Keklik mi dediniz?
O gece de hiç uyuyamadı. Askere gelmeden önce hamile olan eşi doğmuş, bir kızı olmuştu. Kaçamak bir iki günlük izin için başvurduğu komutanı: 'Bu koşullarda sana izin veremem, sabret.' Demişti.
Ne var ki kaç gündür henüz yüzünü göremediği bebeği rüyasına giriyor, ellerini boynuna doluyordu.
"Karakolun güneyindeki dağlarda hareketlenme var."Haberi gelince silahlarını donanıp yola koyuldular.
Çok uzaklarda, kara gevenlerin kuşattığı dik yamacın altında pusuya yatanlar da hareketlendi. Öncüleri:
"Haber geldi. Keklikler suya iniyor." Diye fısıldadı.
Yola kuş bakışı bakan dik kayalığın üzerine yapışan keskin nişancıya haber verdiler.
Önce motor sesleri duyuldu. Önde mayın tarayıcısı askerler yola olası bir patlayıcı yüklenip yüklenmediğini kontrol ediyor, arkadan askeri araçlar usul usul ilerliyordu.
Mayın tarayıcısı askerlerden biri her gece düşünde boynuna sarılan bebeğini gören askerdi.
Kayanın üzerine yatan keskin nişancı o askeri hedefine almıştı. En yakın mesafeye girdikleri anda tetiğe bastı. Sesten bile hızlı kurşun, kor bir alev olup mayın tarayıcısı askerin sol göğsüne girip parçaladı. Sabahın sessizliği, askerin yüreği gibi paramparça olmuştu.
Keskin nişancı elindeki telsize basıp:
"Keklik bir!" Dedi.
………………..
Keklikle ilk tanışıklığım henüz ilkokul üçüncü sınıftayken olmuştu. Yapı ustası büyük dayım Abbas Ayçiçek kafes içinde getirdiği bir çift kekliği odunluğun üzerine yerleştirmiş, biz mahalle çocuklarına unutamayacağımız seyirlik kazandırmıştı. Her sabah okula giderken ve akşam okuldan dönerken dayımın kafeste tuttuğu kekliklerin yanına varıp yemliyor, vişne rengi gagalarına dokunmaya çalışıyorduk.
Ama bir gün kafesin olduğu yere geldiğimizde kekliklerin olmadığını görmüş Çeço lakaplı Sakine yengemize akıbetlerini sormuştuk.
"Dayınıza emanetti onlar. Geri götürdü."
Sonra gerçeği öğrendik ki o sıralar işe gitmeyen dayımız, kekliklerin alıcısı çıkınca satmıştı.
……………………………….
Daha geçen yıllardı.
Antalya'da bir sabah vakti keklik sesleriyle uyandım.
Sesin geldiği yere, balkona koştum. Birkaç metre ötedeki apartmanın balkonundan geliyordu sesler. Dikkatlice bakınca, yuvarlak kafes içindeki keklikleri görebildim.
Komşumuz, yayladaki köylerden birinde hasta olan babasını yanına getirmişti. Babası gelirken köyde beslediği keklikleri de beraberinde getirmiş:
"Onlar olmazsa, gelmem."Diye oğluna şart koşmuşmuş.
Günlerce her sabah o kekliklerin ötüşüyle uyanıp, dayımın kekliklerini anımsadım.
Yaşlı amca tedavisi bitince yayladaki köyüne dönmüştü. Dönerken de kekliklerini götürmüştü. Bir tuhaf oldum... Kentin orta yerindeki mahallemizdeki o bilindik kirli sesler yeniden sabahlarımızın üzerine çöreklenmişti.
……………………….
Çok ama çok yıllar önce Fikret Hakan'ın Murat'ın Türküsü adlı bir filmini izlemiştim. Sonraları o film Ala Geyik adıyla yeniden sinemaya uyarlandı. Bir avcının yaşamını öykülüyordu film. Geyik avcısı sevdiğine söz vererek bir daha geyik avlamamaya yemin etmişti. Ne var ki düşmanlıkların hiç bitmediği Anadolu'da, Murat'ın da düşmanları vardı. O'nu dağlara çekmek için geyik sesleri çıkararak tuzağa düşürüyorlardı. Tıpkı bugün, kınalı keklik avlayanların kulaklarına fısıldanan ölmek ve öldürmek konulu uyduruk hikâyeler gibi.
…………………………….
Keklik, ceylan, allı turna, güvercin, üveyik… Hepsi de zengin kültürümüzün hiçbir zaman kaybedilmeyecek objeleri değil mi?
Ama keklik denince aklıma hep ele geçirilmişlik, kabul ettirilmişlik, kurban edilmişlik geliyor…
Kim bilir şimdi hangi dağlarda, geçit vermeyen vadilerde, ellerine silah tutturulmuşların nişangâhında, henüz bıyıkları yeni terlemiş fidan gibi delikanlılar keklik olmaya doğru son adımlarını atıyorlar.
Yani demek istiyorum ki keklikleri doğaya salıvermek kadar onları yaşam alanlarında korumak da kaçınılmaz bir görev ve sorumluluk.
Tek çaresi de iki ayaklı insan denen baykuşların çenelerini kapatması ve onların yerine barış türkülerinin haykırmalarıdır.
Defolun hayatımızda halk düşmanları.Çekin kanlı pençelerinizi güvercin kanatlarından.