıl civarına çıktı.
(İlerde bu daha da uzayabilir, tabi bu durum beraberinde birçok da sorun getirecek… Bu başka bir yazının konusu)
Şimdi asıl konuya geçebiliriz. Yani dört dilimlik yaşam dönemlerine.
1) 0-25 yaş arası dönem ilk çocukluluk, eğitim ve yetişme dönemidir. Bu dönemde kişi çok şeyden sorumlu değildir, çünkü kendisi belirlemez, verili bir dünyaya doğar. Ne demek bu; biraz açalım:
Kişinin bu dönemde aldıkları, seçtikleri değil, ona verilenlerdir. Örneğin kişi anasını babasını, ırkını, milliyetini seçemez. Aynı şekilde dinini, mezhebini de seçemez.
Ebeveynleri ona ne verirse onu alır. Ana dilini de seçemez, ona öğretileni öğrenir. Eğitimini, hatta evleneceği kişinin kim ya da nasıl olması gerektiği konusunda (şimdilerde eskisi kadar olmazsa bile) ailenin müdahalesi ve yönlendirmesi vardır.
Kişinin, iyi ya da kötü biri olmasında bu ilk dönemde aldıkları etkin rol oynar. Yanı yetişmesinin temelini bu dönem oluşturur, kişinin nasıl biri olacağı hususunda bu dönemin büyük önemi vardır.
Çünkü hiç kimse doğarken iyi ya da kötü olarak doğmaz. İyilik ve kötülüğün gelişebileceği vasat potansiyel olarak her insanda mevcuttur: bunlar iki köpek yavrusu gibi insan ruhunun derinliklerinde hırlaşıp dururlar.
Hangisini beslerseniz o büyür, diğeri cüce kalır, yok olmazsa da pek varlık gösteremez. O nedenle bu dönem insanoğlunun yetişmesinde çok önemlidir, diyoruz.
Bebeklik, çocukluk, ilk çevre ile temas, ilk arkadaşlar (ki çok önemlidir) ana baba nasihatleri, eğitim süreci ve hayata hazırlık, bu dönem bütün bunları kapsar.
2) 25-50 yaş aralığı ise olgunluk dönemidir. Bu dönem kişi artık kendisi olmaya başlar, ne olacaksa olur. Gelecek ile ilgili hayaller, yükselme hırsı, çoluk çocuk kaygısı, güvence arayışı bu dönme damga vurur.
Bir iş güç, mevki makam sahibi olmak bu dönemin işidir. Bu dönemde evlilik çoluk çocuk sahibi olmakla sorumluluk artar.
Döneme damgasını vuran iki temel kaygı vardır genellikle ve bizim gibi toplumlarda bu iki kaygı insanları yönlendirir.
Biri para-pul, mal mülk kaygısıdır. İnsanlar canhıraş bir biçimde bunlara ulaşmak için çabalar, geleceklerini garanti altına almak için büyük efor sarf eder, çoluk çocuklarına iyi bir yaşam, eğitim, sağlık olanağı sağlamak için tek geçerli yolun bu olduğunu düşünerek hareket ederler.
Çünkü toplum böyle empoze etmiştir, sosyal devletin yokluğu da bu telkini adeta doğru çıkaracak şekilde bir işlev gördüğü için yapacak bir şey yoktur.
İkinci kaygı ise toplumsal statü, itibar elde etme kaygısıdır. Bunun için mevki makam, iş güçte bir yere gelme, güç ve otorite sahibi olmayı gerektirdiği için kişi buna da ulaşmak için efor sarf eder.
Duruma göre bu güç başkaca şeylerden de devşirilebilir; siyaset, din, sivil örgütlülük, yerel yöneticilik, eş dost çevre içinde sivrilme gibi unsurlar da önemli addedilir.
Belki yaparken, ederken ulaşmaya çalışırken tam böyle düşünmeyebilir kişioğlu, ama kişiyi motive eden temel unsurlar bunlardır.
Tabi bütün bunlara karşın, 'varlıklı olmaktan ziyade var olmanın' daha önemli olduğunu kavramış kişiler yok değildir. Onlar kendilerinden ziyade yaşama değer katmanın peşindedirler ve bunun daha önemli olduğunu düşünürler, bu toplumsal sorumlulukla hareket ederler.
Hulasa bu babda statü endişesi, varlıklı olma arayışı ve var olma endişesinin harmanın yarattığı metamorfoz yaşama damgasını vurur.
