İşleyen Süreçler ve Devam Eden Krizlere Sistemik ve Sosyolojik Bir Bakış
Giriş Türkiye epey bir süredir bazı süreçleri ve derin krizleri bir arada yaşıyor. Bu konuda bir söz var 'bozulmadan yapılamaz' diye. Ancak tahribatın da bir alt sınırı olmalı, tekrar toparlanmaya imkan verecek bir sınır. Sanki şimdi o sınırda dolaşıyoruz gibime geliyor.
Türkiye artık bu yükü çekemiyor; büyük harfler, iri laflar ve hamasi nutuklar, durumu artık kotarmaya yetmiyor! Zamanıdır ve zamanın ruhu değişimi dayatıyor. İktidar değişimi hemen herkes için ferahlık yaratacaktır. Nedenini aşağıdaki modelde açıkladığımda bana hak vereceksiniz sanırım. O sebeple bundan sonraki süreci onarmaya, düzeltmeye aday olan muhalefetin de ona göre yol ve yordam belirlemesi lazım. Bu çerçevede bugün değişik bir düşünme stili ile bir modelleme yapmak, süreçleri ve krizleri sosyo politik olarak kısaca sistematize ederek yorumlamak istiyorum.
Türkiye’de Şimdi Dört Belirleyici Aktör Var
1. Her şeyi belirleyen bir Cumhurbaşkanı
2. Her durumda zenginleşen bir sermaye kesimi
3. Her zaman müdahale edecek diye beklenilen bir ordu
4. Her durumda Türkiye’ye nizamat vermeye çalışan bir ABD.
Son zamanlarda daha da görünür olmaya başlayan cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde -ki buna tek adam rejimi deniliyor- üç sorunla karşı karşıyayız: Birincisi sistemin giderek aşırı bir biçimde merkezileşmesidir. Güçler ayrılığı ortadan kalkmış durumda. Oysa bu değişiklik yapıldığında Türkiye’nin ademi merkeziyetçi olacağı ileri sürülmüştü. Şimdi karşı karşıya kaldığımız tablo ise, katı bürokratik merkezi bir yapıdır. Koca Türkiye sarayda oluşturulmuş birkaç ofis ve birkaç başkanlıkla yönetilmeye çalışılıyor. Bütün sorunlar bu dar kadroda tespit edilmeye çalışılıyor, bütün çözümler sarayda üretiliyor, bütün kaynaklar burada toplanıp dağıtılıyor. Ama artık olmuyor, bir türlü dikiş tutmuyor, çünkü koca Türkiye’ye zorla giydirilmeye çalışılan bu dar elbise her tarafından yırtılıyor ve dökülüyor.
İkinci olarak karar istikrarsızlığı söz konusu. Sürekli kararnameler açıklanıyor, kararlar alınıyor ve bu kararlar aceleyle tek kişi tarafından alındığı için ve üstelik muhalefet hiç kaale alınmadığı için, devamlı revize edilmek zorunda kalınıyor. Oysa bu sisteme istikrar vaat edilerek geçilmişti. Anayasada belirtilen yönetimde istikrar işlemediği gibi temsilde adalet ise epey bir zamandır -%10 barajına takılarak- zedelenmiş durumda.
Üçüncüsü Türkiye bu sistemle bütün sorunlarını çözüp ekonomik olarak da uçacaktı. Durum ortada; yüksek faiz, sürekli yükselen döviz ve bir türlü inmeyen enflasyon işsizlik ve yoksulluğu durmadan arttırıyor. Türkiye krizden bunalıma eviriliyor; bırakın uçmayı adeta çakılıyor. Ülke iyi yönetilemiyor ve toplumun önemli bir bölümü gidişattan ve partili cumhurbaşkanın yönettiği tek adam rejiminden memnun olmadığını her fırsatta ortaya koyuyor.
Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve uçurum ise gittikçe artıyor. Bu çetin rantiye koşullarında zenginler daha zenginleşirken yoksullar daha yoksullaşıyor. Ordu ile ilgili en ufak bir durumda darbecilik gündeme geliyor. Türkiye’nin onca yıl darbelerle geri gitmesinden ders alınmamış gibi; darbe söylemi hem içerde toplumu geriyor, hem de dışarda Türkiye’yi üçüncü dünya ülkesi görünümünden bir türlü kurtaramıyor.
