Dünyanın neresinde olursa olsun, ilk tepkiler “ahhhhhh be, offfff yine canlar gitti” dir. Ülkemizde olduğu zaman, daha fazla üzüldüğümüz gibi, yaşadığımız yerdeki afetler; üzücü ve kaygı vericidir. Hele hele, tanıdık canlar ve yıkımlar var ise, ayrı bir üzüntüye boğar insanı. İlk anlarda şoklar yaşanır, artçılar gibi. Yavaş yavaş kabullenmeye, dayanışmaya ve yardımlaşmaya başlar insanlarımız.
Ülke insanı olarak, genel anlamda yardımsever ve duygusal bir yapımız olduğundan, dayanışma ve sorgulamayı unuturuz. Bebek, kadın, erkek, kedi, köpek, sağlıkçı, afad gönüllüsü veya uzmanı, bina ve çevre fotoğraflarını yayınlayarak, ciddi bilgi kirliliği yaratırız. O insanların görevlerinin olduğunu, bu ülkede o insanlara afadlar eğitimi ve maaş verildiğini unutur, kişilerin özel yaşamlarını yayınlayarak, fark etmediğimiz, panik ataklarımızdan kurtulmaya ve rahatlamaya çalışırız.
Depremin; büyüklüğü, şiddeti, hissedilme derecesini, orada yaşayanların, evladının, annesinin, babasının ve birinci derecede yakınlarının canını veya cesetlerini bekleyenlerin psikolojik çöküntülerini, hayallerini, travmalarını belki de hiç düşünmeyiz. (Deprem yaşamış, göçük beklemiş, -15 derecede çıkarılan, belki üç kat şişmiş tüm cesetleri görmüş, 54 saat sonra yeğen cenazesi çıkarmış bir öğretmen ve deprem uzmanı olarak).
Öyle bir kaptırırız ki kendimizi, sosyal medya, televizyonlar ve çığlıkların ortasında otururuz uzun süre, sorumluluk duygusu taşıyanlar. Farkına varmadan, olumsuzluklara ortak oluruz. Olur olmaz paylaşımlar, acitasyonlar, binlerce uygun olmayan fotoğraflar veya sözler paylaşarak, bazılarımız kendimizi kaybederiz. İçinde; acıma, üzüntü, keder, korku, kaygı, hakaret, mahremiyet, özel yaşam ve ne var ise ortalığa döker, doğruluk, yalan, yanlış, gerçekliğine bakmaksızın, özellikle toplumsal sarsıntıları ve bırakacağı yaraları hiç hesaplamayız. Hatta yüzleşmek yerine, resim paylaşmaktan hoşlanan, travmatik ve ruhsal çöküntü içinde olduğumuzu unuturuz.