Batının İslam'la dansı

Geçtiğimiz iki yüzyılda (19. ve 20. yy) parlak bir dönem yaşayan Batının geçmişi hiç de masum değil.

Geçtiğimiz iki yüzyılda (19. ve 20. yy) parlak bir dönem yaşayan Batının geçmişi hiç de masum değil. Özellikle Avrupa, pusulanın bulunmasıyla (15.yy) deniz aşırı topraklarda ciddi bir egemenlik sağladı. Keşfedilen yeni topraklardaki (henüz tarihsel sürecin erken dönemlerini yaşayan) savunmasız kabileleri baskı altına alarak köleleştirdi. Ardından buralardaki yer altı ve yer üstü zenginliklerini kendi ülkesine taşıdı. Merkeze taşınan bu zenginliklerle palazlanan kapitalizm, ekonomik altyapısını kolayca oluşturdu. Kapitalist sermayenin ortaya çıkmasıyla atölyeler, fabrikalar açıldı ve çarklar feodaller için değil, burjuva sınıfı için dönmeye başladı. Sermaye birikimini tamamlayan Batılı ülkeler bu kez yatırımlarını çevre ülkelere kaydırmaya başladılar. Sermaye ihracı ve yeni pazar arayışı kapitalizmin yeni yayılma aracı oldu.

 

Ancak bu emperyalist ekonomiler, yer altı kaynaklarını ve pazar alanlarını paylaşma noktasında bu kez birbirleriyle savaşa tutuştular. Birinci (1914-1918) ve ikinci (1939-1945) pazar paylaşım savaşlarında milyonlarca (yaklaşık 60 milyon) emekçi can verdi. Öte yandan batı kendi coğrafyasının dışında da egemenlik savaşlarına girdi. Kore savaşında 4, Vietnam savaşında 3, Cezayir ve Libya savaşlarında ise 2,5 milyon insan hayatını kaybetti.

 

Sovyetler Birliğinin (Rusya) tarih sahnesinden çekilmesinin ardından (1989) bu ülkeye vaktiyle bağlı olan toplumlar da Batının saldırısından nasibini aldı. 1991'den bu yana yapılan Ortadoğu savaşlarında 2 milyon insan kızgın çöllere gömüldü. Batı dünyasının yaptıkları sadece bunlardan ibaret değildi. Daha önceki yüzyıllarda Amerikan yerlileri (50 milyon) yok edildi, ardından Afrika insanı yüzyılları bulan bir köleleştirme sürecine dâhil edildi.

 

Ancak Batının İslam'la da bir hesabı vardı. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Eyyübi ve Osmanlıyla başlayan süreçte parlak bir uygarlık yaşayan Müslüman halklara karşın Avrupa dönem itibariyle karanlık içindeydi. Her ne kadar Haçlı Seferleriyle kutsal toprakları (Ortadoğu) ele geçirmeye çalışmışsa da başarılı olamamıştı. Üstüne üstlük İslamiyet'in kendi topraklarına (Avrupa'ya) kadar yayılmasını engelleyememişti.

 

Osmanlının çöküşe sürüklenmesinden sonra rüzgâr bu kez tersten esmeye başladı. Özellikle Birinci Dünya Savaşından hemen önceki dönemde Müslümanlaşmış toplumlar Batılı güçlerce baskı altına alındı. Yeni sanayinin can damarı olan petrolün Osmanlının elinde olması bu imparatorluğun parçalanmasını tetikledi ve 1920'lere gelindiğinde Osmanlı devleti saldırılara dayanamayarak parçalandı. İslam dünyasının koruyucusu konumunda olan Osmanlının yıkılmasıyla birlikte kırkı aşkın devlet kuruldu. Sadece Arap yarımadasında aynı etnik kökten gelen koca bir Arap toplumu yirmiye yakın devlete bölündü. Kurulan bu devletlerin veya devletçiklerin birçoğunda Batıyla işbirliğini benimseyen hükümetler işbaşına getirildi. Bir petrol denizinin üstünde oturan Müslüman topluluklar askeri ve ekonomik bakımdan kontrol altına alınarak biçimlendirildi. Böylece söz dinleyen, adeta iğdiş edilmiş bir Müslümanlık çıktı ortaya.

 

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Bakmadan Geçme