Hala ABD ile olan diyaloglarda kamp değişikliği imaları ortalıkta dolaşsa da NATO ve ekonomik ilişkiler bu kamptan kopmaya izin vermiyor. Buna rağmen ikide bir Avrasyacılık tehdidiyle aba altından sopa gösterilmesi Türkiye’ye zarar vermekten başka bir işe yaramıyor. İşte bu şark kurnazlığı sonucu ABD ile yaşadığımız krizler: S 400 ve F 35 krizi; soykırım açıklaması krizi ;Feto krizi ve Suriye (PYD) krizi. Dolaysıyla ABD ile ilişkilerde birden bira zikzak çizmenin ağır bedeli gene milletten çıkıyor. Hiç yeri ve gereği yokken 2 milyar dolara S 400 alındı, hangarda bekliyor. Neden? Sözüm ona “siz Feto’ya kol kanat gererseniz, biz de Rusya ile iş yaparız” demeye getirdiler. Sonuç, F 35 programından çıkarılmak oldu. Bu da bu programa ödenmiş geri alınmayan 1,5 milyar dolara mal oldu halka. Kısacası Rusya’dan S-400 alınması, Türkiye’yi hem askeri hem iktisadi hem de diplomatik açıdan zor bir pozisyona soktu ve ülkeye büyük bir maliyet çıkardı. İktidar, kendi başına bir çorap ördü ve ülkeyi politik, ekonomik ve diplomatik olarak ağır bir fatura ödemek mecburiyetinde bıraktı.
Halkın parasıyla yapılan ucuz kabadayılığın sonuçları topluma işsizlik ve yoksulluk olarak dönerken bu hesapsız kitapsız işleri yapanların yanına kar kalıyor. Zira denge ve denetim sistemi çok zayıf, hesap verebilirlik yok, insanlar adalet ararken, mafya artıkları ortada cirit atıyor.
Olması Gerekip de Olmayan Dört Aktör Söz Konusu
İkinci kısım hem daha vahim hem de aslında bu birinci kısmın varlık nedeni. Şöyle ki; yukarıdaki tabloya dikkatlice bakın. Orada olması gerekip de olmayan aktörler var ki; bu bizim için demokrasi ayıbı. Zaten Türkiye bundan ötürü hibrit, yani melez rejim olarak kodlanıyor. Hatta bazı siyaset bilimciler tarafından “Neo Patrimonyal Sultanizm” olarak adlandırılıyor. Ama bundan daha çarpıcı olan gerçek de şudur ki yukarıdaki tabloda maalesef belirleyici olması gerekip de olmayan aktörler var:
1) Siyaset kurumu (Meclis) yok ne yazık ki bu tabloda
2) İşçi sınıfı yok
3) Sivil toplum çok zayıf
4) Halk yok.
Yani bunlar sistemde etkin ve belirleyici değiller. Bunların etkin ve belirleyici olmadığı herhangi bir sistem demokrasi olamaz. Çünkü demokratik toplumlarda asıl belirleyici güç; ordu, tek adam, ya da sermaye değil; siyaset kurumu, sivil toplum ve halk iradesidir. Bunların bolca söylemi var ama kendisi yok. Dışarıya karşı “bakın bizde seçimler var, siyasi partiler var, sivil toplum var” denerek demokrasi propagandası yapılsa da, içerde bahse konu unsurların esamesi okunmuyorsa orada demokrasiden bahsedilebilir mi?
Oysa demokratik ülkelerde halk iradesi her şeyin üstündedir. Türkiye’de de sürekli halk iradesinden dem vuranlar ne yapıyor? Halkın seçtiği vekilleri hapsediyor, halkın seçtiği belediye başkanlarının yerine kayyum atıyor. “Milliyetçilik” naraları perdelemesi ile halkın vergileri ile oluşan kamu kaynakları talan edilmesi de ayrı bir gerçek olarak duruyor karşımızda.
…Ve meşruiyetin baskı ile ikamesi
Bütün bunları perdelemek için “milliyetçilik” naraları ve “beka uydurmaları” artık yetmiyor; o nedenle hukuk ve demokrasinin rafa kaldırılmış, baskılar devrede. Peki bir iktidar neden baskı uygular? Şeffaflık yoksa, yolsuzluk çoksa, denetim mekanizmaları ve hesap verilebilirlik yoksa baskı uygular.
