Renkleriyle, ışıklarıyla, gölgeleriyle bizi etkileyen çevremizdeki hareketli yaşam, yeri, vakti geldiğinde aklımızın bir köşesine kalıcı çentikler atmasını da bilir. O çentiklerin kaynağı daldaki kuştan ışığa koşan sineğe, yerdeki yapraktan bir çocuğun yüzündeki mutluluğa ya da mutsuzluğa, dış dünyadan kulağımıza kadar ulaşan bir duadan, bir acı \ tatlı söze kadar her şey olabilir.
O çentikler sonraki yaşamımızın herhangi bir döneminde bize ışık tutabilirler ya da gölge edebilirler.
O anlamda rahmetli büyüğümüz, bankacı iş arkadaşımız Bekir Erez’in aklıma kazımış olduğu iki satır sözü, kaynağından dökülen tertemiz bir su gibi dem be dem dökülür durur dudaklarımdan.
Dökülür ve beni uyarır, dökülür ve uyandırır.
“Geçti gül, geçti bülbül / İster ağla, ister gül.”
Bilirim ki, çoğu insana sıradan gelebilecek bu söz, biraz derin bakabilene çok şeyler söyler.
Kendisiyle aynı ortamları paylaşırken, konuşurken, şakalaşırken; hatta onun banka ortamında sıra bekleyen, dilini ve kültürünü hiç bilmediği turist müşterilerle tespih, saat değiş tokuşu yapma çabalarına tanık olurken, o bilmediği insanlarla birlikte kahkahalarla gülüşlerini izlerken, bu iki sözün anlamını ne kadar kavrayabilmiştim, bilmiyorum. Aklıma geldikçe dilime düştü, dilime düştükçe aklımdaki yerini genişletti.
O güzel insan, her ölümlü gibi vakti zamanı gelince yaşamakta olduğumuz âlemden kopup o gülün ve bülbülün olmadığı âleme gitti.
Gitti ve bu iki satır sözü ile bana göre, bizlere bir meşale bıraktı.