Doktor Civanım

Yönetmenliğini Kartal Tibet'in yaptığı ve usta oyuncu Kemal Sunal'ın oynadığı 'Doktor Civanım' filmini izleyenler bilirler Şehirde bir hastanede hademelik yapan Kemal, köyüne döndüğünde kendisini doktor olarak tanıtır ve hiçbir ücret almadan hasta bakmasıyla kısa zamanda köylünün gönlünde taht kurar. 1982 yapımı olan bu filmi izlerken, çocukluğumun geçtiği seksenli yılları düşünmeden edemedim. Şimdiki nesle garip gelebilir ama böyle doktorlara o günlerde hemen hemen her şehirde rastlamak mümkündü aslında.

Yönetmenliğini Kartal Tibet'in yaptığı ve usta oyuncu Kemal Sunal'ın oynadığı 'Doktor Civanım' filmini izleyenler bilirler; Şehirde bir hastanede hademelik yapan Kemal, köyüne döndüğünde kendisini doktor olarak tanıtır ve hiçbir ücret almadan hasta bakmasıyla kısa zamanda köylünün gönlünde taht kurar. 1982 yapımı olan bu filmi izlerken, çocukluğumun geçtiği seksenli yılları düşünmeden edemedim. Şimdiki nesle garip gelebilir ama böyle doktorlara o günlerde hemen hemen her şehirde rastlamak mümkündü aslında.

 

Elbette Türkiye, sağlık alanında çok değişti ve de gelişti. Her mahalleye sağlık ocakları kurulduğu gibi, artık doktorlar en ücra yerdeki vatandaşların ayağına kadar gidiyorlar. Kanaatimce seksenli yıllarda böyle bir şeyin hayali dahi kurulamazdı. Ancak bunca gelişmeye rağmen dikkatimi çeken bir hususu, nazarlarınıza arz etmek istiyorum sevgili okurlarım.

Uzunca bir süredir rast geldiğim birçok insanın ya ayağını ya da elini alçıda görünce, bu manzara bir parça merakımı mucip bir hal aldı. Acaba memleket sathında bir savaş sürüyor da ben mi habersizim diye düşünmekten de kendimi alamadım. Hemen bunu, birkaç alçızedeye sorunca neyse ki endişeye mahal bir durum olmadığını anlayıp derin bir nefes aldım. Meğerse kazara bir yerini inciterek hastaneye yolu düşen kardeşlerimizi, doktorlarımız hemen röntgene gönderiyor ve akabinde de hiç riske etmeyip alçıya alıyorlarmış. Elbette tabiplerimizin bir bildiği vardır ve ben buradan ahkâm kesmek suretiyle tababetin sınırlarını ihlal etmek istemem. Yalnız bir iki hususun altını çizmeme lütfen müsaade buyurun.

Yakınlarım bizatihi bilirler ki; ben ve emsalim birçok kişinin hayatı, okul bahçelerinde, sokak aralarında hatta statlarda futbol oynayarak geçmiştir. Sayısız kere sakatlanmış olsak bile yine de alçı denen nesne ile mesafeli bir ilişkimiz olmuş, en fazla bir bandaj ile vaziyeti kurtarmışızdır. Şimdiki nesille aramızda bedensel anlamda büyük bir değişim söz konusu olmadığına göre, bu işte sizce de bir gariplik yok mudur? İsterseniz; dikkatli nazarlarınızı bir parça bizim seksenlere çevirip bir neticeye hep beraber varalım.

Yamalı ve kısa don giyerek koşturduğumuz mahallemizde, sağlık ocağı olmadığı gibi şehir merkezinde de eli ayağı düzgün bir hastane yok gibiydi. Ancak bu durum sağlık hizmetlerinden yoksun olduğumuz anlamına gelmiyordu. Şükür ki; bu kurumları aratmayan 'Doktor Civanım' formatında aksakallı amcalarımız ve yine nur yüzlü teyzelerimiz vardı. Bunlardan aksakallı amcalar, ilkokulu bile bitirmemiş kişiler olmakla beraber, bir bakışta vücudumuzdaki tüm kemikleri, en gelişmiş röntgenlerden daha berrak görebilme ve anında teşhis koyabilme yetisine sahiptiler. Velev ki sakatlanıp böyle bir amcaya götürüldünüz. Artık bir meyyitin gassala teslim olması gibi kendinizi şifa saçan ellerine bırakacak ve kaderinize razı olacaktınız. Hele tedavi sonrası bir de duasını aldıysanız; beş yıllık sağlık sigortası yaptırmışçasına iç huzuru ile evinize dönebilirdiniz.

