• Haberler
  • Politika
  • Davutoğlu başbakanlığı bıraktıktan sonra ilk kez konuştu

Davutoğlu başbakanlığı bıraktıktan sonra ilk kez konuştu

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, Cumhurbaşkanlığı Tayyip Erdoğan’la görüşüp istifasını vermesinin ardından ilk kez konuştu

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, Cumhurbaşkanlığı Tayyip Erdoğan’la görüşüp istifasını vermesinin ardından ilk kez konuştu.

Habertürk’ten Kübra Par’a konuşan Davutoğlu, istifasına ilişkin konuşmak istemediğini ve sadece yeni kitabı “Medeniyetler ve Şehirler”e ilişkin soruları yanıtlayacağını söyleyerek “Siyasi sorulara cevap vermek için daha çok vakit var. Başbakanlığı bıraktım ancak siyaseti bırakmadım. Ama bırakın bu seferlik sadece kitabı konuşalım” dedi.

Davutoğlu’nun başbakanlığı bırakmasının ardından verdiği ilk röportaj özetle şöyle:

- Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz?

Davutoğlu: Kontrollü. İrademi kullanmanın mutluluğunu hissediyorum. Kendi programımı yapıyorum. Sahurdan sonra uzun süre okuyorum, yazıyorum. Başbakanlığı bıraktığımdan bu yana öğleden sonraki tüm mesaim kabullerle geçiyor. İstanbul’a geldiğimde öğrencilerimle buluşuyorum. Aileme daha fazla vakit ayırıyorum. Sare Hanım, Mehmet ve Hacer ile evde derse başladık.

- Ne dersi?

 Davutoğlu: Hayat dersi gibi. Hacer, kendi yazdıklarını okuyor. Mehmet, yaşadıklarını aktarıyor. Bugünlerde daha çok ramazan üzerine sohbet ediyoruz. Buna vakit bulabilmek o kadar güzel ki!

- Yeni durumu evdekiler nasıl karşıladı?

Davutoğlu: Ayrıldığım gecenin sabahı küçük kızım Hacer bir metin getirdi. “9 sene önce Ankara’ya geldiğimizde babamın ‘Her şeye alışabilirsiniz ama bu makamlara alışmayacaksınız’ demesinin sebebini şimdi anlayabiliyorum” diye yazmış. Hacer, mekâna parçası gibi bakar. İstanbul’dan ayrılmaktan hiç memnun olmamıştı. Ama Ankara’da çok sevdiği mekânlar ve dostluklar edindi. Şimdi bu ayrılık hüznü dışında son derece memnun, onunla daha fazla vakit geçirmemden mutlu oluyor.

- Günleriniz daha çok nerede geçiyor? İstanbul ağırlık kazandı mı?

Davutoğlu: Görevden ayrılmanın getirdiği doğal bir akış vardı. 22 Mayıs’a kadar görevimi sürdürdüm. 22 Mayıs’tan sonra Ankara’da biriktirdiğim kitaplarımı taşıma telaşı oldu. Çok sayıda ziyarete gelenler oldu. Geçen hafta itibarıyla İstanbul’a döndüm. Bundan sonra hayatımın genel akışı İstanbul’da olacak. Meclis faaliyetlerinin gerektirdiği ölçüde haftada 1-2 gün Ankara’ya gideceğim.

 

- İstanbul’un bu tarumarından kimler sorumlu?

Davutoğlu: İstanbul’da geçmişten bu yana kadim bir şehir geleneği var. Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren başlayan, özellikle Mimar Sinan’la şekillenen kadim bir mimarisi var. 19 yüzyıl’da akslara doğru yayılmaya başladı ama o dönem de belli bir uyum içinde gelişti. Ne var ki İstanbul’un modernite ile karşılaşması esnasında modern bir şehir yaratmak adına köklü şehrimize hoyratça davrandık. Bu tek bir dönemde olmadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında vakıf eserlerinin depolara, ahırlara koyulmasından başlayan, yüzlerce caminin, sebilin, medresenin, külliyenin başka amaçlarla kullanılıp, tahrip edildiği bir dönem var. Modernite adına Vatan ve Millet caddelerinin açılması esnasında kaybettiğimiz eserler var. İstanbul gibi organik bir şehri Paris gibi mekanik bir şehre dönüştürmeye çalıştığınızda organik hayat yok oluyor. Şimdi ise İstanbul, moderniteden küreselleşmeye geçme aşamasında. Köklü ve kadim tarihe sahip olan, moderniteyle yüzleşmiş ve tahribatını görmüş olan, küresel bir şehir olma iddiası taşıyan yegane şehir İstanbul’dur. Bu üçünün aynı anda gerçekleşmesi İstanbul için çok ağır bir yük. Başbakanlığım döneminde hemen hemen her konuşmamda, bizim dönem de dahil olmak üzere İstanbul’un tarihi dokusunun tarumar edilmesine isyan ettim. Başbakan olarak bu konuda toplumsal duyarlılık oluşturmaya çalıştım. Önüme gelen her projede belediye başkanlarına İstanbul’un ne kadar korunduğunu sordum. Özellikle “Tarihi İstanbul’da, Eyüp, Üsküdar ve Galata’da tek bir taş oynayacaksa haberimiz olacak” dedim. Yeni teknolojiler aldatıcı olabiliyor. Animasyon ile bir proje getiriyorlar ama o hayal dünyasının tarihi dokuya oturtulması esnasında doğabilecek faciayı düşünmüyorlar. İktidarımızın ilk yıllarında Haydarpaşa’ya yedi gökdelen projesi getirdiler. Güya İstanbul’un yedi tepesiyle anoloji kuruyor. O projeye karşı çıkmıştım. Mimari olarak yaratıcı gelebilir ama Marmara’dan ya da Karadeniz’den tarihi yarımadaya gelirken Süleymaniye’yi, Ayasofya’yı o tarihi silüeti ezen her şey İstanbul’a zulümdür. İstanbul küreselleşmeyi tarihi dokuya zarar vermeyecek bir hattın dışında gerçekleştirmelidir. Ben hep bunu savundum. Maslak bile bana şehre çok yakın gelmişti. İstanbul’un gerek Kocaeli gerekse Tekirdağ hattında gelişebileceği alanlar vardı. Bunu yapmak yerine şehrin yakınında tarihi dokuya hançer gibi saplanan Gök Kafes, 16-9 gibi projeler yapıldı. Tek başına ele alındığında fonksiyonel ve faydalı görünen bu projeler o topografyanın içinde zulme dönüşüyor. Başbakanlığım döneminde bu konuya hep eleştirel yaklaştım. İstanbul çok hızlı gelişen bir şehir. Bu şehrin ihtiyaçlarına cevap verirken ama dokusunu kaybetmesine izin vermemenin yolunu bulmalıyız.

Bakmadan Geçme