YÜZ
HACI ABDULLAH KOZAN
Kainatın en şerefli varlığı olarak yaratılan insanoğlu, güzelliğini yüzüyle tescillemiştir. Ademoğlunu ayırt etmemize yarayan vasıfların bütünü simasında toplanmıştır. İnsanları yüzleri sayesinde gruplandırıp ayırt edebiliriz. Güzel olup olmadıklarına yüzleri aracılığıyla karar veririz.
Birbirimizi, yüzlerdeki ifadeler vesilesiyle sever ya da nefret ederiz. Gönülden gelen sevecenliğin belirtileri ilk defa yüzlere yansır. Dostlukların, sevgilerin, aşkların dışarıya yansıyan aynasıdır yüz. Ayrılıkların, nefretlerin, tükenmişliğin bulaştığı ilk yer de yüzdür.
Aşklara kapı aralayan ifadelerin iç içe örüldüğü filizler burada tomurcuk açar.
Yüzlerde açan sevgi tohumlarının kökleri gönüllerde yer bulur. Her türlü meşakkate katlanan sevgiye susamış gönüllerin sığınağına giden yolun buradan geçtiğine şahit olmuşuzdur. Sessizce akıtılan gözyaşların çehrelerde bıraktığı iz, yaşananların şahidi gibidir. Çizgi çizgi parsellere ayrılan suratlar, nice anıların suladığı yarıkları hatırlatır. Ayrılıklara gebe gönüllerin duygu seli gibi yaşandığı noktaların başında gelir yüzlerimiz. Ruh halimizle ilgili mesajları, ilk defa buradan alır dostlarımız. Sonrasında üst üste sorular, yorumlar… Ve nasihatler…
Onlar kalbin aynası hükmündedir. Gönülde yaşananları çehrelerde görmek mümkündür. Ne kadar gizlesek de yaşadığımız hayatın dertleri çizgi çizgi suratımıza yansır zamanla. Nasır tutmuş dertlerin, acıların izler oluşturmuş çizgileri yansır yüzlerimize. Al al olmuş yanaklar, bir zaman sonra pörsür, kırışıklar içinde hayatın nasıl geçtiğini anlatır bizlere.
Yüz vardır; al yanaklar içinde bakmaya doyamazsın!..
Yüz vardır; kiraz dudaklar etrafına salkım söğüt misali kırmızı öpücükler kondurur.
Yüz vardır; kömür gözleri kirpiklerle çevrelenmiş ok gibi, aşığına saplamayı bekleyen cellât misali yüzler…
Sevginin penceresi, aşkın kapısı, sabrın tarlası misali duran yüzler…
Ne güzel sima ki; insan baktıkça bakmaya doyamıyor… Alamıyorsun gözleri ay yüzlü, güneş tebessümlü çehrelerden!..
Çeşit çeşit, rengarenk, ablak yüz, tombul yüz, yuvarlak yüz, esmer yüz, kavruk yüz, beyaz yüz, sarışın yüz, çilli yüz…
Her biri kainatın koklanmaya, sevilmeye değer farklı çiçekleri gibi!..
Evlenecek adaylar, önce insanın yüzüne, sonra tüm görünüşüne bakar. Hoşuna giderse tamam, gitmezse yok. Hatta aday olacak gelini hamama götürürler ki; vücutta herhangi bir güzellik noksanlığı var mı diye.
Aslında yüze anlam veren, hoşlanmamızı sağlayan gönülde bulunan ruhun inkişafıdır. Yüzlere yansıyan ifadeler, kalbin aynası durumundadır. İnsan ne taşıyorsa onu etrafına saçar. Etrafa saçılanlara bakarak ne taşındığını bulabilirsiniz.
Akla müracaat eden kalp, davranış olarak yansıttığı duyguları yüze aktarır. Yüz aldığı sinyaller sayesinde farklı şekiller alır ki, bu da insanın mimiklerini oluşturur.
İnsanoğlu yüzü sayesinde hem çekici ve cana yakın; hem de itici ve tiksinti veren biri olabilir.
Gülücüklerle dolu bir yüz, sevimsiz olur mu?
Asık suratlı bir çehre, insanlara sevecen gelebilir mi?
“Hiçbir yüz, senin yüzünden güzel değil.” cümlesinin farklı anlamlar içerdiğini söyleyebiliriz.
Hiçbir yüzün, sevgililer sultanının yüzünden güzel olması mümkün mü?
O, gelmiş geçmiş bütün yüzlerden güzeldir.
Sen o kadar güzelsin ki; hiçbir yüz, senin yüzünden güzel değildir. Sen güzellerin sultanı olduğun için herkes senin güzelliğine muhtaçtır. Yeryüzündeki güzellikler, senin yüzünden akseden güzellikleri alanlardır.
