• Haberler
  • Güncel
  • Çanakkale Savaşı Şehitlerine İthaf: Saraylı Hasan Onbaşı

Çanakkale Savaşı Şehitlerine İthaf: Saraylı Hasan Onbaşı

Bir Hasan vardı Van’ın Saray ilçesinde. Bilmiyorum belki de köylerinden birinde. Olabilirdi Çubukluda, Velicanlı’da, Harapsorikte. O zaman ne yiğitti ne kahraman. Sadece adı Hasan. Hasan varlıklı bir ailedendi ve ailenin tek erkek çocuğuydu. Küçük yaştan üç şeyi çok severdi. Ata binmeyi, silah kullanmayı ve okumayı.

Nitekim at sürmede kimse onu geçemezdi ve tüm düğünlerde, özel yarışlarda varış noktasına önde girer ve kirman şalını o kazanırdı. Silah kullanmada ise çok mahirdi ve daima 12 den vururdu. Okumayı çok sevdiği için babası onu il merkezindeki akrabalarından birinin evine bıraktı ve Rüştiyeyi okuyarak köyüne döndü. Evlendirdiler onu civar köylerin en güzel kızı Nurcanla. Gençlerin düğünü tam 3 gün 3 gece sürdü ve çok mutlu idiler. Aradan bir yıl geçmeden bir oğulları oldu adını koydular Osman.               

Bir seher vaktı Hasan uykuda iken bir ses duydu derinden: ” VATANIN BAĞRINA DÜŞMAN DAYADI HANÇERİNİ,/ YOK MUDUR KURTARACAK BAHTI KARA MADERİNİ.” Bu sesi tanımasa da bu söz Namık Kemal’in sözü idi. Hasan şöyle bir doğruldu yatağında, sabah ezanı okunmaktaydı köy camiinin damında. Bekledi ezanın sonunu ve Nurcan la birlikte abdest aldılar. Evlendikleri günden beri hep cemaatle namazlarını kılarlardı, Hasan imam olurdu, Nurcan da  cemaatı  oluştururdu.   

Yine öğle yaptılar ve namazdan sonra Hasan bir aylık bebekleri Osman’ın beşiğinin yanı başına uzandı ve biraz kestirmek istedi. Ama olmuyordu, yine aynı sesle Namık Kemal’in sözleri adeta kulaklarını  deliyor  ve  peşini bırakmıyordu:               

“VATANIN BAĞRINA DÜŞMAN DAYADI HANÇERİNİ,/ YOK MUDUR KURTARACAK BAHTI KARA MADERİNİ.”

Hasan anladı  bu sesin ne demek istediğini. O artık dayanamazdı bu sese, bu çağrıya, çünkü vatan elden gidiyordu. Osmanlı’nın birkaç yıldan beri 7 düvelle savaştığı gelen haberler arasındaydı. Bir yandan 7 düvelle savaşırken diğer yandan da içteki aldatılmış kitleler ne yazık ki Osmanlı’yı arkadan  vuruyorlardı. O Yüce Resulün adını alan Mehmetçiğin kanı sel gibi akıyordu. Kafkaslarda akıyordu, Balkanlarda akıyordu, Sina çöllerinde akıyordu. Medine’de Peygamber’i Zişan’ın kabri  önlerinde akıyordu. Ne hazindir ki Anadolu’da da akıyordu. Ruslardan güç alan Ermeni çeteleri Anadolu’nun doğu ve Güneydoğu bölgelerinde masum insanları katlediyor ve her türlü hunharlığı yapmaktan adeta zevk alıyorlardı. Bu arada okulda iken tarih hocasının tüm sınıfa hitaben devamlı olarak Yavuz Sultan Selim Han’dan okuduğu:” Milletimde tefrika endişesi,/ Kuşe-i kabrimde hatta, bi karar eyler beni./İttifakken Savleti a’dayı def’a çaremiz,/ İttifak etmezse millet, dağdâr eyler beni” diye son bulan dörtlüğü hatırladı.  Zaten kişiye heyecan veren, ama gerçeğin ta kendisi olan bu ibretamiz sözleri Hasan duyduğu günden bu yana,  ruhuna, beynine işlemiş, hatta kalbine, kanına kazımıştı. Asla ve asla unutamayacaktı bu sözleri ve günü saatı geldiğinde” Savleti a’dayı def etmek için  koşacaktı görev başına, Can verecekti bu yolda, şehitler kervanına katılacak, mutluluk şerbetini içecekti hem de çekinmeden, hem de kana,kana, hem de doya doya. Ne güzeldi vatan için ölmek, ne güzeldi ay yıldızlı bayrak üstüne can vermek.

