Dostluk ve Vefakâr Olmak
Fatih Perihan'dan Kıssadan Hisseler...
Rivayet edildiği üzere birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- hastalanmıştı. Bunu duyan peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhü anh-, derhâl mübârek hâl ve hatırlarını sormak için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in ziyâretine koştu. Ancak o Âlemler Efendisi'ni rahatsız bir hâlde görünce dayanamadı ve eve döndüğünde teessüründen yatağa düştü.
Birkaç gün sonra sıhhate kavuşan Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhü anh-'ın da hastalandığını işitti ve ziyâretine gitti. Hazret-i Ebû Bekir'e: "-Rasûlullâh seni ziyârete geliyor!" dediler. O peygamber âşığı hemen yatağından fırladı; büyük bir canlılık ve tarifsiz bir sürûr içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuştu. Âlemlerin Efendisi'ni kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti. Onu böylesine sıhhat ve âfiyet içerisinde mesrûr olarak gören Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- hayretle: "-Yâ Ebâ Bekr! Senin hasta olduğunu söylemişlerdi." dedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e aşk ve muhabbette herkesten daha ziyâde nasibdâr olan Ebû Bekir -radıyallâhü anh-, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in ziyâretinden mest bir hâlde şu mukâbelede bulundu:
"-Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!.."
Ebû Bekir -radıyallâhü anh-'ın bu ve benzeri dostluk ve muhabbet tezâhürleridir ki, onu, Kur'ân-ı Kerîm'de buyurulan "ikinin ikincisi" olma şerefine nâil eylemiştir. Onun için bütün mes'ele, Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu ve bizleri istikâmetlendirdiği gönül alâkalarını en samîmî dostluk bağlarıyla kuvvetlendirmek ve böylece ilâhî aşkın neşvesinden nasib alabilmekdir. Zîrâ ancak böyle dostluklar, hakîkî mânâda muhabbet ve aşktan hisse alabilirler.
İmam Aliyyü'r-Rızâ ne güzel buyurur:
"Cenâb-ı Hakk'ın dostlarına sunduğu bir mânevî şerbet vardır ki, onlar bu şerbeti içince kendilerinden geçerler, kendilerinden geçince coşarlar, coşunca tertemiz olurlar, tertemiz olunca erir giderler, eridiler mi ihlasa ererler, ihlasa erince ulaşırlar, ulaşınca dostlarına kavuşurlar, kavuşunca da sevgilileri ile aralarında ayrılık kalmaz." Bu hâl, dostluktaki fenâ hâlidir. İşte bu hâli yaşayan Hazret-i Ebû Bekir'e hastalığı, dostunun hâlini paylaşacağı için sıhhatten daha ziyâde hoşnutluk vermişti. Çünkü dostlarla aynîlikte, en acı yemişler bile tatlılaşır. Hazret-i Mevlânâ'nın ifâdesiyle: "Dostlarla oturan kişi, külhanda alevler içinde bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır." "Dolayısıyla ey dostlar, şekilden, sûretten geçer, mânâ âlemine girerseniz, orasının cennet ve gül bahçesinin içinde daha müzeyyen bir gül bahçesi olduğunu görürsünüz."
dostluk, müsbet veya menfî vasıflardaki müştereklikten kaynaklanır. Gerçek dostluk ise yalnız samimî rûhlarda barınır. Bu vasfa, insan şahsiyetinin en yüksek kademelerinde rastlanır. Her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile dostluk yaşatılır. Gerçek dostluk iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryâları coşmaya ve sevdâ güneşleri tutuşmaya başlar.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- Selçuklu medresesinde baş müderris iken gönlü aşk dolu Şems adlı meczûb bir dervişin nazarıyla kıvılcım alıp yanması neticesinde zahirî kitaplar kendisinde ömrünü tüketmiş, kâinat bir kitap hâline gelmiştir. Ardından insan, kâinat ve Kur'ân'daki esrarı açıklayıcı bir feryâtnâme olan Mesnevî meydana gelmiştir. İşte bu hâl ile hâllenerek bir Hakk dostu olabilmek, ancak mü'minin kendisindeki aşk, istidat ve iktidarı ilâhî yöne istikametlendirebildiği nisbettedir.