Eğer arkasında çok sorun biriktirmişse; ister istemez korkar ve korktuğu için korkutur. Ancak korkuttuğu kitleler bazen o kadar çok korkar ki; onları korkutanların aslında ne kadar çok korktuklarının farkına varmazlar. İşte işin püf noktası burasıdır ve bu nokta açığa çıkarıldığı takdirde, yani hesap verilebilirliğin esas olduğu, hukuk devletinde bunun er ya da geç işleyeceği güvencesi topluma verildiğinde, işin rengi değişmeye başlar. Çünkü demokratik bir devleti demokratik olmayandan ayıran en temel farklardan biri şeffaflık, denetlenebilirlik ve hesap verilebilirliktir. Demokratik olmayan toplumlarda yapanın yanına kar kalır ve bu da başkalarını da kural ve hukuk dışı yollara iter. İşte son günlerde mafya artıkları ile iktidar cenahı arasındaki hesaplaşma tam da bunu göstermiyor mu?
Demokratik bir yönetimin meşruiyetinin temeli baskıya değil, halktan aldığı rızaya dayanır. Rıza üretilmeyen yerde şiddet ve baskı devreye girer. Ona karşı oluşan tepki karşı tepkiyi getirir. Baştakiler meşruiyeti rızayla üretemediklerinde baskının dozunu artırır, itiraz edenlere boyun eğdirmeye çalışır; üstelik de baskıya uğrayanların vergileriyle oluşturulmuş, ellerinde bulundurdukları devletin zor tekeliyle bunu yaparlar! Bu da toplumsal felce yol açar.
Korkunun olduğu yerde toplumsal tepkiler felce uğradığı için sesler bir süre kısılabilir ama bu tepkilerin yok olduğu anlamına gelmez. İşte muhalefetin hüneri burada ortaya çıkar; cesareti korkuyla zehirlenmiş olan bu iklimi ne kadar dağıtabildiği ve bu tepkileri ne kadar örgütleyebildiği ile ölçülür. Bunu başardığı takdirde değişim sandıkta onu isteyenlerin gücü oranında gerçekleşir. Sandığa yansımadığı takdirde ise tepkiler hiçbir işe yaramaz. Bunu düşünmesi ve başarması gereken siyasal muhalefetin bu süreçte en önemli işlerinden biri de sandık güvenliği olmalıdır. Hatta şimdiden bunun çalışması yapılmalıdır. Adil, serbest ve özgür bir seçim bu koşullarda zor görünse de; tepkinin büyüklüğü her şeye rağmen sandık güvenliği ile görünür olacaktır.
Dört süreç ağır aksak da olsa bir arada yaşanıyor.
Bütün bunlara rağmen sosyolojik olarak işleyen süreçler de söz konusudur.
1-Kentleşme
2-Dijitalleşme
3-Demokratikleşme
4-Küreselleşme
Yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmelerden dolayı kırdan kente yoğun göç -eskisi kadar olmasa da- devam ediyor. Bir yandan ekonomik sıkıntılar, öbür yandan tekrar ‘90’ların güvenlik politikalarına dönülmesinin yarattığı güvensiz ortam demografik mobiliteyi de ister istemez beraberinde getiriyor. İktidar onlarca yıldır kırı güvenli hale getireceğim diye kentlerin varoşlarını adeta fitili ateşlenmemiş bombalar haline getirdi. Büyük kentlerin çeperlerinde birikmiş, köylü olmaktan çıkmış, aş iş eğitim olanaklarına sahip olmadıkları için kentlileşmemiş, arada kalmışlardı. Umutları geldikleri kentlerin beton bariyerlerine çarparak tuzla buz olmuş; açlık, yokluk ve yoksullukla malul olan bu kitleler küçük bir azınlığın lüks ve safahat içinde yaşadığını görerek kızgın bir şekilde bileniyorlar. Gerekli önlemler şimdiden alınmadığı durumda gelecekte kapanması zor derin sosyal bunalımlarla karşı karşıya kalabiliriz.
Epey bir süredir sabit sermaye yatırımlarında düşme var. İmalat sanayinde yeni yatırımlar nerdeyse durma noktasına gelmiş; bu da hem büyümeyi hem de istihdamı olumsuz yönde etkiliyor. Kişi başına gelir 2010’lu yıllarında 10 bin doları bulmuşken bugün ülke ortalaması bunun yarısına inmiş durumda. Bir yandan bunlar yaşanırken öte yandan dijitalleşme pandeminin de zorlamasıyla epey ilerledi. İnternet ağları, soyal medya iletişim olanaklarını artırdı. Bu nokta sadece günlük yaşamı değil siyaset yapma biçimini de değiştirecektir. Siyasi partilerin buna göre organize olmaları kaçınılmaz olacaktır.