Nitekim hemen kalktı, Nurcan’ı yanına çağırdı, birlikte oturdular divana ve askere gideceğini, vatanın onu göreve  çağırdığını, yardımına  koşması  gerektiğini, ” Vatanın bağrına düşmanın hançerini dayattığını .” ve o hançeri alıp düşmanın böğrüne saplamasının şart olduğunu ve hatta şartı bırak bunu yapmanın bir müslüman için farz-i kifaye olduğunu münasip bir lisanla anlattı.       

Nurcan dinledi Hasanın teker teker anlattıklarını. Dili tutulmuştu konuşamıyordu. Önce derinden bir ah çekti, ardından sadece bir şey söylemek için:” İyi ama senin askerlik çağın henüz gelmedi ki.” diyebildi. Bunun üzerine Hasan:” Bak sen yanlış düşünüyorsun. Vatan uğruna, din uğruna, bayrak uğruna  ölmek ve şehitler kervanına katılıp mutluluk pınarından içmek için illa da askerlik çağının gelmesini beklemek mi gerekir. Bunu hangi aklı evvel sana söyledi. Neyse sen kalk bir şeyler hazırla, şehit amcamdan kalma askeri kıyafetler yanında biraz yol azığı ve çamaşır bırak, benim hemen yola çıkmam lazım. Hem de gün kaybetmeden.”  diyerek sözünü noktaladı.

Nurcan hazırlık yaparken bu arada kayınpederine ve  elbette ki diğer aile fertlerine Hasanın askere gideceği haberini iletti tümü kalkıp oğullarının evine geldiler ve onu verdiği karardan vaz geçirmek  istediler. Nurcan dışında tek gözyaşı döken Hasanın annesi idi Biricik oğul sahibi olan yaşlı kadın evladının elinden çıkacağını sanki hissetmiş gibiydi. Onda ana yüreği vardı ve Hasan onun her şeyi idi. Nasıl dayanacaktı onun yokluğuna? Ya gidip de gelmez ise, ya gelip te görmez ise bu nice olacaktı. Anayüreği dayanamazdı bu acıya. Tüm bu düşünceler onu derinden yaralıyordu. Önce taş kesildi, ardından döşüne vurup feryat etmeğe başladı. Biraz sonra Hasan’ın halaları, teyzeleri ve nihayet aynı köyde evli ablaları da gelip bu feryat edenler kervanına katıldılar ve öğle bir vaveyla koptu ki anlatılamaz.

Bu arada tüm kadınlar ve köyün yaşlıları Hasanın babasını taş yüreklilikle itham ettiler ve: “ Sen ne tür bir babasın oğlun ömrünün baharında daha günü gelmeden askere gidiyor, bile bile ölüme gidiyor. Senden hiç bir ses çıkmıyor. Konuşsana be adam.” diyerek yüzüne ters ters baktılar. ve ardından: “Hasanın gitmemesi gerektiğini, üstelik askerlik çağının henüz gelmediğini oğluna söylesene.” diyerek adamı bir güzel haşladılar. Hasanın babası bu sözlere, bu sitem edişlere bir yerde hak verse bile çok kızdı ve:” Sesinizi kesiniz ve beni dinleyiniz. Kimin ne zaman öleceğini sadece ve sadece Allah bilir. Babam Yemende, amcalarım Kafkaslarda, iki kardeşim ve bir ağabeyim Sina çöllerinde şehit düştüler. Ben tam yedi yıl askerlik yaptım çok sıkıntı çektim, acılı günler geçirdim. İki kardeşim yanımda şehit düştü ben ise iki kez yaralandım ama bana bir şey olmadı ölmedim. Şehit olmayı çok istedim ama şehit olmak kişinin elinde değil ki, demek ki ben  o mertebeye layık değilmişim. Eğer Hasanın alnında şehitlik şerbetini içeceği yazılı ise şehit olur, yazılı değilse ateş çemberinin içinde olsa bile geri döner. Size son sözümü söyleyeyim, VATAN İÇİN BİN HASAN FEDA OLSUN. TAMAM MI.” diyerekten evinin yolunu tuttu.