Aksi hâlde kul, zâhiren güllük gülistanlık içinde de olsa, dosttan uzaklığı sebebiyle bâtınen alevler içinde demektir. Bu itibarla müşterek duygulara sahip olmayanların, akrabalık ve kardeşlik gibi uzvî ve tesadüfî yakınlıklarının dostlukla alâkası yoktur. Zira Ebû Leheb, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in amcası olduğu hâlde ondan en uzak kimselerden idi.
Ruh dünyasının sonsuz sır ve muammâları vardır. Bunlar bedenin ve toplumun kalıplarına girmezler. dostluk rûhun derinliklerinden gelen bir müjde, bir ilham sanki bir bahşiş gibidir. Hıra mağarasında ilk vahyi karşılayan Hazret-i Peygamber'deki ilâhi aşk ve dostluk, daha sonra onu mahbûbunun mîracında yüce huzura çıkarmıştır. İnsanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dostluk, ilâhî bir lütuftur. Âdem -aleyhisselâm- ile Havva validemize, dünyaya indirildikten sonra kırk yıl ayrı bölgelerde yaşatılarak bir dostluk hasreti tattırılmıştır. Sanki dostluk, bir ruhu ikiye yarıp kendi yarımını karşıda bulma hâlidir. Hadîs-i şerîfte: "Kişi, dostlarının dinindedir." buyurulmasının yanısıra: "Kişi sevdiği ile beraberdir." beyânı, dostluklarda damarlara kadar işleyen te'sîr ve müessiriyeti ifâdeye kâfîdir.
Diğer taraftan bu hadîs-i şerîfler, şu husûsu da beyân etmektedir:
Bir kimsenin sevdiğiyle beraber olması demek; onunla sözde, özde ve davranışta aynı duyuş, düşünüş, hissediş ve yaşayış hâlinde olması, yâni "sevdiğini" gösterecek aynîlikler ve beraberliklerin mevcûd bulunması demektir. Yoksa özü, sözü, davranış ve hissiyâtı dâimâ dikenlerle beraber olan bir kimsenin gülü sevdiğini iddia etmesi, ne kadar doğru olur. Bunun gibi, duygularıyla, düşünceleriyle ve yaptıklarıyla Allâh -celle celâlühû- ve onun yüce Rasûlü ile beraber olamayanlar, gerçek muhabbet ehlinden sayılmazlar.
İşte sevdiğiyle beraber olmayı bir de bu yönüyle değerlendirmeli ve gâfil bir hayat sürüp de kuru kuruya "Ben Allâh ve Rasûlü'nü seviyorum." diyerek hadîs-i şerîfteki müjdeye nâil olunacağını zannetmemelidir. Bilmelidir ki, ancak hâl beraberliği gerçekleştiğinde sevgi beraberliği gerçekleşir. Cenâb-ı Hak, böyle dostların gönüllerinde mânevî bağlar ve bahçeler yeşertir. Bu lutfa nâil olanların başında gelen Ebû Bekir -radıyallâhü anh-'ın hâli nice hikmetlerle doludur:
O, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in dostluğunda ve sohbetinde öyle bir vecd hâli yaşardı ki, muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Allâh yolunda bütün servetini getiren Ebû Bekir -radıyallâhü anh-'a iltifât dolu sözler söylemişti. Ancak Ebû Bekir -radıyallâhü anh-, o derecede benlikten geçmiş ve Rasûlullâh'ta fânî olmuştu ki, iltifât şeklinde de olsa hitap edişin zımnında muhâtab kabul edilme durumu ve muhâtab olarak kabul edilmenin zımnında da ayrı görülme hissine kapıldı. Bu his ile de rûhunun derinliklerinde firkat ateşlerine benzeyen yakıcı bir ızdırap duydu. Gayr'den telâkkî edilme endişesi içerisinde:
"-Yâ Rasûlallâh! Malım, canım ve her şeyim "siz"den ayrı bir şey midir ki?!." dedi.
Böyle yüksek rûhların hakîkatini idrâk için Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
"Allâh ile bulunmak, Allâh ile beraber olmak isteyen kişi, Allâh'ın dostları olan velîlerin huzurunda otursun."
