İki Nisan/İki Bebek
Onu en son gördüğümde bir elif gibi dimdikken şimdi vav misali beli bükülmüş, sonbaharın o en narin yaprakları solduran yeline uğramışçasına solmuştu.
Elini öpüp başıma koyduktan sonra diplomamı usulca uzattım. Hala bir kandil gibi yanan gözleriyle bir miktar inceledikten sonra
“Demek tarihçi oldun.” Diyerek hafifçe gülümsedi. O an için içimden geçenler, gururdan ziyade endişeydi. Belki okul görmemişti ama öyle derin bir tarih bilgisi vardı ki üniversitemizin nice profesörlerini cebinden çıkarırdı.
“Demek tarihçi oldun evlat! O halde anlat; Urus istilasını anlat…” Toy bir tarihçi olarak bu koca çınara ne anlatacaktım? Doktora tezini, amansız bir jüriye karşı savunan ürkek bir öğrencinin sergileyebileceği heyecanla ve kem-kümlerle başladım anlatmaya:
“Efendim; 93 Harbini müteakip imzalanan Berlin Antlaşması’na Avrupa’nın büyük devletleri, 61. Maddeyi yani doğuya ıslahat yapılmasını şart koşan maddeyi koydurmuşlardı. Islahatın, esasında bölünmenin ilk safhası olduğunu bilen Sultan II. Abdülhamit, maddenin uygulanmaması için her yola başvururken bu devletler de doğudaki her vilayete her ilçeye hatta her köye konsolos atamışlardı. Uzun süredir kardeşçe yaşayan Müslüman ve Ermeniler içine ilk fitne tohumunu bu konsoloslar ekeceklerdir. Ayrıca…” Bir el işaretiyle sözümü kesti. Hemen az önce söylediklerimi zihnimden geçirdim hızlıca. Acaba söylediğim bir şeye mi takılmıştı? Bir gölge gibi üzerimden çektiği bakışlarını pencereye doğru çevirdi. Çaldıran’ın en uzun kışı gibi soğuk, Bahçesaray’ın en uzun gecesi gibi sessizdi bakışları. Sonra birden dönüp:
“Ne oldu o iki yavruya?” diye sordu. Ben şaşkın şaşkın sağa sola bakarken yanındakiler, son zamanlar sıkça bu soruyu tekrar ettiğini, ayrıca her şeyi karıştırmaya başladığını söylediler. Bir süre bekledim ve sonra yeniden bildiğim şeyleri anlatmaya devam ettim.
“Ekilen bu ayrılık tohumları, yaklaşık bir kırk yıl toprağın altında kalsa da bulduğu ilk fırsatta yeşerecekti. I. Dünya Savaşı sadece milyonlarca masum genci toprağa gömmeyecek aynı zamanda toprağa saklanan o fitne tohumlarını da yeşertecekti. Savaş nedeniyle Van’da oluşan olumsuz koşullar, Rusların Van’a girmesi ile had safhaya ulaştı. Bu amansız mücadelede 30 binin üzerinde insanımız şehit olurken adeta taş üzerinde taş kalmamış. Kale’nin arkasına sığınmış eski Van, geride canlı hiçbir şey bırakmayan hatta bu kötü hışmından kedi ve köpeklerin bile nasibini aldığı ‘Cengiz İstilası’na uğramış gibi ölüm sessizliğine dönmüş.
“Dur!” dedi. Artık anlamıştım ki anlattıklarımla ilgili değildi. O başka bir şeyin peşindeydi. Kemal-i edeple diz çöktüm önünde ve anlatması için yalvaran bakışlarla yüzüne baktım. Beklemediğim çeviklikle bir anda doğruldu. Adeta o günleri yaşıyor gibi anlatıyordu.
“…Evlat! Öyle bir zulümdü ki ancak yaşayan bilir. Sağ kalan bizler göçe başladık. Adeta kaçıyorduk. Kimsenin kimseyi gördüğü yoktu. Herkes, çoluğunun-çocuğunun derdine hatta sadece kendi derdine düşmüştü. Sonra…” Devam etmek istiyordu ama yaşadığı duygu seli göz pınarlarını harekete geçirmiş, kelimeleri boğazında düğümlenmişti. Çabucak bir bardak su doldurup uzattım. Elinin tersiyle itti ve iki elini önce bir pergel gibi açıp sonra bağrında birleştirdi ve
“Ah! Oğul!” diyerek devam etti.
“Yol kenarında bir kadını öldürmüşlerdi. İki bebeği vardı ve sağdılar. Bir taraftan analarının göğsünden emmeye çalışıyor diğer taraftan etrafa bakıp ağlıyorlardı. Hiç kimsenin ilgilenmediği bu yavrularla göz göze geldim, bana baktılar. Benim sahipleneceğimi düşünüp gülmeye başladılar. Bir onlara bir de etrafıma baktım. Kıyamet gibiydi her yan. Benim yüküm boyumu aşarken onları nasıl alacaktım? Çaresiz yürüdüm. Arkamdan avazları çıktığı kadar ağladılar. Ben de ağlıyordum. Ama dönüp bakamadım. Biliyordum ki; dönersem gidemeyecektim…” Gözyaşları Nil gibi kabarmış, soluğunu kesecek raddeye varmıştı ki kalkıp sakinleştirmeye çalıştım. Gözyaşlarını saklamak istercesine pencere kenarına gitti ve ufukla birleşmiş masmavi göle baktı. Belki de yeniden ben anlatmalı ve bu sayede onu dinlendirmeliydim. Öyle de yaptım.
“Dedeciğim; 1918 yılına gelindiğinde, gerek Rusya’daki gelişmeler gerek dünya siyasetindeki dengeler işleri lehimize çevirdi. Hem zaten daha birkaç yıl öncesine kadar destan yazan ‘120 Çocuğun’ kahraman hemşehrileri, öyle kolay pes edecek değillerdi. Halkın büyük mücadelesi ve 2 Nisan 1918 günü Süleyman Paşa komutasındaki Türk birliklerinin Van’a girmesi ile Ruslar çekip gitmek zorunda kaldılar…” Nedense utanmıştım. Bütün bunları bizatihi yaşayan adama bunları ne diye anlatıyordum ki. Konuşmamın bittiğini görünce döndü ve elini omzuma koydu.
“Biliyor musun evlat ben… Ben şu göl kadar temiz, o cennet kokulu, o ağlayan gözleri hiç unutmadım… Unutamadım… Bana tarihten değil onlardan haber ver. Allah aşkına söyle; ne oldu o bebeklere???”