ANILAR ÖYKÜLEŞİRSE

 
ŞAHİN AKÇAP
 
 
Fırtına doğuran yelin, yağmur getiren kara bulutların gökyüzünü beyaza boyayan şimşeklerin ardından koca kentin elektriklerinin kesileceğini biliyordu. Bu nedenle gaz lambasının pabucunu dama atan ışıldağı hazırlamış; karanlığa direnmenin ilk önlemini almıştı.
Okumaya çalıştığı kitabı elinden bıraktı. Yakın gözlüğünü çıkardı, bir süre yanan gözlerini ovuşturdu. Oyalanmalıydı, düşüncelerinden sıyrılmalıydı. Yağmurun sesini duydu. Pencereye çarpan damlaların sesi iyice çoğalmıştı. Kalkıp pencere kanatlarının iyice kapalı olup olmadığını yokladı.
Yıllar baş döndürücü bir hızla nasıl da akıp gitmişti. Yürek yaşının gençliğini, kırlaşan saçları, anlında çoğalan çizgileri inkâr ediyordu. Yeniden kitabı eline aldı, kaldığı sayfayı bulup okumasını sürdürmeye çalıştı, olmuyordu. Başaramıyordu. Yoğunlaştıramıyordu dikkatini okumaya… Düşüncelerinin beynine saldırısı dalga dalga çoğalıyor, okuma istemi azalıyordu. Düşüncelerini çepeçevre saran anılarıydı ve sonunda teslim oldu bilincinin dayatmasına.
İlk gençliğini anımsadı. Toprak damlı evlerinin cümle odasında duvar içine yapılmış aile kitaplığını anımsadı. Neler yoktu ki…  Hz. Ali'nin cenk hikayeleri, Mayk Hammer serisi, Victor Hugo'nun Sefilleri; Esat Mahmut Karakurt ve Kerime Nadir'in aşk; Oğuz Özdeş ile Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun tarihi romanları… Ya Pardayanlar! Michel Zevako'nun on ciltlik yapıtı, kitaplığın gözdesiydi.
"Okumaya para mı yeter!" denildiği bir dönemde, yedi çocuklu işçi babası, büyük bir kütüphaneye yönelecek çekirdek kitaplığı oluşturmuştu. Yalnız kitaplar değildi çok nüfuslu ailenin okuma araçları. Arada sırada "Yıldız, Ses, Hayat mecmuaları ve günlük gazeteleri de okumanın sevincini yaşıyordu çocuklar. Hani her akşam babasının iş dönüşünü bekleyen çocuklar vardır. Gözleri babalarının taşıdığı yiyecek filesinde olan çocuklar. Onların da gözü, babalarının getireceği gazetelerde ve dergilerde olurdu.
Babaları, ulusal bir gazetenin abonesiydi. Bazen kış koşullarının ağır bastığı zamanlar olur, küçük kentin yolları kapanırdı. Yollar kapanınca gazete de gelmezdi. İşte, o zaman sabırsız bir bekleyiş başlardı. Sonra da birikmiş olarak gazeteler gelirdi. O zamanlar bayiler öyle günlük gazete satmazlardı. Gazeteleri birikmiş olarak satma zorunluluğu vardı.
Babasının çok hastalandığı bir gün korku dolu saatler yaşamışlardı. Sancıdan kıvranan, rengi solan baba sonunda hastaneye kaldırılmıştı. Babasının hastanede olduğu günlerde gazeteleri alıp biriktiriyordu. Bir ara kitaplığı temizlemeye karar vermişti. İşte o zaman "Pardayanlar"ın onuncu cildinin arka iç kapağına yazılan yazıyı fark etti. "Oğlum, para mal bırakma durumumun olmadığını biliyorsun. Yalnız, bıraktığım onlardan çok daha değerli olan, kitaplıktaki "Pardayanlar" romanıdır. Onları oku! Anlama düzeyleri geliştiğinde kardeşlerine de okut! İnsan olmanın erdemliği o kitapların sayfaları arasındadır.
Yazılanlar, büyük oğul olma adına kendisine idi. Ve bu rastlantı "Pardayanlar"ın değerini bir kez daha arttırırken, kardeşlerini de okumaya yönlendirme işlevini yüklediğini fark etmişti. O hastalık, korkulan ölümü babasına getirmedi ama herkesten sakladığı vasiyet, yaşamı boyunca yüreğinde yer aldı.