Derken yaşam dörtnala süren bir atlı gibi göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçer. Ama bu yaşlar büyük işlerin başarıldığı yaşlar olduğunu da unutmamak gerekir. İskender dünyayı bu yaşlarda fethe çıktı. Bu onulmaz arzuya kapıldığında daha 26'sındaydı.
Napolyon daha kırkına ulaşmadan ünlü bir komutandı tıpkı Mustafa Kemal gibi. Selahaddin bu yaşlarda Haçlıları titretip dize getirdi…
3) Üçüncü dönem 50-75 yaş arasıdır. Bu dönem kişinin olgunluk dönemdir. Yaşamdan aldığını yaşama geri verme başlar. Biyoloji gittikçe zayıflar, buna karşın bilgi ve tecrübe artar. Kişi bu dönem yapacakları şeylerin zirvesine ulaşır.
Aslında ben kişi olarak daha genç yaşlarda büyük işlerin başarıldığına inanan biriyim. Bunun tarihte örnekleri de çoktur. Ama genel eğilim gene de çizdiğim çerçevede ilerler.
Söz gelimi Kolomb Amerika'yı 50 yaşlarında keşfetmişti, Pasteur kuduz asısını bulduğunda 60 yaşındaydı...
4) 75-100 aralığı artık dinlenme aralığıdır. Gerçi bu yaşlarda da büyük işler başarmış insanlar vardır. Ama sona yaklaşılan bu dönemde hücreler artık zayıflamaya başlar, telomerler kısalır, organlar yavaş yavaş yaşlanır, vücut iniş moduna girer, ölüme doğru yol alır insanoğlu.
Fakat bir şey var, insan yaşlanır, ama 'nef(i)s' asla… O yaşlanmaz, dip diri durur ve genç kalmaya devam eder.
İnsanlar yaşlandıkça gençliklerini özlemeye başlar, gelecek hayallerinden söz etmek yerine geçmiş anılar anlatılırlar, fakat giden gitmiştir artık geri gelmez. Biyoloji ile irade çarpışmaya başlar ama daima bu mücadeleyi biyoloji kazanır.
Her ne kadar gelişmiş ülkelerde giderek yaş uzatma, 'ölüme çözüm' arayışları olsa da henüz ona çözüm bulan yoktur.
Ama daha iyi daha uzun yaşama arayışları zenginleşme ve teknolojik gelişmeyle birlikte artmıştır. Sağlık turizmleri, alternatif tıp sistemleri, hücre ve organ yenilemesi ile bu iş uzatılmaya çalışılıyor ama nafile.
Her canlı bir gün mutlaka ölümü tatmaya devam ediyor. Şimdilik henüz yaşlanmanın ve ölümün üstesinden gelen yoktur.
Yaşlılık mı yaş almak mı?
Yaşam süresinin uzadığını belirtmiştik, özellikle batılı gelişmiş ülkelerde yaşlı nüfusun genç nüfusa oranı giderek bir hayli artıyor. Buda toplumsal misyonları daha önemli kılıyor.
Nasıl ki zenginlerin yoksullara, bilginlerin okumamışlara karşı sorumlulukları varsa gençlerin de yaşlılara karşı asla savsaklamaması gereken görevleri vardır.
Unutulmamalı ki bugünün yaşlıları dünün gençleriydi. Dünya devir daimle yoluna devam ediyor. Neşeli bir bahardan sonra hüzünlü son bahar mutlaka gelecektir levra.
Namdar Rahmi Karatay'ın derinden bir ah çekerek söylediği gibi; ihtiyarlık perdesi dideye çekilecektir:
Başta kavak yelleri estiği günler hani?
Beklediğin alaylı şanlı düğünler hani?
Selvi gibi ümitler şimdi döndü birer iğdeye,
İhtiyarlık gölgesi perde çekti dideye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Niğde'ye.
William Gladstone'nin 'ihtiyarlık kaç yaşında başlar?' şeklinde bir yazısını okumuştum, yaşlanmakta olanların içine su serpen şeyler diyor.
Böyle diyorum; çünkü insanlar çocukken hızla büyümek ister, hatta yaşlarını büyük söylemeye çalışırlar, arkada bıraktıkları yaşama çizgisi uzayıp öndeki kısalmaya başladığında ise bu kez de genç olmak isterler hatta bu kez yaşlarını gizlemeye kendilerini küçük göstermeye çalışırlar.
