Ramazanı ve orucu bilen, duyan ve kendini her yıl ramazanın yaşandığı bir atmosfer içinde bulan hemen herkesin kendince ramazan ve oruca dair unutamadığı adeta hayatına damga vuran tatlı hatıraları anıları vardır. Bu hatıra ve anıların en güzeli ve hiç unutulmayanları kesinlikle çocukluk yılları ramazanlarına ait olanlarıdır diyebiliriz. Ramazanı bilen duyanlar olarak şöyle bir zihnimizi yokladığımızda çocukluğumuzun ramazanlarına ait o tatlı anıların zihnimizde canlandığını görürüz. İşte bu ramazanın yaşanmışlığının belleklerimize adeta kazıdığı şey o tatlı anılardır ki hepimizi o eski ramazanlara bir özlem bir hasret duygusuna kaptırıveriyor.
Ben burada sizleri otuz yıl öncesinin ramazanlarına bir yolculuğa çıkarmaya çalışmaya çalışacam. On altı yaşına kadar çocukluğumun geçtiği küçük bir köyde çocukluğumun ramazanlarına dair zihni bir arkeoloji kazı yapmayı denemeye çalışacam. Bakalım neler çıkacak karşımıza nasıl bir ramazan vardı orada o dönemde.
Bundan otuz yıl öncesinin yani çocukluğumun ramazanları bahar ve yaz günlerine denk gelmişti. Ramazanın gelişi birkaç gün öncesinden belli oluyordu zira herkes kendince ramazana bir hazırlık yapmaya çalışırdı, bu günlerde köyden uzak olan ilçeye gidenler akşam ellerinde ramazan için aldıkları helva tahin reçel ve benzeri yiyeceklerle köye dönerlerdi, bu tür gıdaları sadece ramazandan ramazana görebiliyorduk. Hesap takvim bilmeden, tek bunları gördüğümüzde ramazanın geldiğini anlayabiliyorduk. Yani ramazanın gelişi eve gelen tahin reçel ve helvadan belli oluyordu…
Köye daha suyun ve elektriğin gelmediği bir dönemdi o dönem. Tüplü ocakmı? Oda neydi! Su ihtiyacı köyün ilerisinde bulunan çeşmeden [kahni ya mıli] karşılanırdı, akşama yakın ellerinde su kovalarıyla kadınlar su kuyruğunda sıraya girerlerdi. Suyu çok soğuk olduğu için Özellikle ramazanlarda köyden biraz daha uzak olduğu halde [kahni ya çırtki nin ]suyu tercih edilirdi.
O kavurucu yaz günlerinde en önemli şey soğuk bir suydu. Bunun için köyün beş altı kilometre kuzey tarafında bulunan ve büyükçe bir dağ olan kilise dağından sırt çantalarıyla kaç defa kar getirdiğimi dün gibi hatırlıyorum. Yüksek olan kilise dağının yamacında bulunan derin bir vadide kışın düşen çığlar dolayısıyla biriken karlar yaz sonlarına kadar kalırdı. İftara dört beş saat kala arkadaşlarla bu vadiye gider çantalarımızı karla doldurur sevinçle köyün yolunu tutardık. Yazın kavurucu sıcaklarında oruç tutanlar getirdiğimiz karlar sayesinde buz gibi sulardan ayranlardan içerdi.
İftara yakın saatlerde herkesi bir hazırlık telaşı sarardı, yemekleri pişirmek için evlerin önünde yakılan taş ocaklar sayesinde köyün üstünü bir duman ve güzel yemek kokuları sarardı.
Kadınlar iftar hazırlıklarını yaparken, köyün erkekleri ve biz çocuklar akşam namazı için caminin yolunu tutardık. Özellikle yaşlı amcalar tütünden sigaralarını sarmış sabırsızlıkla caminin önünde imamın biran evvel ezanı okumasını beklerlerdi. Genellikle sigara tiryakisi amcalarda bu demlerde sabırsızlık tavan yapardı. Kaç defa şahit olmuşum, yaşlı amcaların ikide bir yelek ceplerinden çıkardıkları alaturka cep saatlerine bakarak vaktin dolduğu konusunda köy imamıyla tartışmalarına. Hatta bir defasında babamın rahmetli amcası “imam efendi benim saatime göre vakit tamamdır, ister ezanı oku ister okuma ben sigaramı yakıyorum” diyerek imama karşı tepkisini ortaya koymuştu. Tabi imam efendi de kendi bildiğini okur ezanı takvimdeki saate göre okurdu, iftar öncesi bu tatlı tartışmalar ramazan boyunca her akşam devam eder giderdi.