Nur yüzlü teyzeler de tabiplik noktasında, aksakallıları aratmazlardı. Yalnız onların ihtisas alanı bir parça farklıydı. Onlar daha çok bitkilerden şifa devşirirlerdi. Öyle ki; 'Seksenlerde alternatif tıp, altın çağını yaşıyordu.' dense katiyyen mübalağa edilmiş olmazdı. Bir keresinde şahit olmuştum; yürüyemeyecek durumda olan bir ablanın bacağına bir miktar keçiboynuzu ile birlikte bir kurbağa alelade bir çaput marifetiyle sıkıca bağlanmıştı. Tedavi sonrası kısa bir açıklama yapan Tabibe Teyzemize göre; ayağa sarılı kurbağa öldüğü gün, ablamız da şifayab olup ayağa kalkacaktı. Hele tedavide kullanılan kurbağa, bir yılanın karnından çıkarılmış olsa imiş, hasta bu eşsiz tedaviye, çok daha kısa bir sürede cevap verecekmiş. Teyzeyi dinlerken anlamıştım ki bu tanı ve dahi tedavi, tıbbın şahikasıydı ve şayet Lokman Hekim bu günleri görseydi eminim ki o meşhur kitabı, suya düşmemiş olsa bile ya bizzat kendisi suya atacak veyahut da kendini atacaktı.

Yeri gelmişken şu hatıramı da arz edeyim; Şehrimizde bir dişçi vardı ve o da tıpkı 'Doktor Civanım' filminde olduğu gibi şehrin birinin hastanesinde hademelik yapmış ve döndüğünde muayenehanesini açarak dişçilik yapmaya başlamıştı. Ancak dişçiliğin yanı sıra iğne vurmadan, doğuma; doğumdan baytarlığa kadar neredeyse her konuda ihtisas sahibi idi. Bizim dişçimizin 'Doktor Civan'dan tek farkı ise tedavi sonrası fahiş miktarda ücret alıyor olmasıydı. Her güzelin bir kusuru olduğu gibi onun kusuru da paraya olan düşkünlüğüydü. Bir keresinde, caddede yürürken beni kaptığı gibi zorla muayenehanesine götürmüş ve dişimi çekmeye kalkmıştı. Kendisine dişlerimden bir şikâyetim olmadığını söylediğimde ise babama borcu olduğunu ve bu şekilde ödeşmek istediğini söylemişti. 'Mehmet Abi; Cebini ferah tut! Aranızı ben bulurum!' diyerek zor kurtulmuştum elinden.

Seksenlerden laf açılmışken şunu da ilave etmek gerekir ki; ilkokul öğretmenlerimizin de hepsi birer 'Doktor Civan'dı evelallah. Onların da incinen veya kırılan kemikleri bir anda süzebilen dürbün misali gözleri vardı. Yalnız öğretmenlerimizin, hangi rahatsızlık olursa olsun önerdikleri tek bir tedavi yöntemi vardı; o da okulun çeşmesinden akan su ile el ve yüzün bir güzel yıkanması idi. Okulun musluklarından akan ve zannımca bugün dahi sırrı tam olarak çözülemeyen bu memba, denebilir ki; bir eşi daha olmayan muhteşem bir şifa kaynağıydı. Rahatsızlığı ne olursa olsun; 'Bir yüzünü yıkayıp gel!' diye gönderilen öğrenci, daha su yüzüne temas etmeden şifa bulur ve eskisinden daha sağlıklı bir şekilde sınıfına geri dönerdi. Aslında bu su, şehir şebekesine bağlıydı ve diğer sulardan bir farkı yoktu. Fakat tam okulun borularına girerken başkalaşıyor muydu yoksa bu şifa mevzuu öğretmenlerimize, İlahi Kudret(cc.) tarafından ihsan edilmiş bir keramet miydi, bu gün dahi anlayabilmiş değilim.

Şu ilave ile yazımıza nihayet verelim; Geçen Cuma günü emektar bastonuma dayanarak azan romatizmalarım için hastaneye gitmiştim ki; bir de ne göreyim; Mahallemizin marka okulu Tülin Manço'nun, daha yaşarken efsaneleşmiş hocası Murat Keleş, düşme sonucu kaşı açılan sevimli bir çocuğu almış, hastaneye getirmişti. Onları sıra beklerken görünce hayretler içinde kaldım. Acaba bir zamanların şifa kaynağı olan su tedavisi, okullarımızda unutulmuş muydu yoksa? Hemen sebebini sorduğumda neyse ki: "Üstadım; bugün sular kesikti." Diyerek yüreğime su serpti de rahatlayıverdim…

Bu haftalık da bu kadar aziz okuyucularım. Hepinize sağlık ve huzur dolu günler diliyorum. Esen kalın inşallah…

Bakmadan Geçme