İnsan dediğin

Tek tük öksürük ve birkaç hapşırık diye geçiştirdiniz mi soğuk algınlığını, koca bir zebani gibi birden yapışıp kalır bedeninize ve gözünüzü açtığınızda kündeye gelirsiniz yorgan döşek.

Öyle oldu…

Bedenimi tam beş gün teslim alıp tuşa getirdi soğuklar.

Allah'tan yirmi gün önce sigaraya elveda demişiz de kapanan bronşlar ve soluksuz kalan sinüslerin açılmasına yazılan bir dolu ilaçla olanak sağlamışız.

Şaka değil…

Önce boğazınız yanıyor, göz kapaklarınız kaşınıyor. Tüm eklemlerinize sanki yüzlerce çivi çakılıp, kaslarınıza kerpeten vurulup, vücudunuzun dört bir yanına buzdan iğneler saplanıyor. Ve öksürük başlıyor… Ama ne öksürük! Öksürükler çoğaldıkça kopuyor bedeninizden sanki lime lime olmuş iç organlarınız.

Tam bir gün değil, iki gün değil, üç gün değil beş gün!

Sonunda binlik antibiyotiğe teslim oluyorsunuz.

Beş gün boyunca anam olsaydı (eşitim duymasın) ıhlamurlarla, sırtıma ve göğsüme döşeyeceği gazete ile yaratacağı sauna sıcaklığıyla grip denen iğrenç sürecin beş günden önce atlatabilirdim diye düşünüyorum. Sağ olsun eşitim de tavuk suyuna çorbayla cehennem ateşine dönüşen bedenime takviye enerjisi olarak destek sununca, ateşten kabuk bağlayan dudaklarıma can, kuruyan damağıma nem oldu.

Bir ara ateşim çok yüksekken rüya görmüşüm. Rüyamda bizim semalardan kalkan dev gibi çelik kanatlı bir kuşun pençelerinde zırhlı bir aracın okyanus ötesine götürüldüğünü görüyorum. Kendime geldiğimde ışığa, suya olsun, hayra çıksın böyle bir rüya gördüm diye ev halkına anlattığımda hemen önüme koydukları gazetede gerçekten böyle bir olayın olduğunu anlıyorum.

Bizimkilerin:

"Hele söyle bakalım daha neler gördün?" Sorularına da:

-Boğazım yanıyor, başım dönüyor. Diye yanıt vermekten kaçınıyorum.

Zira gördüğüm o rüyalarının birini anlatsam korkarlar diye düşünüyorum.

Birisi aynen şöyleydi…

Mahşer kalabalığı bir ülkeye dönüşmüşüz. Ekmek yok, su yok, ne var ne yoksa kapanın elinde kalıyor. Kımıldadığımız yerden insan fışkırıyor. Her yer insan. Ağaçlar, otlar, dağlar, tepeler…

Şükür beş günlük komadan çıktık.

Balkon panjurlarındaki kumrulara koştum ilkin. Yine yumurtaya yatmış dişi, erkeği ise büyük olasılıkla yiyecek peşine kanatlanmış. Onunla özel konuşmalarımızdan birini yaptık. Hafifçe kımıldadı:

"Hadi git içeri."Dercesine.

Göğe uzun uzun baktım. Sonsuz mavilikte beyaz güvercine dönüşmüş ak bulutları seyrettim. Bizim mahallenin hiç yorulmayan afacanları oyun telaşında. Gözlerim karabaşı ararken afacanlardan biri:

"Amca nasıl çaktı Antalya, Fener'e! Dört tane! Az değil dört tane!" Diye bağırdı.

Yanındaki diğer afacan dirseği ile dürttü:

"Olum len amca Fenerli değil kartal!"Diye çıkıştı. Afacan:

"Biliyom len! Kes sesini de şeker gönderir şimdi." Dedi.

Gazete kâğıdından yaptığım külahlara şekerlemeleri doldurup saldım aşağıya:

-Karabaş ne âlemde, gördünüz mü? Diye sordum.

Karabaş iyiymiş. Mahallenin bisikletli çocuklarıyla koşturuyormuş.

Ne demiş Muhteşem Süleyman:

"Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi."

Sağlık her şeyin başı…

İnsan dediğin kaybetmeyince sağlığını anlamazmış hayatın ne kadar değerli olduğunu.

Aman kendinize mukayyet olun.

Hastalıklar artık atlı gelip, yaya gidiyor…

Bakmadan Geçme