Burası, bir zamanlar Erek Dağı’nın eteklerinden Van merkeze kadar uzanan düzlüğün adıydı. Bu gün ise beton yığınlarıyla örülü kentleşmiş bir bölge. Oysa çok değil daha kırk yıl önce kışları metrelerce karla kaplanan, baharda yumuşak çayırlar içinde papatya, mor menekşe, gelincik ve zambak çiçekleriyle harman olurdu. Kelebeklerin uçuştuğu, böcek vızıltıları, şırıl şırıl akan dereciklerde kurbağa vakvakları ile atların dörtnala koştukları ve yılın belli zamanlarında at yarışlarının yapıldığı çok müstesna bir yerdi. Geceleri de bir başka güzeldi buralar; gündüz yağan yağmurdan gökyüzü iyice yıkanır tozdan dumandan arınırdı. Akşam olunca; göğün parlak maviliğinde yıldızlar ile tepsi gibi ay endamını gösterirdi. Etraf sanki gündüze dönmüş, yere iğne düşse görülürdü. Düzlük ayın şavkıyla genişlemiş bir âlem olmuştur. Erek Dağı’nın lacivert kızıl kayaları pırıl pırıldı. Hele uzaktan gelen kuş cıvıltıları gizemine gizem katardı. Ve burası gökyüzü altındaki en güzel yerlerden biri olan Haçort Düzü idi…
Van’da yine bir yaz günüydü. Aydınlıklar kaybolup ufuklar kararmış, zaman sükût edip gece ıssızlığa bürünmüştü. Eski Büyük Cami’nin minarelerinden merhum Hüseyin hoca’nın davudi sesiyle hicaz makamında okuduğu yatsı ezanı Şerefiye Mahallesi semalarını sarıp gönüllere huzur veriyordu…
Okulun yanında tek katlı kerpiçten yapılmış bahçeli bir ev vardı. Çift kanatlı tahta kapısı askeri lojmanlara bakar, yan tarafındaki kanaldan kehriz suyu akardı. Teyze, her akşam yemekten sonra kapının önünde oturur tespihi elinde, zikri dilinde yatsı ezanının okunmasını beklerdi. Ezan okunur-biter hemen yatsı namazını kılar, peşinden “Amenerresulü” okurdu.
Sonrasında kapının önüne kilimleri serer, minderleri atar ay ışığında otururdu. Çocukları, biz yeğenleri ve torunları hep beraber yamacına çökerdik. Damdaki baykuşlar, evin yanında bulunan iğde ağacının dallarındaki serçeler ile İrfan Baştuğ İlkokulu’nun taş duvarı boyunca uzanan kavaklara tünemiş kargalar bile onu dinlemek için sus pus olurdu!
Semaver yanmaya başlamış, çocuklar heyecanla beklerken; teyze, Hazret-i Musa’nın hayatını, kıssalarını ve Hazreti Asiye’yi, Leyla ile Mecnun’u, Şahmaran masallarını, Hazreti Ömer ve Nuşirevan’ın adaletini anlatırdı. O kadar içten ve duygulu anlatırdı ki gecenin karanlığını yarıp bir anda olayların içinde kendimizi bulurduk sanki. Anlatılanları soluksuz dinler ve bu tadına doyulmaz akşamların hiç ama hiç bitmesini istemezdik. Bitince üzülür ve tekrarını özlemle, hasretle ve sabırsızlıkla bekler dururduk…
Ey teyze! Cennette Hazret-i Asiye’ye komşu olursun İnşaallah…
Hep yeşil bir yazın ardından sarı ve kızıla boyanmış güz gelir yavaşça.
Veda ederken yine yaz mevsimi, hasreti yükler hüzünlü gönlümüze hoyratça.
Sanki kaşla göz arasında geçti-gitti bir yaz daha anlıyor musun?
Geçip giden bir mevsim değil ki, ömrümüzün yoldaşıdır biliyor musun?
Giden mevsimler geri dönmez unutma, her mevsim başka şeyler anlatır kendince.
Renklerin ahengiyle yoğrulmuşsun sen, yazın ardındaymışsın hiç söylemedin sessizce!
Bağlarda-bahçelerde sarardıkça yapraklar, zamanın akıp gittiğini anlıyorum gizlice...
Yine bir sonbahar mevsimi: saçlarımı ağarttı, günlerimi çaldı bak gidiyor...
Yine bir sonbahar mevsimi: üç beş günlük ömürdü geldi gidiyor, elimde birçok pişmanlıklar kaldı gidiyor…
Ah nice sonbaharlar bir ara yüzüme güldü ve gençliğimi aldı da gitti!
Göçmen kuşlar kanat çırpsın, yapraklar renk değiştirsin, bulutlar yıldızları kapatsın, Artos Dağı’nın başını sisler bürüsün yine bir sonbahardır heeeey...
Haraba Mahalle’de oturur, her sabah mahallemizden geçer çarşıya doğru giderdi. Gönlünün efkârı ve derdi ses tonunda ağlamaklı bir feryada dönerdi. Naciye hala ile Kadir Dede’nin evlerinin sınırında kara ve büyük bir taş vardı, bazen orda oturur, bazen daha kuytu olan Hadi Dede ile Papuçcu Halit Emi’nin evlerinin sınırında bulunan aralık yerde otururdu. Ağlamaklı bir ses tonuyla; Kürtçe ”Yaşar mıriye Yaşar mıriye” der dururdu. Ve çoğu zamanda ağlardı. Ve çoğu zaman onun bu haline bende ağlardım! “-Taş atmayın, bırakın garibi, karışmayın!” derdim, fakat beni kimse dinlemezdi!
O, hüznün sabahında ve zamanın ortasında meçhul bir yolcuydu! Meczup ve aciz bir kuldu… Öldü dediği babası Yaşar’dı. Ömrünün sonuna kadar onun matemiyle yaşadı durdu. Neler çekmişti bilen var mıydı? Gerçek adını bile öğrenememiştik. Hayat hikâyesi neydi, nasıldı hiç bilememiştik! Yüzünde asr vaktinin günü tutulmuş ve dünyanın kasveti ezmştii sinesini.
Ayağında kara boğabaşı, paltosu lime lime olmuş, iğreti duran şapkası yana kaymış, hali perişan bir kuldu.
Başka bir âlemde yaşayan “Araf” yolcusuydun, intizar durağında inmekmiş kaderin. Ah garibim Hıdo ah! Sana, zillet dünyasının paşalığı, beyliği düşmüştü biçare! Bizler ise sana ilgi alaka gösterememiştik ne çare!
Afiyet ve sıhhatiniz daim olsun…