Öte yandan demokrasi standartları artacağına azalıyor. Yargı tarafsız ve bağımsız davranmıyor. Düşünce özgürlüğü tasallut altında. Halk iradesi hiçe sayılarak seçilmişler itilip kakılıyor. Parti başkanları, düşünürler ve gazeteciler uzun tutukluluk süreleriyle içerde adeta keyfi şekilde kalıyor. Kimse iktidardan hesap soramıyor.
Bütün bunlar dünyada küreselleşmenin çatırdadığı bir ortamda gerçekleşiyor. 1970’te çok uluslu şirketlerin ortaya çıkarması, 1980’lerde uzayda iletişim devriminin gerçekleşmesi ve 1990’larde SSCB’nin dağılması ile boyutlanan küreselleşme -Covid19 pandemisinde görüldüğü gibi- sorunları yaymada gösterdiği hızı, önlemede gösteremedi. Bu süreçte tek kutbun başını ABD çekerken Çin’in ortaya çıkması ile yeni bir kutup yeni bir soğuk savaş dönemi ortaya çıktı. AKP Küreselleşmeye eklemlenme sözü ile uluslar arsı sermayeyi ikna ederek iktidara geldi; ancak şimdi uluslararası kuruluşların tamamı ile sorun yaşıyor. Hatırlayalım, AKP; demokrasi, AB’ye katılım, küreselleşmeye eklemlenme ve çoğulcu yönetim vaatleri ile iktidar olmuştu. Bu süre içinde başta Kürt sorunu, Alevi sorunu, kadın sorunu, gelir dağılımı sorunu olmak üzere hiçbir sorunu çözemedi. Uzun yıllar çözüyormuş gibi yaparak seçmeni oyaladı, şimdi de bütün bu alanlardaki yaşanan krizler ülkeyi politik ve diplomatik açıdan zor durumda bırakarak dibe çekiyor ve yeni krizlere yol açıyor.
Hızlanan dört kriz var
Türkiye bir süredir iktidarın sebep olduğu ve üstesinden gelemediği krizlerle boğuşuyor. Ekonomiden hukuka, eğitimden sağlığa, iş yaşamından diplomasiye kadar hemen her alandaki iktidar tasarrufları, sorunları çözüm yoluna koymak bir yana dursun; bir taraftan var olan sorunları daha da ağırlaştırıyor, diğer taraftan da yeni sorunlara yol açıyor.
1-Yönetim krizi
2-Ekonomik kriz
3-Kutuplaşma krizi
4-Pandemi krizi son zamanlarda yaşadığımız krizlerdir.
Türkiye’nin iyi yönetilemediği ayan beyan ortada. Halkın büyük çoğunluğu durumdan memnun değil. Katı merkeziyetçilik, ekonomik kriz, kutuplaşma ülkeyi ve insanları çok yordu. İçerde kuvvetler ayrılığı; denge ve denetleme; adem-i merkeziyet; hesap verilebilirlik yok. Dışarda ise; Suriye krizi sürüyor, AB ve ABD ile kriz yaşanıyor, Yunanistanla kriz boyutlanıyor, Libya krizi çözülmüş değil ve Ukrayna krizi de yolda.
Esnaf can çekişiyor, işsizlik rekor kırıyor, yüksek faize rağmen enflasyon ve döviz bir türlü düşmüyor. Toplum hem rejim konusunda hem yönetim anlayışı konusunda bölünmüş durumda, kutuplaşama birçok makro sorunun çözümünde engelleyici bir rol oynuyor.
Hepsinin üstüne gelen ve hükümetin iyi yönetemediği pandemi krizi ise iyice yıprattı. Bıçak artık kemiğe dayandı. Her gün yüzlerce insanımız ölüyor on binlerce insan Covid-19’a yakalanıyor, tam kapanmada toplumun alt ve dezavantajlı gruplarına yeterli destek sağlanamıyor.
Şimdi bütün bunlara rağmen hala bu tabloya iyi diyorlar. Buna inanan var mı? Peki ne yapmalı?
