KORKUNUN AYAK SESLERİNİN ADIYDI 12 EYLÜL!
Bir önceki yazım Son darbe'de 12 Eylül darbesinin 12 Eylül 1980 yılında Uşak'ta henüz çiçeği burnunda evliyken el öpmeye gittiğimiz sırada denk geldiğini yazmıştım. Ve dönüşte yakılan kitaplarımdan...
Yaşar Kemal'in İnce Memed romanının ilk iki cildini mozaik taşı yapan taş ocağında hafta sonları amelelik yaparak aldığımı söylemiş miydim?
Mahallenin Van kedisi pamuğun toprak damlı evimizin bana ayrılan küçük odasında her yıl doğum yaptığı özel sandığımda bir tek Haydar Dümen'in o sıralar tezgâh altı satılan kitapları kurtulmuştu. Anacığım küçük kilitli sandığı açamayınca babamın etrafı didik didik eden arayışına:
"Yattığı odada kitap yok!" Diyerek yön değişmesini sağlamış ama odunluk ve kömürlük dediğimiz bağımsız binadaki koliler içinde duran bütün bilimsel kitapları ve klasik eserleri banyo sobasında yakmışlar.
"Her gün banyo çamaşır mı var?" Diyen komşumuza da:"Çamaşır... Perdeleri elden geçiriyoruz. Kışa hazırlık."Denilmişti.
Anacığımın anlattığına göre rahmetli babam banyo sobasına her kitap sokuşturduklarında:
"Verdiğim harçlıkları, yaz tatilinde çalışıp kazandıklarını hep kitaba yatırmış. Vah! Vah! Hem de Lenin'e, Marks'a!"Diye dövünüyormuş.
Oysa yakılan kitaplar sadece bilimsel olanlar değildi. Romanlar, öyküler, şiir kitapları... Nazım'dan da, Necip Fazıl'a, Hasan Hüseyin'den Arif Nihat Asya'ya bütün şairlerin canım kitapları!
Doğru söylemiş babam... Ancak Yaşar Kemal'den, Nazım'a, Hasan Hüseyin'den, Can Yücel'e, Bekir Yıldız'dan Erdal Öz'e, Jack Landon'a ait olan eserler yanarken Hazreti Ali'nin cenklerini anlatan masalımsı kitapları kayırmış, yakmaya eli varmamış.
İlkokul ve ortaokulda aldığım ve arkadaşlar arasında elden ele dolaştırdığımız; Teksas, Tommiks, TomBraks, Kaptan Swing, Tex, Karaoğlan, Tarkan gibi çizgi romanların da canına okmuş. Yani onca kitap duman olup uçmuş.
CHP Gençlik Kollarında yetişmişiz... Özgürlük Yolu gibi çizgilerdeki arkadaşlarla dost olup, buluşmuşuz. Halk Evi üyeliğimiz olmuş. Bütün bunlar bir darbenin yumruk indirecekleri için kolayca suç sayılabilirdi. Ve hele örgütlüyseniz, mahpus damlarını boylamak yetiyor.
Uşak'ta kent merkezindeki PTT'den Van'ı ararken korku içindeyiz:
-Arayan var mı?
"Yok!
-Polisten gelip giden?
"Hayır!"
Ve annemin hüzünlü sesi:
"Kitapların var ya..."
-Evet, anacığım ne oldu?
"Babanla ne olur ne olmaz diye yaktık."
Ve ana-oğul arasındaki o küçük sessizlik.
-Canınız sağ olsun anacığım. Zaten hepsini okumuştum.
Ve annemden kopan sevinç çığlığı ve ta yüreğinin en derininden kopup gelen saf bir yanıt:
"Baban da öyle dedi. Merak etme hanım dedi, o hepsini okumuştur. Şimdi içim rahat oğlum."
Ortalık biraz sakinleşince Uşak'tan, Van'a; İzmir'den gelip geçen Van gölü turizm otobüslerinden biriyle dönüyoruz.
Yol en az 26 saat!
Afyon, Ankara, Kayseri, Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş üzerinden geçecek otobüsle sıkıntı dolu bir yolculuk başlıyor. Kent girişlerinde ve çıkışlarında asker ve polis ellerindeki çok sayfalı dosyalara bakarak yolcuların kimliklerinden kontroller yapıyorlar. Yüreğimiz bir kuş yüreği gibi ürkek. Olur ya pis bir muhbir vatandaşın oyununa gelmek ya da gözaltı yiyen bir korkağın paniğiyle adımızın ağzından çıkması ve kayıtlara düşmesi darbenin mahpusları arasına bizi de alabilirdi.