Güzel bir uygulama vardı herkes orucunu su, hurma, incir vb şeylerle açar (kimisi de sigara ile açardı) cemaatle akşam namazı kılındıktan sonra evine dağılır iftarını yapardı. Şöyle güzel bir uygulamada vardı durumu müsait, olan herkes hemen, hemen her akşam namaz sonrası köylü bir komşusunu iftara davet ederdi. Gaz lambası ışığında iftarlar yapılır ve çaylar içildikten sonra tekrar teravih namazını kılmak için caminin yolu tutulurdu. Teravih sonrası koyu bir sohbete dalınıp gidilirdi. Gündüz yorucu olan bağ bahçe işleri ay ışığının aydınlattığı gecelerde ya sahura kadar yâda sahurdan sonra güneş doğana kadar çalışılarak yapılmaya çalışılırdı. Şimdilerde olduğu gibi ne elektrik vardı ne televizyon ne ekranlarda gereksiz ramazan programları ve nede insanların kafasını bulandıran ekran ulemaları! Hayat hormonsuz, insan ilişkileri ikiyüzlülükten ve menfaatten uzak gösterişsiz ve sadeydi. Hayat ve insanlar şimdilerde olduğu şekliyle modernizmin tahrif edici tasallutuna uğramamışlardı. Yani bütün her şey doğal yalın ve sadeydi.
Sahura, bir alarm sesiyle yâda davul veya okunan bir sela sesiyle uyanmıyorduk, çünkü bunların hiçbirisi yoktu. cok sonraları camiye alınan bir akü sayesinde ezanlar hoparlörde okundu ve sahurlarda okunan salalar ile kalkılırdı ancak daha önceleri köy imamı kendince bir yöntem bulmuştu. Eline bir büyük boş teneke alır kapı, kapı bu tenekeyi çalarak herkesi sahura uyandırırdı. Hatta bundan dolayı köylüler imama (mele teneke) teneke imam lakabını takmışlardı. Sahura erken kalkılır gaz lambaları yakılır ve ekmek peynir hoşaf vb şeylerden güzel bir sahur sofrası kurulurdu sahur sofralarının olmazsa olmazı tahin reçel ve helva mutlaka olurdu, sofra kurulduktan sonra uyandırılırdık, bütün aile böylece sahurlarını yaparlardı. Küçük olduğumuzdan zorluk çekmeyelim diye Uyandırılmadığımız günlerde de bize “yarın tekne orucunu yâda tabak orucunu tutun” denilirdi.(roj i ya testki bıgrın) testık genelde ağaçtan yapılan hamur teknesi demek. Sahurdan sonra benden küçük kardeşimle beraber sabah namazı için herkesten önce camiye koşardık, imamdan önce camiye gittiğimizde kapısı açık bulunan kapkaranlık camiye girip gazlamasını yakana kadar korkudan ödümüz kopsada bizim için farklı bir heyecanı farklı bir tadı vardı. Bu yüzden bazen bizden büyük gençler bize kızarlardı, çünkü bu gençlerin babaları bizleri bu küçük yaşımızda camide gördüklerinde gider çocuklarına kızarlardı “falan kesler bu yaşlarında camiye geliyorlar siz niye gitmiyorsunuz diye” onlarda bize kızarlardı onlar için (zararlı )bir örneklik teşkil ettiğimiz için. O dönemlerde çocukluk hafızama kazınan bir güzellik de çıplak sesle okunan sabah ezanlarıdır. Hemen her zaman bu ezan sesini büyük bir zevkle dinler farklı hayallere dalar giderdi yüreğim. Herhalde imamın sesi güzel olmadığından özellikle sabah ezanlarını köylü yaşlı amcalar okurdu, her birinin adeta farklı makamda ve tarzda okuduğu sabah ezanları sezsizliğin hâkim olduğu seher vakitlerinde kulakları mest eden kutlu bir çağrı olarak köyün üstünde yankılanırdı. Cemaatle kılınan namazdan sonra güneş yükselene kadar uyumak için herkes evinin yolunu tutardı, sabah saatlerinde herkes uykuda olduğundan köy bir sessizliğe gömülürdü bu demlerde köyde horozların ve diğer hayvanların sesinden başka bir sesi duyabilmek mümkün değildi. Köydekiler çoğu zaman da gün içerisinde özellikle armut ağaçlarının ve cevizlerin bol olduğu köyde ceviz ve armut bahçelerine uğrar akşama yakın bir vakte kadar günü buralarda geçirirlerdi.
Köyde oruç tutmayan bazı gençler vardı onlarda alenen insanların görebildiği yerlerde değil de dağda bayırda kuytu yerlerde bir araya gelir mutfaklarda kilerlerde gizlice aşırdıkları yiyeceklerle oruçlarını yerlerdi, akşamda sanki oruçlular gibi herkesle beraber iftar sofrasındaki yerlerini alırlardı.