Tüm uğraşlar, tüm ağlayışlar kar etmedi. Hasan gidecekti, hem de ölüme gidecekti, hem de bile bile gidecekti ve hem de güle güle gidecekti. Çünkü gidenlerin çoğu gelmiyordu. Çünkü gidenlerin çoğu alınlarından vurulup tam ercesine vatan toprağına uzanıyorlardı. Geri gelenlier çok azdı, onlarda ya amansız bir hastalığa yakalanaraktan yada tamamen sakat, zelil ve alil bir vaziyette, köylerine kentlerine dönebiliyorlardı. Bazıları da köylerine, kentlerine ulaşamadan yolda can veriyor ve gurbet ellerde defnediliyorlardı.                    

Ağlamalar, sızlamalar, döşe vurmalar, ablalarının saçlarını yolmaları, köyün küllüğünden, başlarına  kül dökmeleri hiçbir etki yapmadı Hasanın üzerinde ve hazırlıklara başlanıp tamamlandı. Hasan “ İlla bizde seninle birlikte vatan için ölmeğe geleceğiz.”diyen ve son anda ona katılan iki arkadaşı ile birlikte öğleden sonra Van’a doğru yola çıkacak ve oradan sevk edileceği görev mahalline gidecekti.

Öğlenden sonra son kez  yavru Osman’ın yüzüne baktı, Nurcan’la vedalaştı.Nurcan ağlıyordu ama Osman sanki babasını meleklerle birlikte görmüş gibi ona bakıp gülümsüyordu.

Nihayet Hasan’ın iki arkadaşı da geldiler ve birlikte o:” Sonsuzluk Kervanına” katılmak üzere yola koyuldular. Bir an önce ilgili makamlara teslim olmak düşüncesi ile atla yola koyulmuşlardı. Van’a geldiklerinde atlarını ve zati silahlarını aslen saraylı olup il merkezinde  han işleten Ömer dayıya teslim edecekler daha sonra Ömer Dayı atları ve silahları köye geri gönderecekti. Gerek Hasan ve gerekse arkadaşları olayı bu merkezde biliyorlardı.Oysa ki durum başka merkezde idi. Hasan’ın babası  altı silahlı adamını arkalarından göndermişti. Van’a varır varmaz atları ve silahları onlar teslim alacaklardı. Altı silahlı adamın  arkalarından gönderilmelerinin nedeni ise bambaşka idi. Zira son zamanlarda Ermeni çeteleri tamamen azıtmışlar, yol kesiyor, köy basıyor ve kadın, erkek, genç, yaşlı demeden yöre halkını türlü işkenceler sonucu kurşuna diziyorlar yada diri , diri derilerini soyuyorlardı.Bu nedenle bu üç gencin korunması gerekiyordu çünkü vatan onları beklemekte idi. Onlar artık toplumun malıydılar köylülerin değil. Nitekim korundular ve onlar şehre gelip ilgili makamlara teslim oluşlarına kadar takip edildiler. Hasan’ın iki arkadaşı Erzurum bölgesine, Hasan ise Körfez bölgesine gitmek üzere Van’dan hareket ettiler.                        

Körfez bölgesine doğru yol alırken de Hasan aynı heyecanı taşımakta idi.”Varsın bütün müstevliler çöksün başımıza, yoksul gezelim , aç kalalım, bu vatanda bir tek baca tütmesin. Yeter ki bu al bayrak, bu semalarda dalgalansın, yere düşmesin.” Hep bu düşüncelerle geçti yolculuğu. Yolculuk esnasında uyumaya görsün, bırakın uyumayı, şöyle bir dalmaya görsün hemen Namık Kemal şözleri yine önüne dikiliyor ve o meş’um hançeri vatanın bağrına dayalı olarak görüyordu. Hasan ise her keresinde:”Hayır, hayır hiç mümkünatı yok, Hasan gidecek, gerekirse ölecek ama o hançeri alıp düşmanın böğrüne saplayacak.” diyordu. Nihayet gerekli eğitimi yaptıktan sonra Hasan’ı onbaşı rütbesiyle verdiler Çanakkale Boğazındaki sancak gemisine. Yıl 1915 mevsim ilkbaharın başlangıcı ve Hasan için yeni bir dönem, yeni bir hayatın başlangıcı. O artık cennetin yolunun şehitlikten geçtiğinin farkındadır ve tüm benliği ile buna hazırdır.

