Gücün Sınırlandırılması
Tarihin ilk çağlarından beri sıradan insanlar, kendilerini yönetenlerin gücü karşısında hep çaresiz kalmışlardır. Devleti ele geçirenler iktidar gücünü kendi çıkarları için kötüye kullanmaları sonucu insanoğlu bireysel ya da toplu olarak büyük mücadeleler vermişlerdir ancak güç hepsini ezmiştir. Ta ki MAGNA CARTA'ya kadar.
Magna Carta Libertatum, Büyük Özgürlük Fermanı, 1215'de ilk kez İngiliz kralının yetkilerini kısıtlayan ve bunu yazılı bir anlaşmaya döken belgedir. Bu belgeyle sıradan halka da bazı hak ve özgürlükler tanınmıştır.
1679'da gene İngiltere'de bu kez HABEAS CORPUS ilkesi benimsendi. Habeas Corpus, Bedenin ya da Vücudun senindir anlamında olup, bu ilke, idarenin tüm eylem ve işlemlerinin, yargı denetime tabi olmasını öngören ve insan haklarının gelişiminde önemli bir aşamadır. Keyfi tutuklama yasaklanıyor, tutuklanan kişinin 48 saat içinde yargı önüne çıkarılması esası getiriliyor. Bu ilke aynı zamanda gözaltına alınan, tutuklanan ya da hapsedilen kişi için biri "bu vatandaş nerede" dendiğinde, sapasağlam gösterilmesini de kapsıyor. Vücut kişiye aittir, ne bir efendiye, ne krala, ne de papa'ya ait değildir.
Büyük uğraşılar sonucu alınan bu önemli haklar, önce Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine (2 Temmuz 1876) öncülük etmiş ve bildirgede İnsanların;
yaşama hakkı
özgürlük hakkı
mülkiyet (refah içinde olma)hakkı diye yar almıştır.
Bu ilkeler, Amerikan bağımsızlığına destek veren Fransız aydılar tarafından Fransa'da da dillendirilerek, Fransız Devrimi sonrası, 26 Ağustos 1789'daFRANSIZ İNSAN VE YURTTAŞLIK HAKLARI BİLDİRİSİ olarak duyurulmuş ve 1791'de Fransız Anayasası'na ön söz olarak eklenmiştir. Bildiri; İnsanların özgür doğduğunu, eşit yaşamaları gerektiğini, her türlü egemenliğin kaynağının millet olduğunu, mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağı, yasanın belirlediği haller dışında kimsenin suçlanamayacağı, tutuklanamayacağını, düşünce ve bunu serbestçe ifade edip yazılı, sözlü yayabileceğini, mülkiyet hakkının kutsallığını ve zulme karşı direnme haklarının olduğunu ilan etmiştir.
Bizde de, Padişah'ın büyük ve acımasız, hukuksuz yetkilerinin kısılmasına dönük ilk girişim, 28 Eylül 1808'de Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'nın Rumeli ve Anadolu ayanlarıyla, vezirler ve askeri ocak temsilcileriyle birlikte imzaladıkları SENED-İ İTTİFAK adlı bir belgedir. II. Mahmut da mührünü basarak onaylamıştır. Zorlayarak da olsa, ilk anayasal belge sayar bazıları. Fukaraya zulüm edenlerin yakalanması, fakir reayenin korunması ve aşırı vergi alınmaması gibi halkı ilgilendiren konulara da değinir.
Avrupa'ya giden aydınların girişimiyle ve iknasıyla,3 Kasım 1839'da Gülhane parkında okunan TANZİMAT FERMANI, tarihimizdeki ilk demokratikleşme adımıdır. Bu Ferman da halkın isteği ya da baskısı sonucu hazırlanmamıştır. Ferman sadrazam, nazırlar, yüksek devlet görevlileri, Hıristiyan, Yahudi din önderleri, yabancı büyük elçiler, yabancı tüccarların bulunduğu kalabalık bir heyet önünde ilan edilmiş ve padişah da bu Fermanda kabul edilen ilkelere uyacağına yemin etmiştir.
Ferman; vatandaşların can ve mal güvenliğinin sağlanacağını, yargılamaların açık olacağı ve yargılanmadan kimsenin idam edilmeyeceğini, verginin adil olacağını, erkeklerin 4 yıl askerlik yapacağını, herkesin mal ve mülk edineceğini ve bunun müsadere edilmeyip miras bırakılabilineceğini, devlet memurlaının maaş alacağını ve devletin bir bütçeyle sınırlanacağı gibi maddeleri içeriyordu. "GÜÇ" yavaş da olsa sınırlanıyordu.
