Anneler günün ardından babalar günü… Çoğumuz tek bir
günün anneler günü veya babalar günü olmasını yadırgarız… Bu günlerin tüketimi
kamçılayan, ticaret erbabına getirim için organize edildiğini düşünürüz. Bunlar
da doğrudur… Ben babamı anlatmak isterim Babalar Gününde. İşçi, emekçi babamı... Yedi evladından üçünün kız olduğu ve hiç birini
birbirinden ayırmayan babam sayesinde okumayı sevdim. Çok kavgalarım oldu
babamla. Düşünce çatışmalarımız gün geldi karşı karşıya getirdi bizi. Ama O’nun
sayesinde her gün evimize dar bütçesine rağmen getirdiği gazete ve dergiler,
toprak damlı iki göz evimizin duvar içine gömmeli öykü kitaplarından,
romanlardan okuyarak ders kitapları dışında da insanı eğitecek, yürüyeceği
hayat yolunda yön verecek kitaplar olduğunu fark ettim. Bize kazandırdığı okuma
sevgisi müthişti. Akşamlar babalarının eve dönüşünde elinde getirdiği şekere
bakan çocuklardan farklı çocukluk yaşattı biz yedi evladına. O geldiğinde elinde
veya cebinde gazete var mı diye bakan çocukları olduk. Tercüman Gazetesiyle büyüdük biz. Gün gelip de o
gazeteden; Cumhuriyet, Vatan, Demokrat gibi dünya görüşü farklı gazetelere
yöneldiğimi görünce şaşırdı, sonra da korktu. Her hafta Çarşamba günü aldığım
Gırgır Dergisini incelediğinde: “Hep muhalefet yayınlar okuyorsun.”Diye eleştirdi.
Ancak yolumu kesmedi. Sol düşünce içinde yer aldığım gün kaygıları arttı: “Sakın seni kullanmalarına izin verme.” Nasihatinde
bulundu. Kitaplıktaki Hazreti Ali Cenklerinin serisinin yanında
artık Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Erdal Öz, Bekir Yıldız, Can Yücel, Tolsoy,
Stenberg, Jack Landon gibi değerlerin yer aldığını fark etti. O bir Menderes
tutkulusuydu. Ve Amerika ona göre bu dünyada Türkiye’nin tek dostuydu. Bülent Ecevit rüzgârı estiğinde ve Karaoğlan Ecevit
destanıyla buluştuğunda halkımız, babam ve kendi gibi düşünenler çok şaşkındı. Kıbrıs
Çıkarması, Amerika’ya haşhaş politikamız için Ecevit’in rest çekmesi onu daha
çok düşündürdü. Eve getirdiğim yayınları biz uyuduğumuzda okurken gördüğümde bu
kez şaşkınlık bana geçti. Babam da değişim başlamış diye için için sevindim. Tercüman Gazetesinin yayınladığı apartman dairesi kuponlarını
gün gün kesip biriktirdi: “Onlar egemen sınıfın boş umut ve uyutma araçları.
Sana, bana daire çıkmaz baba!”Dediğimde öfkelenmişti: “O gazetenin baskı sayısı ne biliyor musun? Senin
okuduğun gazete gibi üç beş kişi okumuyor o gazeteyi.” Demişti. Babama o gazeteden hiçbir armağan çıkmadı. Benim
eleştirilerim de etkili olmuş olacak ki bir gün oturup gazetenin yayın müdürüne
sitem dolu bir eleştiri mektubu yazıp gönderdi. Mektubundan haftalar sonra
babama bir koli içinde yine o gazetenin kuponla verdiği kitaplar geldi. Öfkesi
biraz geçmiş olsa da gönderilenin sus payı olduğunu geçte olsa anlamıştı. O yıllar devrimci ve ülkücüler arasında grup
çatışmaları olurdu. Mahallemizden, hem de yakın komşumuz olan bir gencin
dövülmesinin şüpheleri benim üzerime çekildi. Oysa hayatımda hiçbir düşünce
sahibine ne küfretmiş, ne de şiddet uygulamış veya şiddet uygulamasını
desteklemiştim. Hayat felsefemde “zorla” sözcüğü yoktu! Bir öğleden sonra, o genç, sürekli kardeşlerimi tehdit
