Diyardan Diyara Van

Yunus Türkoğlu yazdı...

Başkale dağlarındaki mor koyunun melemesi, Erek Dağı’nda gezinen ceylan, Memedik Boğazı’ndan esen soğuk havanın karları savurduğu üşümüşlük, Havasor Yaylası’nda kaval çalan çobanın melodisi!  Çaldıran’daki çermik sularının şifa kaynağı, Garipler Mezarlığı’nda yatan garip askerlerin unutulmuşluğu, Kuzgunkıran’ da sarı sarı açan ökse çiçeği, Hoşap Kalesi’nin yüksek burçları,  Ünseli’den Vangölü’ne bakan bir pencere ve ibibik kuşunun kanadında sonsuz sevgisin...

Günün birinde Van tarihini yazacak birileri olursa, üç tekerlekli araba veya hamal arabalarından bahsetmeden geçmemeli diye düşünüyorum. Bu arabaları seviyordum ve seviyorum. Çocukluk yıllarımızda şimdiki kadar vasıtalar haliyle yoktu, daha çok hamal arabalarıyla beraber yaylı dediğimiz at arabaları Van sokaklarında seyrüsefer ederdi. Elde olmayan sebeplerden dolayı atların çevreyi biraz kirletmesini saymazsak her ikisi de gayet çevreci araçlardı…   

Saçı sakalı kirden, pastan biri birine karışmış, paltosu lime lime olmuş, bu âlemde mi,  başka âlemde mi olduğunu anlayamadığımız  Gardaş Selahattin’i görünce; hüzünlenir, duygulanır ve üzülürdüm.

Omuzun iki tarafından sarkan kovalara kerhiz suyu doldurup, hafif bir türkü mırıldanarak taşıyan, taşırken de hiç kimseyi takmayan Aloş’u da görünce neşelenirdim.

Tablacılar Çarşı’sının köşede Süleyman Genç, Sami Sani ve Hasan Hüseyin dükkânlarının önünde yüksek bir sesle: “- Kırılmaz Paşabahçe bunlar” diyerek çay bardaklarını kaldırımın kenarına vurarak satan Rahmetli Şoratan Salih ağabeyi görünce; hitabetin ve pazarlama sanatının inceliklerini ve gücünü görüp şaşırırdım. Bardaklarda nedense hiç kırılmazdı!!

1960’lı yıllar bir yaz günü Mercimek Mahallesindeyiz.  Halit eminin oğlu Zeki ile arkadaşı Nevzat buluşup mahallede turlayacaklardır. Gezerken yolları Amiklioğlu sokağa düşer. Sağlı sollu söğüt ağaçlarıyla ve toprak kanaldan akan suları, mühre duvarlardan sarkan ağaçların dalları, meyvelerin mis kokusu ve kerpiç evlerin güzellikleriyle burası ömre değer bir sokaktır. İki arkadaş biraz dolaştıktan sonra üzüm bahçesinin birinde oturup sohbet edip dinlenirler. Birkaç aslik elma yiyip günün tadını çıkarmaya çalışır, sonrasında mahalleye dönerler.

Akşamüzeri Halit emilerin kapı çalınır, gelen gündüz iki arkadaşın bahçelerinde oturdukları komşularıdır.

“-Bugün bizim çocuğun ayakkabısı kayboldu! Aradık fakat bulamadık. Senin oğlunla arkadaşı almıştır!”

Halit emi, güngörmüş geçirmiş bir insandır. Sakin bir halde cevap verir.

“-Benim evladım ve arkadaşı katiyen böyle bir şey yapmaz! Ben, evladımı bilirim, kesinlikle yapmamıştır.” Dese de karşı taraf ikna olmaz… Söz konusu olan çocuk ayakkabısıdır. Baba çok emindir ama gençlere adet yerini bulsun diye sorar.

Zeki ile Nevzat”-Bu ayakkabı bizim ayağımıza uymaz, çocuğumuzda yok ki ona aldık diyelim!” şeklinde duygularını ifade ederler.

Halit emi, Van’ın tanınmış ayakkabı imalatçılarından biridir. El yapımı hakiki deri ve köseleden bu çocuğa çok güzel bir “yemeni” yapıp verir. Birkaç gün sonra kaybolan ayakkabıların bulunduğu haberi gelir! “İş işten geçmiştir artık” Derler ya; Aslında iş işten geçmemiştir.

Papuççu Halit emi insanlığını göstermiştir. Gerisi Yüce Mevla’mıza kalmıştır…

Harikulade bir sokaktı burası;

Toprak zeminli yolu, sağlı-sollu yemyeşil ağaçlar ve kuş sesleri ayrı bir cazibe veriyordu sokağımıza. Buradan daha iç açıcı sokak hayal edemezsiniz. Güneş ışıklarını yola vurmak için sık ağaçların arasından sızdırmaya çalışırdı. Fakat nafile, Söğütlü Çıkmaz Sokak yaz boyunca gölgeli ve serin olurdu! Bahçeler sulandığında sızıp gelen sularla sokağın kenarından bir derecik oluşurdu. Havayı; baharın kişmiri gül, leylak ve iğde çiçeği, yaz günlerinde elma ile diğer meyvelerin mis kokuları bürürdü. İkindi sonraları Güler abla, merhume hacı Muhsine ile Rahmetli menekşe gözlü Fatma teyzelerin yaktığı semaverlerin dumanının gökyüzüne yükselmesi ise cabası. 

Van’a yaz gelince yollara merhamet iner, ufukları hasret yüklü sevdalar bürür, meyve yüklü dallar yere eğilirdi. Kırlarda otlar biçilirken tayalar konik dikilir,  Çaldıran Ovası’nda rüzgârlarla yarışırdı atlar.

Gök kubbemizin altındaki yaz günlerinde, İskele yolu üzerindeki TRT Kampusu’nun arkasındaki göz alabildiğine uzanan çayırların üzerinde antrenman yapmak ve futbol maçları oynamak, unutulmazdı.

Ramazan ayının yaza denk geldiği zamanlarda Hacı Davut ve Hacı Hüsnü Camiinde teravih namazlarını huşuyla kılmak dünya ve içindekilerden daha kıymetliydi.

 Yaz gelince Van’’a; Şerefiye, Hafiziye ve Mercimek Mahallesinde hayat masal gibi olurdu. Rengârenk bağlar-bahçeler hayal gibiydi. Cevizin yeşili, ayvanın sarısı, elmanın al yanaklısı ve karpuzun çizgilisi vardı. 

Kanaldan akan kehris suları; akşamın huzuru, gecenin şırıltısı, sabahın ise nuruydu. Kavak ile söğüt dallarında kuşlar öterken, havaya yayılırdı tandırda pişen ekmeğin kokusu. Bir başka olurdu bizim illerde baharın, yazın tadı…

Gönlünüz dara düşmesin…                

 

Bakmadan Geçme