Tanzimat Fermanını daha da demokratikleştiren, 1854 Kırım Savaşından sonra 1856'da imzalan Paris Antlaşması sonucu ilan edilen İslahat Fermanıdır. Avrupa Devletler Topluluğuna kabul edilen Osmanlı bu fermanla Hıristiyan ve Yahudilere ibadet özgürlüğü veriyor, onların devlet memuru olmasının yolunu açıyor, daha önce tanıklıkları dahi kabul edilmezken yargıç olmalarının yolu açılıyor, nazır, büyük elçi olmaları kabul ediliyor, Müslümanlardan ayırt edilmeleri için başka renk elbise giyme zorunluluğu kalkıyor, şehir içinde ata, arabaya binme hakkı veriliyor ve artık "gavur" diye aşağılanma yasaklanıyor.
Tarihçi İlber Ortaylı bu fermanları "hukuk devleti olma yolundaki manifesto" olarak tanımlar.
Tanzimat devrinde yetişen Genç Osmanlılar (Jön Türkler) denen aydın ve yazarlar, Avrupa'dan etkilenerek Meşrutiyet yönetimini dile getirmeye ve savunmaya başladılar. Büyük adımlar atılmıştı, Padişahın yetkilerinin "GÜCÜ" nün çoğunun artık bir meclise devredilmesi vakti gelmişti. Bu amaçla Sultan Abdülaziz'i tahtan indirip Meşrutiyet ilanını kabul eden, II. Abdülhamit'i tahta çıkardılar ve 23 Aralık 1876'da ilk anayasamız olarak kabul edilen Kanun-i Esasi'yi ilan edip meclisi oluşturdular. Ancak anayasaya koydukları Padişah'ın olağan üstü durumlarda anayasayı askıya alabilir (113. mad) maddesine dayanarak II Abdülhamit Rus savaşını bahane edip Anayasayı askıya aldı, meclisi dağıttı.
1908'de askeri ayaklanma sonucu 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe konulup II Meşrutiyet dönemi başladı. 31 Mart 1909'da Abdülhamit tahttan indirildi, anayasada bazı değişiklikler yapıldı ve Parlamenter Monarşi dönemi başladı. Osmanlı devleti 1. Dünya Savaşında yenilince imzalanan Mondros Mütarekesi sonucu, 16 Mart 1918'de ülke işgal edildi. 18 Mart 1920'de Osmanlı Meclis-i Mebusanı Misak-ı Milli'yi kabul edince,Damat Ferit 11 Nisan 1920' meclisi feshetti. Bazı vekiller Ankara'ya kaçtı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da ilk Büyük Millet Meclisi Toplandı. 23 Ocak 1921'de Teşkilat-ı Esasiye kanunu kabul edildi. İlk Türk Anayasası olan bu kısa anayasa Bağımsızlık Savaşı'na odaklandığı için haklar özgürlükler gibi maddeleri içermez. Sadece egemenliğin (GÜCÜN) millette olduğunu, milleti de meclisin temsil ettiğini belirtir.
Bağımsızlık Savaşı kazanılıp, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildikten sonra, yeni bir anayasa yapma ihtiyacı doğdu. 20 Nisan 1924'de yeni anayasa kabul edildi. Yeni anayasa milli egemenlik prensibiyle "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" ilkesine dayandığı için yasama ve yürütme yetkileri meclisteydi. Yasama işini bizzat kullanan Meclis yürütme işini meclisten seçtiği icra vekilleri eliyle kullanacaktı. Heyeti her zaman denetleyip, gerekirse düşürebilecekti. Yargı görevi millet adına bağımsız mahkemelerce yürütülecekti. Kişisel hak ve özgürlükleri tanıyan bu anayasada sosyal haklar yoktu. Anayasaya aykırı kanunların iptali mümkün değildi.
Bu anayasada yapılan değişikliklerle, CHP'nin ilkeleri girince, parti ileri gelenleri ve teşkilatları ülkeye egemen oldular, artık "tek parti" egemenliği söz konusuydu, partinin görüş ve düşünceleri dışında hiç bir düşünce önemsenmiyordu. II Dünya Savaşı sonrası CHP ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, çok partili rejime geçiş kararı aldı. Demokratikleşme yönünde atılan bu adım sonunda 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti iktidara geldi. Demokrat Parti'nin iktidarı sevinç yarattıysa da demokratikleşme yönünde bir gelişme olmadığı gibi, Demokrat parti önce CHP'nin mallarına ve Halk Evlerinin mallarına el koydu. Köy Enstitülerini kapattı, Tahkikat Komisyonu, Vatan Cephesi- Millet Cephesi, İsbat Hkkı gibi toplumu bölen, geren çalışmalar içine girince 27 Mayıs 1960 da asker yönetime el koydu. 1924 Anayasası 9 Temmuz 1961'de yeni anayasa halkoyu (%61.5) ile kabul edilince lağvedildi.