Ama sözel söylem hiçbir zaman doğal işleyişi engelleyecek güce sahip değildir.
Gene de insanın içine su serpen bazı örnekler vermekte yarar var. Mesela, Mimar Sinan, Süleymaniye camisini bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti, Selimiye camisini tamamladığında ise 86 olmuştu...
Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı. Charlie Chaplin, 76 yaşında film yönetmenliği yaparak hala işinin başındaydı. Goethe, en büyük eseri Faust'u ölümünden bir yıl önce, 82 yaşında bitirmişti.
Gençlik hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir. İnsan, kendine olan güveni derecesinde genç, şüphesi derecesinde yaşlıdır.
Cesareti derecesinde genç, korkuları derecesinde yaşlıdır, derler. Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır. O halde aslolan umuttur ve onu devamlı diri tutmaktır… ve her yaşı kendi güzelliğinde yaşamaktır.
Ölüme gelince!..
Gelelim işin en zor kısmına, ölüm meselesine. Ölüm, kendimizi bildik bileli anlamlandırmaya çalıştığımız ürkütücü bir olgudur.
Bir düşünün: Evren'in var olduğu o ilk andan, yani Büyük Patlamadan beri geçen 13,82 milyar yıl boyunca, neredeyse 1 saniye bile var olmadık.
Büyük Patlamadan, doğduğumuz na kadar geçen zamana dair en ufak bir anımız, bilincimiz, algımız yok; halbuki en azından son 4 milyar yıl içinde, biz doğmadan önce milyarlarca insan, hayvan ve diğer canlı türü yaşadı.
Onların bilinci vardı, o dönemlerin en azından bir kısmına dair algıları vardı. Yani Evren, biz yokken de vardı! Ama şimdi hiçbiri yok. Ne oldu? Öldüler.
İnsanlar ölümden korkuyor. Çünkü insanın en temel duygusu korku duygudur, korkuların da en büyüğü ölüm korkusudur. (Belki de tanrı bu yüzden cehennemi yaratmıştır! Kim bilir.)
Kanımca yaşamdaki bütün her şey ölümden kaynaklanır. Yaşamın güzelliği de dahil. Evet yaşamın güzelliği ölümdendir. Dinler de ölümden kaynaklı ortaya çıkmıştır, onu karşılamayı kolaylaştıran psikolojik bir rahatlama sağlar.
Fakat yaşama bu kadar sıkı sıkıya sarılan insanoğlunun ölümden korkmaması düşünülebilir mi? Belki...
Örneğin, Lucretius şöyle demişti:
Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum, o halde korkacak ne var?... Bu durumda korkmak ahmaklıktan başak bir şey değildir.
Hayatta kalmak ve üremek
Yaşam her ölüme rağmen güzeldir. Bunu bize bahşeden bazı şeyler vardır. İnsanoğlunun varlığını aktif olarak sürdürülebilmesinin, en azından bildiğimiz kadarıyla iki yolu var: hayatta kalmak ve üremek.
Zaten ilkini başaramayan bir canlı, doğrudan biyolojik ölüme ulaşacaktır. İkincisini başaramayan birey, uzun vadede soy olarak yok olacaktır.
İronik bir şekilde, yukarıda açıkladığımız sebeplerle bir canlı her ikisini de başarabilse, sonunda yine ölmek durumundadır.
Doğanın milyarlarca yıldır süren genel dengesi dahilinde aslında üremek, soyun uzun vadede devamlılığına sebep olurken, aynı zamanda ölüme de yaklaşılmasına sebep olmaktadır.
Evrim Ağacı olarak bu süreci fiziksel eskime olarak adlandırıyoruz. Buradaki 'yaşlılıktan' kasıt, temel olarak yaş fazlalığı değil, vücuttaki parçaların mekanik yorulma sınırlarına erişmesi ve artık işlevlerini düzgün olarak yerine getirememeleri demektir. Bu süre, her canlıda farklılık gösterir, ama sonuç değişmez.
Bu konulara kafa yoran Medawar, Evrim açısından bir canlının üreyebileceği yaş çok önemlidir, diyor.
Canlının bu yaşa erişmesine engel olacak herhangi bir karakteristik, Doğal Seçilim tarafından ciddi bir şekilde elenecektir.