Çok daha farklı yazarlar tanımak istemişti. Bir gün Yaşar Kemal'in "İnce Memed" romanının ilkini küçük kentin kütüphanesinden almak için ödünç kitap alma okuma kartıyla baş vurmuştu. Kütüphane memuru:
"Yaşar Kemal mi? İnce Memed mi! Onu kim oku, dedi sana bakayım?" diyerek öfke ile kaşlarını çatmış, şaşırıp bocalamıştı.
"Yurdumuzun sınırları dışında da okunan yazarımızın ünlü romanını okumak istiyorum. Çukurova'yı onun yapıtıyla tanımak, okur olarak en büyük özlemim demişti."
Kütüphane memuru inadını sürdürmüş:
"Ben de Adanalıyım!.. Öğrenmek istediklerini bana sor. Hem dur bakayım, öğretmeninin adı ne?" diye sorgulamaya başlamıştı. Çukurova'yı anlatan bir yazara, Çukurovalı bir kütüphane memurunun sansür koyması müthiş etkilemişti onu. Kütüphaneden İnce Memed'i edinmekten vazgeçmişti. Babasının verdiği o küçük cep harçlıklarını biriktirmiş, birinci cildini almıştı. İkinci cildini ise yarıyıl tatilinde ancak üç dört gün çalışmaya dayanabildiği taş ocağından aldığı yevmiye ile sahip olmuştu.
Kütüphane memurunun tavrı, edindiği "İnce Memed" ciltlerinin elden ele dolaştırmasının nedeni olmuş; bir zamanlar Teksas, Tommiks takası yaptığı arkadaşlarına da vererek bu acı anısını anlamlaştırmıştı.
Dışarıda yağmur çoğalmıştı. Çakan ve ortalığı beyaza bürüyen şimşeğin ardından, gök gürlemesi duyulmadan elektrik kesilmişti. Işıldağın iki florasanını da devreye soktu. Karanlığı sevmiyordu. Karanlığa bir dakikalık protestoyu bile bu yüzden anlamsız bulmuştu. Yeniden anıların içine daldı.
Cumhuriyet Gazetesi'ni öğretmen okulunda okuyan halasının oğlu Azer'le tanımıştı. "Yazısı çok resmi az… Hem yazıları da çok küçük harflerle dizilmiş." Gerekçesiyle babası Cumhuriyet'ten uzak durmuştu. Oysa o beğenmişti bu az fotoğraflı gazeteyi. Bazen sinemaya gitmeyerek kendisine yeni ufuklar açacak olan Cumhuriyet Gazetesi'ni alıyor; Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Ali Sirmen'i özellikle okuyordu. Cumhuriyet gazetesinin okuru azdı, bunu fark etmişti! Gazeteyi alanlar gazetenin adının olduğu sayfayı içe katlayıp öyle ceplerine yerleştiriyorlardı.
Okudukları kitaplar, gazeteler için insan kıyımı yapılması yüreğine ürpertiler veriyordu. Yasakları artık yaşamaya başlıyordu. Okudukları hızla çoğalmış, birikimi yazmaya dönüşmüştü. Küçük denemeler yazıyor, okulda duvar gazetesi çıkarıyor, ulusal bir gazetenin okur köşesine gönderdiği yazıları yayımlanıyor ve bundan olağanüstü mutluluk duyuyordu.
"Asla duygulanmaz!" mimlenmesini yiyen Oya'nın bile gözlemi hayli derinlik kazanmış "Boyacı Çocuk Sabah Uykusunu Arıyor" deneme yazısını okuduğunda o da gözyaşlarını saklayamamıştı.
Ulusal gazetenin köşe yönetmeninden, köşesinde yayımlanan yazılarının altında adresinin yayımlanmasını istemişti. Artık her yazısının altında adı ve adresi vardı. Her yazısının ardından sayısız mektup almıştı. Kalem arkadaşlığı giderek yaygınlaşmıştı.. Yurdun dört bir yanından gelen mektuplar, yazılarının; o küçücük okur köşesinde etkili olduğunu gösteriyordu.