ettikten sonra kapımıza dayanıp meydan okuyarak dışarı çağırmıştı. Sokaktaydık ve benim kendisine karşı hiçbir eylemde
bulunmadığımı söylememe rağmen elindeki bıçakla saldırıya geçmişti. İşte tam o
sırada aramıza koşup gelen yaşlı babam kendisini bıçağın önüne atmış: “Her kes yapabilir ama benim oğlum fikirleri için
kimseye zorbalık yapmaz, zarar vermez!”Diye haykırmıştı. Olayı komşular sayesinde kazasız belasız atlatmıştık ama
babam o yılsonundaki büyük seçimde ilk kez Sosyal Demokrat bir partiye Bülent
Ecevit’e oyunu vermişti. Bu hayatımda babamla aramızda yaşadığımız savaşın ilk
zaferi olmuştu. Ne var ki geçen zaman içinde benim görevlerim, yuva kurup yeni
bir aile ocağı kurmam, ardından babamın emekli olması, devam ettiği mahalle
camisinde cemaatçi yurttaşların kafa koluna gelmesi, cami yaptırma
faaliyetlerine katılması babamda hiç beklenmedik bir değişime neden olmuş ve
bir gün: “Sen hala Atatürk’e saygı duyuyor musun?” Sorusunu
sorarak umutlarımı yıkmıştı: “Atatürk dün, bugün ve yarın değil ki… Atatürk daima!”Yanıtını
vermiş, sonradan metalden yaptırdığım kitaplıktaki Nutuk’u okumasını rica
ederek kendisine sunmuştum. O günden sonra anlamıştım ki babamla düşünce
boyutunda kavgamız hep sürüp gidecekti. Babamla okumak, yazmak dışında sinema anılarımız da
vardır. En sevdiği iki şeydi kitaplar, gazeteler, mecmualar ve sinema. Yaz geceleri baba- oğul yazlık sinemalara gittiğim her
günü hatırlarım. Sünnet olduğumuz günün daha üçüncü, dördüncü günü Şehir
Sinemasında gösterime giren Suat Yalaz’ın eseri Altaylarda gelen yiğit
Karaoğlan filmini daha sonraları psikolojik mesajları çok olan Mahşerin Dört
Atlısını birlikte izlemiştik. Emekliliğinin son günlerinde emekli ikramiyesiyle ve
kartpostal satışından biriktirdikleri ile yaptırmayı başardığı, üstü sacdan yapılan, anacığımın da “aynalı ev”
adını koyduğu evimizin küçük bahçesinde yağ tenekelerinin içine toprak ve gübre
koyarak marul, maydanoz, nane, soğan yetiştirmeye başlamış sonra da bir gelip
hiç gitmeyen hastalığına yenik düşmüştü. Bugün onunla ilgili tek üzüntüm Antalya’da Cuma namazı
için Muratpaşa Camiine kendisini götürme isteğiydi. Cami şadırvanında abdestini
alırken gözleri üzerimdeydi. Fısıltılı bir sesle: “Sende abdestin alsan, yan yana, baba-oğul kılsak
namazı.”Demişti. Duymazdan gelmiştim onu. Hayatımda babamla aramızdaki en acı dolu anım budur. Bir ömür veren adama böylesine kayıtsız kalmamın tek
nedeni ise yaşadığım sürece asla affetmeyeceğim din bezirgânlarıydı. Onların
çirkin inanç sömürüsü yüzünden babamla aramızda gizli ve uzlaşılması zor bir
savaş başlamıştı. Onun içindir ki dini vicdani değerler dışında kullananlardan
tiksiniyor ve nefret ediyorum. Bence onlar dört kutsal kitaba ve peygamberlere
ve de tümünü gönderenlerin düşmanıdır. Yani inançların en büyük düşmanlarıdır!
Bazen hayatın dizginini ele geçirdiklerini sansalar da bir gün yenilmeye
mutlaka yenilmeye mahkûmdurlar. Geçtiğimiz gün okulumuzun Türkçe Öğretmeni Esra
Küçükbozbey Değerler Eğitimi’nin öğretmen arkadaşlarımıza kavratılması
düşüncesiyle mükemmel bir sunum gerçekleştirdiğinde de babamı anımsadım. Sunumu arasında gösterdiği “Bu ne?” adlı slâytta yaşlı
bir baba ve yetişkin genç oğlu bir bahçede kanepe üzerinde oturmaktadırlar.
