(Dr.Ömer Çakmakçı ağabeye ithaf ediyorum)
Bir tarafımızda Erek Dağı, bir tarafımızda Vangölü’nün olduğu eşsiz bir coğrafyada dünyaya gelmişiz. Çocukluk yıllarımız hep bu ikisiyle dolmuştur. Sabah Erek Dağı ile uyanır gün boyu onunla olur, akşam yine onunla uyurduk. Bizler on yaşında o ise belki de on milyon yaşında ve bizimle arkadaş. Onunla biri birinden hiç ayrılmayan iki dost gibiydik hepmiz …
Ey Erek Dağı!
Sen bizim; ilk tanıdığımız dağ, ilk dostumuz, ilk keven çiçeği kokladığımız, yamacında yürüdüğümüz, zirvesinde soluklandığımız, ilk dağ havasını teneffüs ettiğimiz ve eteklerinden akıttığın bereketli kehriz ve zernebat suyunu kana kana içtiğimiz dağımızsın.
Çocukluk günlerimizde mahallede futbol, voleybol, birdirbir, melikan, güvercin taklası, uzuneşek gibi oyunları oynardık. Ara verince hemen yanı başımızdaki Nesibe Eze'nin bahçesindeki çeşmeden zernebat suyu içip tekrardan oyuna geri dönerdik. Dönmeden önce; kenarda terli olsam, yorgun olsam, aklım oyunda olsa da, bütün haşmetiyle-heybetiyle, asaletiyle karşımda duran Erek Dağı'nı seyretmeden, onunla göz göze gelmeden, onun tebessümünü hissetmeden oyuna başlamazdım.
Kışın, karlı-buzlu yolda yürürken veya kayarken arada başımı kaldırır Erek Dağı'na bakar öyle devam ederdim.
Yazın Fidanlıkta, İskele’de suya atlar epeyce bir sahilden açılır, dönüşte hem kulaç atar hem de Erek Dağı'nı seyrederek karaya çıkardım.
Sisli-puslu ve karlı havalarda bir iki gün onu göremezsek özlerdik ve gözümüz-gönlümüz onu arardı.
Yaz günlerinde akşama yakın güneş gri gölgesini toprak damların üzerin bırakıp da şualarını Erek Dağı'nın sinesine çevirince; bazen altın sarısı, bazen koyu pembe, bazen erguvan, bazen kızıl, bazen okyanus mavisi bazen de mor renklere bürünür, seyredenleri bir anda türlü sevdalara salardı. Gün bitip hava kararınca usulca gözden kaybolurdu. Yamaçta sadece Şüşanıs Köyü'nün ışıkları yanar sönerdi...
1974 yılındayız, Kazım Karabekir Ortaokulu ikinci sınıf öğrencisiyiz. Engin, Âdem, Fuat, Çetin, Kenan ve Faruk ile birlikte bir müfreze kurduk. Plan projemizi yaptıktan sonra hazırlıklara başladık. Allah nasip ederse cumartesi günü Erek Dağı'na uşkun toplamaya gidiyoruz…
Cumartesi sabahı kahvaltımızı yaptıktan sonra, çocukluk günlerimizin büyük bir bölümünün geçtiği, çoğu zaman biri birimizden ayrılırken buluşuruz dediğimiz zaman hiçbir koordinat vermeden buluştuğumuz mekân olan rahmetli İdris Duman'ın bakkal dükkânının önünde toplandık. Sırt çantalarımızda su ve yiyecekler var. Elimizde uşkunları kesmek için birer çakı, asa gibi kullanacağımız, ayrıca ayo filan çıkabilir karşımıza diyerek birer değnek ve uşkunları doldurmak için birer bez torba var.
Mercimek Mahallesi’nden Erek Dağı’na doğru yürümeye başladık. Kışla Caddesi'ni geçtik, Hacı Mazhar Başak'ların ev sağımızda kaldı, solda Belediye Çavuşu Hamdi Özeler'in evi var. Yavaş yavaş Haçort Düzü’ne çıkıyoruz. Sol tarafımızda Garipler Mezarlığı duruyor. Birer Fatiha okuyup geçiyoruz. Su kanalını geçtikten sonra hafifçe meyil başlıyor. Dört bir tarafımız göz alabildiğine yeşil ve rengârenk çiçeklerle dolu. Sürüler ovaya yayılmış, birkaç nahırcıya selam verip geçiyoruz.
Sağ tarafımızdaki yamaçta meyve ve kavak ağaçlarıyla kaplı yeşil bir alan var. Hatırlayanlar mutlaka olacaktır. Buraya “Bahattin’in bağı” derlerdi. Mahallenin bayanları toplanır buraya piknik yapmaya giderlerdi. Haklı olarak şu soruyu sorabilirsiniz! “O yıllarda zaten her yer bağ ve bahçe değil miydi?” Evet, öyleydi velâkin bu bahçeye çıkınca Van ve Vangölü’nü yamaçtan seyretmek ömre bedeldi! Eli öpülesi annelerimiz daha çok bu manzara için yamaca tırmanırlardı.
Erek Dağı’na doğru yürüyoruz. Yaklaştıkça daha da heybetli olduğunu müşahede ediyoruz. Yakın gibi gözükse de gittikçe sanki bizden uzaklaşıyor. Tırmandıkça dağ havasını almaya başlıyoruz ve güzellikler başlıyor. Arada bir dönüp manzarayı seyrediyorum. “Aman Allah'ım böyle bir güzellik olamaz! “ Hayran oluyorum. Bir an önce zirveye çıkıp etrafı seyretme düşüncesi bile beni heyecanlandırmaya yetiyor…
Toprak zemin bitti. Erek Dağı'nın kayalıklarının üzerinde yürümeye başladık. Kısa bir dinlenme ve su molası veriyoruz. Zirveye yakınız oldukça sarp kayalar var ve dikey tırmanamıyoruz. Sağa-sola doğru yatay olarak ilerleyerek yavaş yavaş zirveye çıkıyoruz. Zirvedeki iki kayalıktan yüksek olanın üstünde oturduk ve ayaklarımızı aşağıya salıp başladık etrafı seyretmeye.
Dağın yamaçlarından denizin kıyısına kadar yeşillere bürünmüş eşsiz bir manzara var. Kavak, söğüt, dişbudak, karaağaç ve diğer meyve ağaçları arasında görülen kerpiç evler yeşille uyum içinde… Göz alabildiğine uzanan Vangölü’nün mavi suları gözlerimizi kamaştırdı. Karşımızda Süphan Dağı, solumuzda Artos Dağları, sağ tarafta Toprak ve Van Kalesi muhteşem görünüyorlar. Edremit yeşiller içinde… İnşaatı devam eden şehir stadı, İskele Caddesi’nin kavakları, yapılmakta olan Hazreti Ömer Camii minareleri, Haraba Mahalle, Şamranaltı vs. Her şey muazzam…
Arkadaşlardan biri seslendi;”- Hadi uşkun toplayalım!” Sahi biz uşkuna gelmiştik! Bu güzellikler her şeyi unutturdu. Mevsiminde olmadığımız için çok fazla uşkun yoktu. Yinede eli boş dönmemiştik. Torbalarımız dolu olmasa da mutluyduk. Bu doyumsuz güzellikleri seyrederek aşağıya doğru kendimizi bıraktık…
Selametle kalınız...