Yürürken de, bakarken de uzaklara; bazen de dağlara, oradan denizin kenarında hissederim yüreğimde. Kimseye sormadan gördüklerimi yazarım.
Bir de,
Ruhumdaki seni...
“Ne koyarsan aşına, o gelir karşına.”
Sen;
Uzaklarımızsın, yüreğimizdeki yakınımız.
Dağlarımızsın, hayallerimizsin.
Kokusunu aldığımız balıkların denizi,
Gün batımında oturduğumuz taşların kalesisin...
Turuncuyla buluşturduğun Nemrut,
Uşgunları tattırdığın Erek,
Suyuyla iyileştirdiğin Farık,
Kokusunu şehire yaydığın Sıhke Kavunun,
Güzelliğini izlediğimiz Edremit Kalesi,
Yediğimiz otlu peynirin ateşini söndüren kehriz suyun,
Kavaklarından seyrettiğimiz gökyüzünü, Yediğimiz astik elmaların fidanlığını, Sokaklarında oynadığımız tekgözü,
Fırından dükkana kadar yarısını yediğimiz çakır ekmeğini,
Ekmeğin üzerine sürdüğümüz tereyağı ile cacığı,
Bir de camuş sütünden yapılmış kağıt inceliğindeki kaymağını,
Elli iki merdivenlerde macera ararken askeri nezarette geçirdiğimiz saatleri,
3G zamanı çıktığımız Toprakkale'de fırtınada boğulmaktan kurtaran İhsan amcayı,
14 kişilik dolmuş ile 30 mahallelinin Mollakasım'a denize giderken, Alaköy çıkışında devrilmesi sonucu yaralılar dolmuştan çıkarılırken, Remziye teyzenin, “Bardaklarım kırılmamış.” diye sevinmesini.