Ancak üreme yaşından sonra, canlıyı olumsuz etkileyecek herhangi bir özellik, Doğal Seçilim tarafından bu kadar ciddi bir şekilde elenmeyecektir, çünkü artık birey hayatta kalma mücadelesini başarıyla geçmiş ve üremeyi de başarmıştır.
Bu yüzden, üreme yaşından sonra canlıya zarar verebilecek özellikler, doğal seçilim ile etkin olarak elenmez ve bir yaştan sonra canlılar, bu elemenin yapılamamış olmasından ötürü yaşlanarak ölmeye başlarlar.
Yaşamanın, yaşlanmanın ve ölümün temelinde yatan mekanizma, Medawar'ın kuramına göre işte budur. İlginç.
Ceylan ve aslanın koşusu
Yaşlılık, 'ölme yaşına gelmekten' ötürü değil, başka sebeplerle canlının ölümüne sebep olmaktadır. Yaşlanmaya başlayan bir birey, onu hayatta tutan özellikleri kaybetmeye başlar.
Örneğin canlı, hızını gittikçe kaybedecek, bu da avcıların onu kolay bir şekilde yakalamasına sebep olacaktır.
Veya bağışıklık sisteminin çalışması kötüleşecek ve bir hastalık halinde en kolay ölen bireyler yaşlılar olacaktır.
Biyolojide, genel olarak kabul edilen ölüm tanımı, bir organizmanın, bünyesindeki tüm hücrelerle birlikte işlev göremeyecek şekilde bütünlüğünün bozulması olarak tanımlanır.
Dolayısıyla bu tanıma göre beyin ölümü, fizyolojik ölümü veya klinik ölümü gerçekleşmiş bir canlı, daha saatlerce biyolojik olarak ölmez; çünkü vücudundaki hücreler yaşamaya devam ederler.
Ne zaman ki bünyedeki son hücre de fizyolojik ve biyokimyasal işlevini yürütemeyecek şekilde dağılırsa, o zaman biyolojik ölümün gerçekleştiği söylenir.
Derler ya Afrika çöllerinde ceylan aslandan hızlı koşmazsa ona yem olur, aslan eğer onu yakalayacak hıza ulaşmazsa aç kalır. Yaşam döngüsü de böyledir.
Her an vücudumuzda sağlıklı hücrelerle mikroplar savaş halindedir. Sağlıklı olanlar galip gelirse sağlıklı yolumuza devam ederiz, mikroplar ya da hasta hücrelerin zaferi bizi hasta eder, pata durumunda ateşimiz çıkar sonucu yardıma gelecek kuvvetler belirler.
Genetik miras, haleti ruhiye, bakım ve beslenme.. en azından son an gelene kadar..
Sonuç
İnsanlar doğar yaşar ve ölürler. Uzun lafın kısası, ölüm, hayatın bir gerçeğidir ve korkmayı gerektirecek hiçbir unsur içermez. İnsanoğlu, var oluşuyla ilgili olağanüstü emeller belirleme çabasında olduğu için, hayatı aşırı yüceltmiş, hayatın 'çöküşü' olan ölüm de bu sebeple katlanarak korkutucu bir hal almıştır.
İnsanın ölüm korkusu, biraz da hayatını, ölümü ve daha genel anlamıyla 'kendisini' yüceltme arzusundan ileri gelmektedir. Ölmeyi kendimize yediremeyiz; çünkü 'varızdır' ve bu varlık halini sonsuza kadar sürdürmeye layık olduğumuzu düşünmeye meyilliyizdir.
Bu nedenle insanlar ölümü, 'sonsuz bir yokluk' olarak algılamaktansa, 'yüce bir kavuşma' olarak görmeyi tercih ederler; bu da evrimsel sebeplerle akıl sağlığının korunması için mantıklıdır.
Ancak 21'inci yüzyılda, gelişmiş bir düşünce yapısına sahip biri, zaten argümanın kendisinin yanlış olduğunu bilimsel yöntemlerle algılayabilecektir:
Ölüm, 'sonsuz bir yokluk' değildir; çünkü yokluğu algılayabilecek bir beyniniz dahi var olmayacaktır.
Dolayısıyla, öldükten sonra eğer muhtemelen kendinizi 'kapana sıkışmış', 'yalnızlığa gömülmüş', vb. şekillerde hissetmeyeceksiniz.
Tam tersine, hiçbir şey hissetmiyor ve hissedemiyor olacaksınız. Dahası, hissedemediğinizin de farkında olmayacaksınız.