Dışarıda gök yeniden gürlemeye başlamış, yağmur hızını arttırmıştı. Boynunun kökündeki sancıyı duyumsadı. Kalkıp eline aldığı ışıldağın aydınlığıyla mutfağa geçti, buzdolabından nar ekşisini bardağa damıtıp sulandırdı ve içti. Tekrar geldiği yere döndü. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Pilli radyoyu uzanıp aldı kitaplığın üstünden. Kısa sürede serpilip çoğalan FM radyo istasyonlarını tarayıp türkü çalan noktada arayışını sonladı. Radyonun sesini gecenin sessizliğine göre ayarladı.
Elektrik hâlâ kesikti; yağmur azgın, gök gürültülü ve çakmak çakmaktı. Işıldağın çift florasanından birini devre dışı bıraktı, loşluk gözlerini okşarken bunu daha önce yapmadığına hayıflandı. Kanepeye uzandı… Anılarına yeniden beyninde resmigeçit yaptıracaktı. Haziran sıcağı bir günü anımsadı. Yüreği sevdalanmıştı, uzun süre kalem arkadaşlığı yaptığı ama sonunda sevdalandığı insanı düşündü.
Demokrat gazetesinin o sıralar bölge sorumluluğunu üstlenmişti. Haber ve yazılarının yanı sıra kısa öyküleriyle de gazetenin sayfalarına yansımaya başlamıştı. Sabaha doğru kapılarını çalan Tayyar, Demokrat gazetesinin aradığını, Çukurca'da öldürülen on üç köylünün neden öldürüldüğünün araştırılmasını istediklerini söylemişti.
Tayyar onun haberlerini fotoğraflarıyla destekleyen kişiydi, aynı zamanda çocukluk arkadaşıydı. Hemen giyinmiş, bir kahvehanede oturup neler yapacaklarını planlamışlardı. Haber yeri Hakkâri'nin Çukurca ilçesiydi.
İlçe; Irak, Suriye ve İran'a ortak sınırları olan stratejik bir noktadaydı. Çağdaş dünya görünüşüne sahip bir gazetecinin, seksenli yılların o çalkantılı günlerinde Çukurca'ya ulaşıp bir katliam haberini belge ve fotoğraflarla yapması akıl almaz çılgınlıktı. Haberi nasıl oluşturacağını uzun uzun düşünmüştü. Çukurca'ya gitmeden de belgeler oluşturula bilinirdi. Hemen Hakkâri'deki dostlar aranmış fotoğraflara ulaşılmıştı.
Devlet hastanesi muhabirinden gelen telefon, haber çalışmasına yeni bir boyut kazandırmıştı. Öldürülen on üç köylü dışında yaralı olanlar da vardı. Soluğu hastanede almışlardı. Tayyar, hemen yaralı olan köylü Hüseyin Güneş'in fotoğraflarını çekmiş, o da olayın öyküsünü dinlemişti. Haberin belgeleri, fotoğrafı, tanık açıklamaları tamamlanmış tam bir; Uğur Mumcu gazeteciliği ortaya konulmuştu.
Daktilonun başına geçtiğinde Demokrat gazetesi yerel haber merkezinden gelen telefonlar sıklaşmıştı. Tayyar'ın sabrı taşma noktasına gelmişti. Bir iki haber taslağı yazıp beğenmemiş, yeniden yazmış ve yine etkisizliğinin farkında olup buruşturup atmıştı. Tayyar'ın "Neyin var? Yaz işte! Sen, haber merkezindekilerden usta mısın ki ilk yazılan haber olsun diye çırpınıyorsun!" sitemlerine yanıt bile vermemişti.
Başarmalıydı…
Tayyar'ın elini tutup sarsmıştı. "Tüm gazeteleri atlattık. Haber yalnızca bizde! Demokrat gazetesinin haber merkezi korku maratonunu yaşamalı. Bu cografya insanının duyguları haberin içinde olmazsa haberin haber değeri kalmaz! Sus ve bekle!" demişti. Birden aklına cebinden hiç eksik etmediği arkadaş, dost söyleşilerinde çıkarıp içindeki şiirleri okuduğu "Hasretinden Prangalar Eskittim" kitabı geldi.
Tayyar, büyük bir şaşkınlık içinde izliyordu. Haberin öyküsü daktilonun şeridinde gidip gelen şaryonun ve tuşların tıkırtısında şekillenmeye başlamıştı. Başlık: "Ne İsteniyor Bu Yoksul İnsanlardan" olarak atılmıştı.