Özellikle ramazanlarda başka yerlerden gelip köyde bir iki gün kalan Derviş dedikleri değişik kıyafetli ve beyaz sakallı yaşlı insanlar gelirdi. Çaldıkları defler eşliğinde güzel sesleriyle söyledikleri ( kavl lerle ) ilahilerle bütün köylüleri etrafına toplardı, daha sonra köylülerin kendisine verdikleri yağ, peynir, buğday, ceviz vb şeyleri bineğine yükler başka bir köyün yolunu tutarlardı. Bir de özellikle ramazanda bir iki sefer köye gelip gecenin geç saatlerine kadar sahabelerin hayatını ve cenk nameleri hararetli bir şekilde anlatmasıyla meşhur bir mele gelirdi. Onun geldiği gece herkes onu dinlemek için bulunduğu eve akın ederdi. Sahur zamanına yâda geç saatlere kadar herkes bu cenk nameleri pür dikkat dinler kendince etkilenirlerdi. En heyecanlı noktaları da Müslümanların büyük bir kahramanlık örneği ile kafirleri müşrikleri ördükleri bölümlerdi..
Kimi zaman da teknoloji adına sadece pille çalışan radyoların olduğu bu dönemde-o da köyde bir iki tane vardı-büyüklerimizin (acans) dedikleri akşam haberlerini dinlemek için radyoların bulunduğu evlerde bir araya gelmeleriydi. Bizim henüz anlamadığımız bir dilden konuşan bu kutudan (zira Türkçeyi on beş yaşımda öğrendim) bazen de Erivan radyosu dedikleri frekanstan Kürtçe (stranlar )uzun havalar çalınırdı, bizde bunları pür dikkat dinler bu sesin bu kutudan nasıl çıktığına bir anlam veremezdik.
Otuz gün Ramazan genelde her gün böylesi bir akış içerisinde yaşanır ve sonuna gelinirdi. Ramazan bitence dört gözle heyecanla beklediğimiz bayram gelirdi. Çocukluğumun köy bayramlarının çok farklı bir güzelliği bir tadı vardı. Kısaca özetlersek bayram gecesinden itibaren köyün tüm çocukları bir araya gelinir ve ev gezinerek şekerleme toplanırdı, bir bayram gecesi bir de gündüzünde toplardık bayram şekerlemelerini. Bayramlık elbiselerimizi özenle hazırlar yastığımızın altında saklardık bayram geceleri sanki en uzun gecelerdi heyecandan bir türlü sabah olmazdı. Sabah ezanıyla uyanır bayramlıklarımızı giyer bayram özel yapılan tatlılardan yedikten sonra sabah ve bayram namazı için camiye koşardık. Büyük küçük tüm köylü erkekler camide toplanır,sabah namazı ve bayram tekbirlerinden sonra bayram namazı kılınırdı ve tüm köylüler ilk bayramlaşmalarını camide yaparlardı,daha sonra hep beraber köyün üst tarafında bulunan köy mezarlığına gidilirdi.(yani bir nevi önce ölmüşlerin bayramı kutlanırdı.) mezarlıkta okunan kuranlar ve yapılan dualar dan sonra, yine küçük büyük herkes hep beraber köyde evlerin bayramını kutlamak için dolaşılırdı.bir iki evde hep beraber daha önce hazırlatılmış bayram yemeği yenilir,bir evde tatlı bir evde de çay ikramı yapılırdı.hiç bir ev es geçilmez bütün evlere uğranılırdı herkes herkesle bayramlaşır ve bayram şekeri alınırdı. Erkeklerin bayramlaşma merasimleri öğleye kadar biterdi öğleden sonra da bayanların bayramlaşma seansı başlardı…
Sonraki yıllarda köye su ve ilerleyen yıllarda da elektrikler de gelince hayatta olduğu gibi artık ramazanlarda da değişiklikler oldu, her şeyiyle otantik ve doğal olduğu ramazanlar, artık yerini daha çok tüketim ve gösterişe ayarlı ve insanlarda bireyselleşmenin baş gösterdiği paylaşmanın azaldığı ramazanlara bıraktı… Ve Şimdilerde de ramazanları hakkıyla yaşamadığımız için daha sonra bize de “ahh nerde o eski ramazanlar” hayıflanması özlemi hasreti kaldı… Ramazanları en güzel bir şekilde yaşamamız ve yaşatmamız temennisiyle… Hayırlı ramazanlar…
Tebrik ederim Erdal bey
Tebrik ederim Erdal bey
Birinin eskisi diğerinin yenisidir aslında. Ama Erdal kardeşim o kadar güzel anlatmış ki sanki birlikte yaşadım o eski! Ramazanları. Diline sağlık güzel insan