1961 Anayasası "Gücü" tam sınırlayan bir anayasaydı. Güçler ayrılığı prensibine dayalıydı. Yasama- Yürütme- Yargı birbirinden bağımsızdı. İnsan haklarına dayanan, özgürlük alanlarını çok genişleten bir anayasaydı. Bu anayasada insan temel değerdi, anayasanın varoluş nedeni insan haklarını korumak ve gerçekleştirmekti. Sosyal devlet ilkesi anayasaya girmiş, sendika kurma, grev ve toplu sözleşme hakkını tanıyan anayasa ayrıca. Bağımsız yargıyı ön görüyor, hakimliği teminat altına alıyor, Yüksek Hakimler Kurulu, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Uyuşmazlık Mahkemesini düzenliyordu. En önemlisi kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek için bir Anayasa Mahkemesi oluşturuluyordu.
1961 Anayasasının tanıdığı haklar, özgürlükler ve demokratik ortam yöneticiler için çok geniş bulundu, nitekim bazı öğrenci olaylarını bahane edip 12 Mart 1971'de Ordu destekli "Partiler üstü" bir hükümet kurup başta bazı özgürlükleri anayasadan çıkardılar. Ancak gücü sınırlayabileceğini anlayan halk talebini yükseltince ve anayasadan kaynağını alan bazı haklar kullanılınca gelişen olaylar sonucu, partiler de halkın gerisinde kalınca, ülke kaosa sürüklendi. Bunu fırsat bilen Genel Kurmay Başkanı ve 4 kuvvet komutanı kendilerince ve bazı yurttaşlarca haklı nedenlerle, 12 Eylül 1980'de yönetime el koyup, TBMM'ni feshetti, Partileri kapattı, anayasayı yürürlükten kaldırdı, sendikaları kapattı partilerle birlikte bunların da mallarına el koydu. Artık kontrolsuz "GÜÇ", yeniden egemendi. Halk ise çaresizdi, yüzyıllarca uğraşıp elde ettiği haklara elveda mı diyecekti?
"GÜÇ"'ün bir kişi ya da grubun eline geçmesinin, ne kadar büyük tehlikeler yarattığı ve neden sınırlanması gerektiği 12 Eylül'ün sonuçlarına bakılınca daha iyi anlaşılır ve "GÜCÜN SINIRLANMASI" için verilen mücadelenin, kutsallığı ortaya çıkar. 12 Eylül'de;
650.000 kişi göz altına alındı,
1.683.000 kişi fişlendi,
210.000 davada 230.000 kişi yargılandı,
517 kişiye idam cezası verildi, 50 si infaz edildi,
98.400 kişi örgüt üyeliğinden yargılandı,
388.000 kişiye pasaport verilmedi,
37.000 memur sakıncalı olduğu için işten çıkarıldı, 3854 öğretmen,120 öğ. görv, 47 Hakimin işine son verildi,
14.000 kişi yurttaşlıktan çıkarıldı,
30.000 kişi mülteci olarak yurt dışına kaçtı,
937 film sakıncalı bulunup yasaklandı, bazıları yakıldı,
23.677 dernek kapatıldı,
400 gazeteci hakkında işlem yapıldı, 4000 yıl hapis istendi, 3315 yıl ceza verildi,
31 gazeteci hapse girdi, 3 gazeteci öldürüldü,
300 gün gazeteler kapalı kaldı,
300 kişi kuşkulu biçimde öldü,
299 kişi ceza evlerinde öldü, 144 kişi kuşkulu biçimde ceza evlerinde öldü.
30 ton kitap yakıldı, yüzbinlercesi de evlerde yakıldı, gömüldü,
12 Eylül Anayasasında günümüze kadar 100'den fazla madde değiştiyse de 12 Eylül rejiminin bir çok antidemokratik yasası ve kurumu hala yürürlüktedir. Bu anayasaya dayanarak 14 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı döneminde yaşanan gelişmeler ve Başkanlık arzusu içeren bir yeni anayasa yapma isteği "GÜCÜN" tek bir elde toplanması sonucunun, nasıl sakıncalar doğuracağı, yukarıda 12 Eylül'ün sonuçlarıyla daha iyi anlaşılır. Hele son dönemlerde yaşanan Ergenekon, Balyoz Davası, Askeri Casusluk, Oda TV kumpasları, Cemaat'e yapılan kimi hukuksuz operasyonlar, gazetelere kayyım aracılığıyla el konulup kapatılması, Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliyesinde Anayasa Mahkemesine takınılan tutum, Güneydoğu'da Dersim benzeri yıkımlar ve bir partiye dönük dokunulmazlık tehditleri, şapkamızı önümüze koyup bir kez daha düşünmemizi gerektiriyor.
Hasbelkader yanılırda "GÜCÜ" yeniden bir kişide toplarsak, bu yetkiyi verirsek o zaman oturup halimize ağlamak kalır sadece. İnsan oğlunun binlerce yıldır verdiği "GÜCÜN SINIRLANDIRILMASI" çabası boşa gider. ALLAH KORUSUN.