Baba etrafını gözlemekte, oğul da sıkıntılı ve gergin bir yüzle gazetesini
okumaktadır. O sırada yeşillikler arasına dalan serçe babanın dikkatini çeker. Sorar
baba: “Bu ne?” Oğul etrafına bakar, küçük serçeyi fark eder
ve umursamaz bir tavırla: “ Serçe!”Yanıtını verir. Yaramaz serçe bir sağa bir sola kant çırparken baba
yine sorar. “Bu ne?” Oğul okuduğu gazeteden başını kaldırmadan: “Serçe dedim ya baba!” Der. Serçe, sanki baba ve oğul arasında hiç bitmeyecek bir polemik
yaratmak istercesine sağa sola uçuşur ve baba birkaç kez daha sorar. Ve her
soruşunda oğul umursamazdır, yanıtı da: “Serçe dedim duymadın mı baba!” olur. Ve Serçe adını da bu kez harfleri
vurgulayarak, “ s-e-r-ç-e!” diyerek seslendirir. Baba son kez sorduğunda ise oğul öfkeyle ayağa kalkar
ve elindeki gazeteyi savurup atar: “Baba senin amacın ne? Neden ısrarla bildiğin bir şeyi
soruyorsun? Beni çıldırtmak mı istiyorsun?” Diye bağırmaya başlar. Yaşlı adam şaşırır. Kalkar, oğlunun yanından uzaklaşıp
arka taraftaki binadan içeri girer ve çok geçmeden elinde özenle kaplı bir
hatıra defteriyle döner ve kanepede oturan oğluna uzatır: “Oku!”Der. Genç oğul şaşkındır, gözlerini hatıra defterinden
ayıramamaktadır. Baba isteğini yineler: “Sesli oku!” Okumaya başladı oğul: “Bundan yıllar önceydi. Küçük oğlum henüz üç
yaşındaydı. Dala konmuş küçük bir serçenin adını bana tam 21 defa sordu. Ve ben
serçenin adını her defa oğluma sarılarak söyledim. Tam 21 defa!” Babasının oku dediği sayfayı okuyan oğul şaşkındı. Ve
birden babasına kaba davranışını anlamış, üzülmüştü. Hemen babasına sarıldı.
Hem de sıkı sıkı. Slâyt gösterisinin son karesinde şu tümceler
yazılıydı. “Yaşlılara iyi davranın... Unutmayın ki bir gün sizde
yaşlanacaksınız.” *
Geçtiğimiz haftalardan biri Regaip Kandiliydi… Din
Dersi öğretmenimiz Hüseyin İnat’a, genç öğretmenlerimizden biri kandillerle
ilgili bir soru yöneltmiş, bunun insanlara sosyal hayattaki kazanımını
sormuşlardı. Emekli olduktan sonra bir köşeye çekilmeyi yeğlemeyen
ve Milli Eğitimin Din Dersi öğretmeni gereksinimi olduğunda göreve talip
olduğunu bildirerek okulumuzda derslere girmeye başlayan Hüseyin ağabeyin
yanıtını siz okurlarımla paylaşmak istiyorum. Şöyle anlatmıştı: “Düşünün otomobilinizdesiniz. Küçük bir yolculuk
yapıyorsunuz. Geçtiğiniz tüm yollar düz değil. Kavisler, kasisler, dönemeçler
vardır. Her kasis, her dönemeç aracınızı yavaşlatmanıza ve yavaşlatırken
sağınızı solunuzu kontrol etmenize neden olur. Kandiller de öyle. Kasisler,
dönemeçler gibi arada bir yavaşlamanıza, durmanıza neden olur. Ve siz o süre
içinde hayatınıza bakmak gereği duyarsınız.” Hüseyin İnat öğretmenimizin bu güzel açıklamasından
etkilenmedim dersem yanıt olur. Tıpkı kandiller gibi, dini bayramları, milli
bayramları da bu güzel örnek içinde değerlendirebiliriz. Ve hatta bu sosyal
günler içinde; Anneler Günü, Babalar Günü, Çevre Günü de olağanüstü değerdedir. Bakınız Babalar Günü için yazı konusu düşünürken
babamı anımsadım. Hayatla ilgili öngörülerinde hiç yanılmadığını şimdi çok daha
iyi fark ettiğim, Muratpaşa Caminin ne
zaman yanından geçsem elimi tuttuğunu hissettiğim rahmetli babamı... Siz siz olun babanızı kırmayın ve onların en hafif
bile bulduğunuz düşüncelerinin günü geldiğine hayat manifestonuz olacağını
sakın unutmayın. Tüm babaların bu çok anlamlı gününü içtenlikle
kutluyor, sanki babamın elleriymiş gibi ellerinden öpüyorum.
Yorumlar 2