Daktilonun görünen aralığından Tayyar, haberi okumaya çalışmıştı. "Hakkâri'nin Çukurca ilçesinden on sekiz köylü sınıra yakın bölgeye ot biçmeye gittiklerinde ansızın başlarının üzerinde beliren helikopterin otlağa inmesi ve Irak askerlerinin köylüleri yan yana dizerek silahlarını ateşledikleri, köylülerden on üçünün olay yerinde katledildiği, hafif yaralıların Hakkari sağlık birimlerine, ağır yaralı olan Hüseyin Güneş'in Van Devlet Hastanesi'ne kaldırıldığı…"
Habere son noktayı bıraktığında Tayyar'ın sevgiyle saçlarını okşaması umutlandırmış tüm gerginliğini yok etmişti. Ahmet Arif'in "Otuz Üç Kurşun" şiiriyle özdeşleşti diyerek övünmüştü.
Haber metni, film ve Hakkâri'den ulaştırılan on üç yoksul köylünün cesetlerinin fotoğrafları paketlenmiş, Türk Hava Yolları'nın kargosuna yetiştirilmişti. Artık kuşlar gibi hafiflemişti. Haber ertesi gün yalnızca Demokrat gazetesinin birinci sayfasında yayımlanmıştı. Türkiye Cumhuriyeti, Irak'ı bu kanlı olaydan dolayı kınamış ve yoksul on üç Çukurcalı köylünün ailesine Irak Hükümeti tarafından önemli tutarda tazminat ödemesi gerçekleştirilmişti.
Tüm bunları uzaktaki sevdiğine ulaşınca anlamıştı. Haziran sıcağı iyice yerleşmişti ülkeye. Yüreği de sevdanın cehennem sıcağını yaşamış, sevdiğine yaşamı birlikte paylaşmayı önermişti.
Ortalık toz dumandı!
Kavgasız gün yoktu!
Böylesi bir ortamda ağustos sonunda evlenmiş, eşinin memleketine el öpmeye gitmişlerdi. Bir sabah, eylülün serin örtüsünün her yeri sarıp sarmaladığı bir sabah, sokaktaki gürültü, megafonlu duyurular, radyodan yükselen Hasan Mutlucan'ın kahramanlık türküleri olan bitenin özeti gibiydi. Darbe olmuş "12 Eylül Askeri Harekâtı" gerçekleşmişti.
Memleketini, anasını babasını arayıp gelişmeleri öğrenmek istemiş, babasının: "Aranılanlar listesinde adınız yok. Gazetecilerle ilgili herhangi bir gözaltı da yok." bilgisiyle yola çıkmışlardı. Yerleşim merkezlerinin giriş ve çıkışları askeri denetim altındaydı. Otobüslerin içini arayan görevliler; kimlik yoklamalarını titizlikle yapıyor, ellerindeki çok sayfalı arananlar listesinde ad taraması yöntemine başvuruyorlardı.
Küçük kentlerine ulaştıklarında, arama ve taramaların geciktirdiği yolculuğun yorgunluğunu yaşamışlardı. Anneleri iki gözü iki çeşme karşılamıştı. Korkmuşlardı… aile bireylerinden, tanıdık eş ve dosttan kötü bir haber mi vardı? Babası hemen durumu açıklamış; "Annenizin üzüntüsü, yaktırdığım kitaplarınız ve dergileriniz için. Hangisi yasak hangisi yasal bilemedik." Demişti.
Kitaplardaki yangın, yüreklerini sarmışçasına acı çekmişlerdi. Yanına yaklaşan annesi, usulca: "Toprak damlı evdeki kitaplıkta olanları ellemedik. Okuyacağınız bir sürü kitap var oğlum!" diye kulağına fısıldamıştı. Dışarıdaki sessizlik dikkatini çekti. Yağmur dinmiş, rüzgâr durmuş, gök gürültüsü kesilmişti. Salonun ve tüm odaların pencerelerini açtı. İçeriye dolan ıslak havanın serinliği bedenini sardı.
Birden her yerin aydınlandığını fark etti. Çakan şimşeğin yaydığı ışık değildi bu elektrik gelmişti. Pencereden, gökyüzünde hızla dağılan bulutları, aralanan boşluktan göz kırpan yıldızları izledi.
Gece, sabahın koynuna doğru yol alırken yatağına uzandı. Okumaya çalıştığı kitabın sayfaları açık pencereden süzülen rüzgârla oynaşıyordu.
 
 

Bakmadan Geçme