Mart ayının ilk günleri. Çanakkale boğazı ve çevresi geceleri ap aydınlık. Gökte ay pırıl pırıl, yerde sular ışıl ışıl, denizin dibi görülmekte. Gemiye gelişinin öncesi ve sonrası hep torpil denen bir silahtan ve bunların İngiliz gemilerinden Türk gemilerini batırmak, veya yaralamak için atılacağından bahsedilmekte. Hasan bu cismi veya silahı hiç görmemişti ama varlığından haberdar idi. Nöbet anlarından birinde bu işin mahiyetini genç bir teğmene sordu ve iyice öğrendi. Artık ona göre en tehlikeli silah torpil denen bu mendebur silahtı. Bu nedenle çok dikkatli olunması gerekiyordu. O günden sonra ister gündüz olsun ister gece tüm nöbetlerinde dikkatini bu yöne vermesi gerekiyordu.  

Evet yeni ayın ilk haftası, günlerden cuma.Gökte ay pırıl pırıl, yerde sular ışıl,ışıl, denizin dibi görünüyor,her taraf temiz, her taraf güzel.. Yalnız birkaç karartı var karşılarında pis ve çirkin. Bunlar İngiliz gemileri, tüm kirlilikleriyle, tüm çirkinlikleri ile arz-ı endam edip sırıtıyorlar veya Hasan’a öyle geliyor. Hasanın gücü yetse ve elinden gelse hemen o anda düşman gemilerini gömecek adalar denizinin sularına veya kovacak cehennemin dibine kadar yolunuz var diyerek. Bunun imkansız olduğunu biliyor ama ah bir olabilseydi diyor içinden.

Evet Hasanın nöbetçi olduğu Cuma gecesi yine gökte ay pırıl, pırıl, yerde sular ışıl, ışıl, denizin dibi görünmekte. Hasan pür dikkat. Her an bir veya birkaç torpil atılabilir o mendebur gemilerden. Ama o, and içmiştir ve karalıdır.” Hiç mümkünatı yok, Hasan ölecek ama gemi batmayacak.- Hiç mümkünatı yok Hasan ölecek ama gemisi batmayacak. “ Hasan bu sözü tekrarlayıp durmaktadır biteviye. Zira Hasana göre tüm Anadolu, Balkanlar, Kafkaslar,Hicaz, Yemen, Kuzey Afrika, Filistin, Mekke, Medine, İran, Suriye, Irak halkı ve dolayisiyla tüm İslam alemi bu gemidedir.Bu gemi batar ise tüm İslam alemi batacak, gemi yok olur ise tüm İslam alemi birlikte yok olacak. Hasan bu sözleri vird edinmiştir ve tekrarlayıp durmaktadır:”Hiç mümkünatı yok, Hasan ölecek, ama gemi batmayacak.” Hasan gözlerini karşıdaki gemilere dikmiş bakıyor. Vakit gece yarısını çoktan geçmiştir ve şafak sökmek üzere. Gökte ay pırıl pırıl, yerde sular ışıl ışıl, denizin dibi görünmekte. Hasan pür dikkat gözlerini karşı tarafa dikmiş denize ve denizin sularına bakmakta. Bir anda can yoldaşı Nurcan’la daha bir aylıkken bıraktığı biricik varlığı Osman gözlerinin önünde canlanıveriyor. Nurcan üzgün ama, Osman gülerek babasına el sallamakta. Evet, ailesi gözlerinde tütüyor ama hemen kendine geliyor ve:”Behey gafil sen ne yapıyorsun, vatan elden gidiyor, sen ne düşünüyorsun.” diyerek kendine kızıyor.

Yine pür dikkat denizi gözlüyor, denizi gözlerken de:” Hiç mümkünatı yok Hasan ölecek ama gemi batmayacak.” Sözlerini tekrarlayıp duruyor.

