Sanatçılar yapıtlarında verdikleri mesajlarla izleyicilerinin anlam dünyalarına dokunurlar. Yazarlar yazılarıyla, şairler şiirleriyle, şarkıcı, türkücü, ozanlar şarkı, türkü ve deyişleriyle, ressamlar resimleriyle, sinema sanatçıları filmleriyle, heykeltıraşlar yontularıyla, diğer sanat dallarındakiler de yine ürünleriyle dokundukları canlarda küçüklü büyüklü izler bırakırlar.
Bireysel etkilerinin yanında toplumsal etkileri de olur. Şarkılar, türküler, şiirler, esin verici sözler dilden dile kalabalık kitlelere ulaşır ve hep birlikte söylendiğinde bambaşka şeylere dönüşür.
Kimi sanatsal ürünler, aydınlatıcı şiirler ve sözler, çağları aşıp yeni zamanlara ve yeni insanlara da ulaşır.
O aydınlatıcı sözleri, şiirleri, şarkıları paylaşıp güzelliklerini başkalarına da ulaştırma görevi ise genellikle o değerli ürünlerin etkilerini duyarlılığıyla fark eden yazar çizerlere düşer.
Bu sabah internet kaynaklarından dinlediğim türkü haline getirilmiş bir şiirin çarpıcı sözleri dilime dolanınca onu ve onunla birlikte beni çok etkilemiş olan bir iki başka sözü paylaşmam gerektiğini düşündüm.
Türküsünü dinlediğim şiirinde Bektaşi Dervişi, Şair Ruhsati (1835-1911) şöyle diyordu:
“Gördüm iki kişi mezar eşiyor,
Gam, kasavet gelmiş, baştan aşıyor,
Çok yaşayan, yüze kadar yaşıyor,
Topraklar başına, vay deli gönül.”
Bu dört dize ter içinde mezar kazan gamlı, kasavetli iki insanı getirdi gözümün önüne. Sonra da bana henüz yetmiş yaşına gelmemişken, bu güne kadar aramızdan ayrılmış olan ve sayıları hiç de az olmayan sınıf arkadaşlarımı düşündürdü.
Bu dörtlükte hepimiz için kaçınılmaz olan ve hepimizi düşündürmesi gereken önemli bir ders vardı.
Ben o dersi aldım.
*
Arkasından İranlı düşünür, bilge Sadi Şirazi’nin (1210-1292) aklımdan hiç çıkmayan ve önümü aydınlatan bir başka sözünü paylaşmam gerektiğini düşündüm.
Şirazi kendisine “insan nedir?” sorusunu yöneltenlere;
“İnsan, yek katre-i hûnest, sâd hezârân endişe” yani “insan bir damla kan, yüz binlerce endişedir,” şeklinde yanıt vermiştir.
Bu sözü öğrendikten sonra, şöyle bir dönüp başta kendim olmak üzere insanlara baktığımda herkesin ömrü boyunca pek çok konuda gerekli – gereksiz, doğru – yanlış endişelerle yaşayıp durduğunu fark ettim. Bundan kaçınmamız mümkün değil ancak bilinçli yaklaşıp azaltabilmemiz mümkün.
O da ayrı bir meşale oldu bana.
*
Yine hep aklımda olan ve Pir Sultan Abdal (1480-1550) tarafından söylenen bir başka sözü de yine paylaşmamın yararlı olacağını düşündüm. O sözde de Pir, bizlere dünya ötesine her ne götüreceksek dünyadan götüreceğimizi anımsatıyor. Şöyle diyor:
“Cehennem dediğin, dal odun yoktur. Herkes kendi ateşini götürür.”
Pek çok insan bu dünyada yaşarken haksızlık ve zulüm yapanların da, adaletle iyilik yapanların da henüz öte âleme göçmeden, (bu taraftayken bile) amellerinin sonuçlarıyla yüzleştiğini görür. İlahi adaletin tecellisine inanır.
Bu söz anlayana ne güzel bir uyarıcıdır.
*
Aklımdaki son dörtlük de yine bir Bektaşi ulusu olan Hacı Bektaş-ı Veli’ye (1209 – 1271) ait:
Hararet, nardadır, sacda değildir. (Isı, ateştedir sacda değildir.)
Keramet baştadır, taçta değildir.
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.
İnsanın kendi özüne bakması, özüne düzen vermesi konusunda çok anlamlı bir dörtlüktür bu.
Günümüzde her anlamda kurtuluşu çeşitli kimlik ve nitelikleriyle öne çıkan bazı kişilerde, ziyaret edilen bazı değerli bilinen menzillerde arayanlara ne güzel bir uyarıcıdır.
Merhametimiz, anlayışımız, hoşgörümüz yoksa iyilik nedir bilmiyorsak başları kalabalık taç sahipleri, kutsal mekânlar bize ne katabilir.
Sonuçta iş bizde, bizim içimizde bitmektedir.