Ankara'da otobüs terminalinde yarım saatlik molayı fırsat bulup eşimle, babamı arıyoruz.
1976-1978 yılları arasında Van Adliyesine zabit kâtipliği yapmışım ya... Rahmetli babam oradaki arkadaşlar vasıtasıyla poliste veya askerde kaydımız var mı, yok mu diye araştırmış. Aldığı yanıt ise "Yok!" olunca rahatlamış. Bu bilgileri alınca korkularım biraz azalmış oluyor. Ama aklımdaki o muhbir vatandaş kaygısı yiyip bitiriyor içimi.
Doğu Anadolu kentlerine kadar hiçbir sıkıntı yaşamıyoruz. Ancak Malatya'dan sonra arama ve kontroller daha bir artıyor. Artık otobüslerin bagajındaki bavul ve çantalar bile didik didik aranıyor. Şükür yine askerin ve polisin elindeki sayfa sayfa listelerde ismim yok.
Van'a bu gerilim içinde, güvenlik ve arama kontrolleri de devreye girince 33 saati aşan bir süre sonunda ulaşıyoruz... Artık tek üzüntüm yakılan kitaplarım derken bu kez o sinsi korku yine içimde büyümeye başlıyor. Muhbir vatandaşların şeytanlığı! Van'da öğreniyorum ki; ne kadar yurtsever, bu ülkeyi ve insanını canı kadar seven arkadaşım varsa yüzde seksen beşi gözaltında.
Uşak-Van arası korkunun yerini muhbir vatandaş kaygısı ve vakitsiz çalınan kapımızdan beklenmedik misafirlerin gelme kaygısı alıyor.
Siyah beyaz televizyonda askeri darbe liderlerinin konuşmaları, kentlerde gözaltına alınan veya tutuklanan insanların acılı, hüzünlü görüntüleri, Avrupa'dan gelen insan hakları örgütlerinin işkence ve faili cinayetlerle ilgili araştırma yaptığı demeçleri, ancak böyle bir olayın olmadığının asparagas haberlerine gün boyu haber bildirilerinde yer veriliyor.
Bir akşam rahmetli babam elindeki kitapları uzatıyor:
"Bunlar yakılmaktan kurtardıklarım."Diyor.
Kitapları uzanıp alıyorum. Kitaplar Fransız Edebiyatının ünlü klasiklerinden:
"Pardayanlar!"
İşçi babamın çok hasta olduğu bir sırada on ciltlik bu serinin ilkinin kitap kapağı arkasına:
"Bir işçinin oğluna bırakacağı ne olabilir ki? Birisi temiz bir geçmiş, diğeri de manevi değeri olan yadigârlar. Ben de bu kitapları sana bırakıyorum. Hem sen okuyasın, hem de kardeşlerine okutasın diye."Yazdığı.
Diyeceğim o ki; 12 Eylül benim ve benim gibiler için korkunun ayak sesleri olmuştu... Kimileri için kan ve ölüm... Kimileri için işkence... Kimileri için de sinsice pusuya yatıp bir gün palazlanarak iktidar olmak için geçiş süreci... Ve dünyanın efendisi Amerika için stratejik önem arz eden bir ülkenin kontrol altında tutulması...
Yeri gelmişken söylemek isterim ki, askeri darbeleri ülkenin sıkıntıdan kurtulması olarak görenler ve Ulusal Kurtuluş Savaşının getirilerini bitmez bir miras gibi har vurup harman savunanların sudan bahaneleri, pasifistlikleri yüzünden bugün demokrasi dediğimiz düzlemde tek kale maç oynanma durumuna gelinmiştir. Günümüzün somut tahlillerinden biri de bu çok önemli gerçektir!
Bugün 12 Eylül'ü sadece kardeş kavgasına müdahale diye irdeleyenler büyük yanılgıya düşerler.
12 Eylül öncesi ve süreci daha sonrası müthiş bir Amerikan planının sahneye konulmasıdır. Belki biz 12 Eylül'e Son Darbe diyerek ülkemizin darbelerden arındırıldığının rehavetine kapılacağız ama "Tam Bağımsız Türkiye" utkusuna erişmediğimiz sürece askeri darbeler yerini kirli, entrikalarla bezenmiş senaryoların olduğu sivil darbelere bırakacaktır.