Birden karşı gemilerden birinden atılan bir torpilin nöbetçi olduğu gemiye doğru geldiğini görüyor. Gökte ay pırıl pırıl, yerde sular ışıl ışıl, denizin dibi görünmekte, Hasan pür dikkat:” Hayır, hayır Hasan ölecek ama gemi batmayacak.” Torpil hızla gelmekte, Hasan tüfeğini sol eline alıyor, sağ elini şehadet parmağı dışında yumuyor ve kendi kendine:” Hasan dikkat, torpil yaklaşmakta, Hasan ölecek ama gemi batmayacak.” Geliyor, torpil yaklaşıyor, bir an meselesi. “Allah’ım bana güç ver, bana cesaret ver Allah’ım. Sana geliyorum Allah’ım, nolur beni kurtuluşa erenlerden eyle. Aman Allah’ım torpil geldi, Ya Allah.” diyor ve kelime-i şahadet getirerek kendini silahıyla birlikte gelen torpilin üzerine atıyor, tam isabet. Birden bire müthiş bir patlama oluyor, gemi kurtulmuş ama Hasanın vücudunun parçaları göklerde uçuşuyor ve bir iki saniye sonra denizin yüzeyine düşüyor. Çanakkale boğazı Hasanın kanı ile adeta kırmızıya boyanıyor. Hasanın cesedinin parçaları ve kanı Çanakkale boğazından Adalar Denizine geçecek ve oradan Akdeniz’e, ardından okyanuslara doğru yol alıp, vatan için ölmenin ne demek olduğunu ve nasıl ölüneceğini dünya milletlerine öğretecektir.

Patlamanın meydana getirdiği müthiş sesle birlikte başta Salih Paşa olmak üzere bütün  komutanlar güverteye doğru koşuyorlar, Hasanın şahadet parmağı açık sağ eli ve künyesi geminin güvertesine  düşmüştür. Genç bir teğmen bulduğu bu eli ve künyeyi Salih Paşaya getirir. Salih Paşa bir baba şefkatiyle öper şehit Hasanın elini, okşar öper, okşar öper. Karşı gemilerden birinde sabah ezanı okunmakta: ”Allahu Ekber, Allahu Ekber.- Allah Büyüktür, Allah Büyüktür.” Bu arada Salih Paşa Kur’an’daki meşhur ayeti hatırlar: ”Allah yolunda can verenleri ölüler zannetmeyin, onlar diridirler, fakat siz bilmezsiniz.” Salih Paşa:” Evet Hasan yavrum sen ölmedin fakat biz bilmiyoruz.” diyor ve gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Gayet sert bir mizaca sahip olan Salih Paşa, onbaşı Hasan için göz yaşı döküyor, ağlıyor, ağlıyordu. Onunla birlikte tüm komutanlar da göz yaşı dökmedeydiler.

Ama ağlayanlar sadece onlar olmayacaktı. Gökte pırıl pırıl yanan ayın önünü bir anda kara bir bulut kaplıyor ve o buluttan sadece Hasanın şehit düştüğü geminin üzerine yağmur  çiselemeğe başlıyordu.  Gökte  melekler,  yerde komutanlar ve tüm gemi efradı şehit Hasan onbaşı için göz yaşı döküyordu.

Nihayet sabah oluyor ve Salih Paşa Şehit Onbaşı Hasanın elini ve künyesini getiren genç teğmeni çağırıyor ve :” Alın şehidimizden kalan emanetleri, Çanakkaledeki -şehitliğe götürün kendisine normal büyüklükte bir mezar kazın ve şehidimizi defnedin.” emrini veriyordu.

Şahitlerin ifadesine göre genç teğmen ve birkaç er alıyorlar Şehit Hasan Onbaşının bileğinden kopmuş sağ eline ve künyesini Çanakkale şehitliğine götürüyor ve normal bir mezar kazıp defnediyorlar.

Mezar taşına genç teğmen şunları yazıyor:”VATANI İÇİN CAN VERDİ SARAYLI HASAN ONBAŞI .”

İşte beyler böyle geçti Çanakkale Savaşı.    

Bakmadan Geçme