Muhalefetin yapması gereken dört şey
İktidarın gayesi bellidir: Mutlaklaşarak kendini daim kılmak. Güç zehirlenmesine uğramış bir iktidar eleştirilmek, sorgulanmak ve hesap vermek istemez. Lakin bunun için başvurduğu araçlar, sistemde açık yaratır ve zamanla onu çözer. Çünkü mutlaklık arayışı, kaçınılmaz olarak, bozulmaya ve yozlaşmaya neden olur. Başta söylediğimize dönelim: Çok bozuldu, şimdi yapmanın zamanıdır. İşte burada muhalefete büyük görev düşüyor.
Bir değişimin arifesindeydiniz. Değişimin yönü ne olacak? Değişim ne kadar hızlı olacak? Daha doğrusu ne hızda değişecek? Kanımca zaman tespiti kritik bir nokta. Değişimin niteliği ne olacak? Yani parlamenter demokratik sistemin nitelikleri ve özellikleri neler olacak? Değişimin dinamiği nasıl olacak? Yani tüm bu süreçlerde hangi dinamikler nasıl oluşacak ve nasıl çalışacak? Bunların açıklığa kavuşması, aynı zamanda seçimi kazanmanın ve başarıya giden yolun motivasyonunu da oluşturacaktır. Bütün bunların anlam kazanılması, yani değişimin gerçekleşmesi, seçim kazanmaya bağlı. Seçim nasıl kazanılacak?
Demokratik muhalefet tuzağa çekilerek küçültülmek isteniyor. Tuzağa düşmeden büyütmek gerekir. Sistem ne zaman ve nasıl değişecek? Yani seçim kazanıldıktan sonra yeni yapının temel taşları nasıl oluşturulacak, yani parlamenter demokrasinin içeriği ne olacak? Bunun için nasıl bir anayasa yapılacak; yapılacak yeni anayasanın yapım şekli, özü ve ilkleri nasıl olacak? Ve, bu süreç ne kadar zamanda tamamlanacak?
Bunların açık ve net bir biçimde topluma ilan edilmesi lazım ki; seçmen kime ne için oy verdiğini bilsin. Ayrıca oluşturulacak yol haritası, sistemin nasıl onarılacağını da ortaya koymalı. Bu; toplumu rahatlatacak, umut ve güven verecektir. O yüzden öncelikle kısa vadeli hedefte anlaşmak gerekir. İkincisi yöntemde anlaşmak gerekir. Üçüncüsü muhalefeti büyütmede anlaşmak gerekir ve dördüncüsü, yeni anayasada anlaşmak gerekir. Ve tabi özellikle CHP’nin yeni kazandığı belediyelerde başarı elde etmesi lazım.
Sonuç
Yaşadığımız düzenden memnun değiliz. Herkesin bir düzenden memnun olama hakkı vardır; ama bu yetmez. Bu, onu değiştirip daha iyisini getirme görevini yükler insana. Değişimin gücü ise onu isteyenlerin gücü oranında olur ancak. Türkiye bir değişimin eşiğinde. Onun niteliğine, yönüne ve hızına müdahale etmek ise bizim elimizde. Bu çerçevede Türkiye’yi ve aslında genel olarak insanlığı kurtaracak 4 kavram grubundan söz edederk bitirelim bu yazıyı.
Barış ve Kardeşlik: İnsanın insanla, insanın doğa ile barışmasını ön görür. Kardeşlik sözde kalmamalı bir hukuka dayanmalıdır. Sözde kardeşlik eşitliği yaratmaz ama eşitlik hukuku kardeşliği yaratır.
Adalet ve Sevgi: Adil olmayan hiçbir toplum ayakta kalamaz. Sevgisini ve adaletini yitiren toplum yolunu da yitirir. Toplumsal beraberliğin yolu sevgiden ve adaletin tesisinden geçer.
Eşitlik ve Özgürlük: İki şeyden tasarruf edilemez; sağlıktan ve özgürlükten. Sağlıktan tasarruf ölümü, özgürlükten tasarruf esareti getirir. Toplum hem sağlıklı hem özgür yaşamak istiyor. Kimse artık ölümle korkutulup sıtmaya razı olmak istemiyor.
Bilim ve Sanat: Bilim yolumuzu, sanat ruhumuzu aydınlatacaktır. Anlamsızlığı gidermek için sanat, eşitliği sağlamak için de bağımsız ve tarafsız hukuk gerekli. İlerleme de ancak bilime içten bağlılıkla olabilir. Geldiğimiz noktada bunları hemen işe koyularak başarmak zorundayız. Yarın geç olabilir!