"Çünkü dost, dostla beraber oturunca, yüz binlerce sır levhası açılır ve okunur!"
Bir şâir de şöyle der: "Birkaç kişi çok az zaman için bile olsa, bir araya gelip, Hakk'tan, hakîkatten bahsederlerse, bulundukları yere gökler secde eyler!.." Şeyh Sâdî de, ilâhî tecellîye mazhar olmuş, kendini tam mânâsıyla dünyevî isteklerinden arındırmış dost için şunları yazmıştır:
"Dostların yüzünü görmek, yarasından taze kan sızan gönül ehline merhem gibidir." Cenâb-ı Hak bu kategoriye giren dostları şöyle bildirir: "Sizin dostunuz ancak Allâh, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren ve rükû eden müminlerdir." (el-Mâide, 55)
Ne mutludur, o kimseye ki, fâni dostların, sevgililerin tuzağından kendini kurtarır da, daha bu dünyada iken, ebedî dost ve gerçek sevgili olan Allâh'ı bulur, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e cân ü gönülden bağlanır ve ehl-i îmân ile muammer olur. dostluklardaki bu sırdan mahrûm gönüllere Hazret-i Mevlânâ şöyle seslenir: "Şunu iyi bil ki, bu dünyadaki fanî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer, sonunda hepsi de sana düşman olacaktır. Başkesen düşman kesilecektir."
"Halbuki sen, feryatlar içinde mezarda: "Ya Rabbi, beni yalnız bırakma!" diye Allâh'a yalvaracaksın."
Bakış ve görüşlerin seviye kazanması, kâinat sayfalarındaki esrar ve hikmeti gerçek anlamıyla telâkkî edebilmek ancak gönül âleminde derinleşerek gerçek dostluğu yaşayabilmeye muvaffak olabilen ilâhî aşk ve vecd kahramanlarının işidir.
İbrahim -aleyhisselâm- "halîl" yâni dost olduğu için çok zor durumda olmasına rağmen dostluğun şartı olarak büyük bir teslimiyet ve tevekkül içindeydi; gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu. Ateşe atılacağı zaman kendisine yardım teklifinde bulunan meleklere: "-Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona razıyım; kurtarır ise lutfundan, yakarsa kusûrumdandır. Sabredici olurum inşâallâh..." diye mukabelede bulunduktan sonra devamla: "-O, hâlimi biliyor! Hem söyleyin; ateş kimin emri ile yanıyor, yakmak kimin işidir?" diye sordu. Nihâyet o büyük dosttan, yâni Allâh'tan gelen emir ile ateş İbrahim -aleyhisselâm-'a serin ve selâmet oldu. Bu şekilde ilahî dostluğun ihtişamı sergilendi. Cenab-ı Hakk, İbrahim -aleyhisselâm-'ı işte bu sadâkati sebebiyle âyet-i kerimede şöyle tekrim eder: "Sözünün eri olan (ahdine vefâ gösteren) İbrahim..." (en-Necm 37)
İşte bu vefâ ve sadâkat ki, herkese ve herşeye akseder. İnsanların birbirlerine karşı dostluk ölçülerine riâyetleri de bu hâle bağlıdır. Kalben dostluk sıfatlarına nâil şahsiyetler, hem dînî hem de tarihî bakımdan insanlığın mümtaz sîmâları olmuşlardır. Tarih kitaplarında anlatıldığı üzere isyanı sebebiyle öldürülen Şehzâde Korkut'un Piyâle adında son derece sâdık bir adamı vardı. Yavuz Sultân Selîm Han, onun bu hususiyetinden haberdar olup kendisini çağırdı ve: "-Sadâkatinin mükâfâtı olarak seni istediğin makâma tâyin edeyim. İstersen vezirim ol!" teklifinde bulundu.
O da teşekkür etti ve sadâkatini katmerleyerek: "-Sultanım, bundan sonra benim vazîfem Şehzâde Korkut'un türbedârı olmaktır!.." dedi.
Piyâle Bey'in şu hâli, dostluk anlayışının zirvesini teşkil eder! dostluk âdâbının müşahhas bir tâlimidir. Âdetâ hikmet bakımından bütün dostlara ve dostluklara bir ibret nişânesidir.