Bir başka ifadeyle diğer yüzler, senin çirkinliğinden dolayı güzel olamamışlar. Onların güzel olmamasına sebep sensin.
Sen şeytansın, nefissin!
Sen öyle çirkinmişsin ki; hiçbir yüz, senin yüzünden güzel değil. Onların güzel olmamasına sebep sensin. Sen çirkinlerin başı olduğun için kimseye güzellik nasip olmamış. Sana tabi olanlar, güzellikten nasibini alamayanlardır. Şikiri bozukların başı olmak, insana hasetten başka bir şey kazandırmayacaktır.
Halbuki her varlığın güzelliği, kendisinin adem aynasındaki görüntüsü olduğunu fark etmesiyle vücut bulacaktır.
Her güzellik, kendi gönül dünyasının yüze yansımasıdır. Yüzlere akseden güzellikler, gönülden kopan iyiliklerin bir neticesidir.
Senin güzelliğinden nasibini alamayan yüzler, elbette güzel olamazlar.
Ya Rabbi, senin cemalini görmek istiyoruz. Senin cemalini özlüyoruz. Dünyanın bütün yüzleri bir araya gelse, senin güzelliğinin zerresinin binde biri etmeyeceğini biliyorum.
Ya Rabbi, senin güzelliğini dünya gözüyle göremeyeceğimi biliyorum. Ancak bu özlemi içimde tutmama yardım et.
Ya Rabbi, senin merhametine, şefkatine, güzelliğine muhtacız. Bizim gönüllerimizi güzelleştir. Nefisle ve şeytanla baş başa bırakma.
Ya Rabbi, senin cemaline benzer hiçbir yüz yoktur. Güzelliğinden bize nasip eyle.
Gönlümüzü, huyumuzu, davranışımızı güzel kıl. Bizleri güzel ve merhametli yüzlerle karşılaştır. O yüzlerden bize nasip eyle.
Sana bakacak yüzümüz olması için bizi utanılacak davranışlardan ırak eyle. Yüzsüz, arsız ve zalimlerle karşılaştırma. Aklımıza, düşüncemize, eylemlerimize güzellik ver.
Peygamberimizin sancağı altına bizleri de topla. Gül yüzlü Peygamberimizin şefaatine nail eyle!
Ya Rabbi, bizi mahşerde yüz üstü bırakma!
GECENİN MAHMURLUĞU
NECATİ İLMEN
Kaç asır
Bilmem ki kaç sabah
Doğrularımızın boyunduruğu kıskancındayız
Bir türlü bitmeyen bir kış uykusundayız
Baykuşlar ötüyor gülşenimizde
Hatıralar gizli, suskun gözlerimizde
Biçiyor gelişmiş mitralyözler fidan boylu delikanlıları
Tamda aşka susamışken
Arsızların kahkahaları boğuyor geceyi
Soldu yarıda kalan ümitlerimiz
Güneşi kaybedince
Kıymetten düştü her şey
Konforun kucağı
Paranın büyüsü
Kadının süsü
Bir orkinos alıp götürdü üstünlüğümüzü
Balkonlarımızdan bakmaz oldu sardunya çiçekleri
Göyermiş kahramanları kimler sulasın şimdi
Oturunca kibrin sofrasına
Hâlimiz düştü yere damlarımızdan birer birer
Sonra asırlardan damıtılan sözlerimiz
Sahte bir banknot gibi cüretkar artık gülücüklerimiz
Anlımızdan vuruyor üşengeçlik mermisi
Heyecanlandırmıyor artık fezanın çiçekleri
Yer kürenin bilinmezliği
Bir hayli zaman oldu unutalı
Kurtla kuzuyu Dicle’nin kenarında
Uçup gitti Ebuzer bir kuşun kanadında
Hani yedi iklim dört kıtada söylenen şarkılarımız
Hani Yusuflar yetiştiren gül bahçemiz
Hani güneyden esen rüzgarların melül sesi
Hani Barbaros’u dirilten gemilerimiz
Nerede kaybettiğimiz aşkın enlem ve boylamı
Nerede damarlarımızdan usulca çekilen kardeşlik bağı
Nağmeler niçin bizden değil
Niçin bizden değil konuşan aynalarımız
Bir zamanlar bölüştüğümüz ekmek
Böyle uzaklaşmayacaktı bizden.
Merhamet dilenen çocukları
Bırakmayacaktık böyle yüz üstü
Çıkarla örülmeyecekti sormalarımız
Büyük laflar etmeyecektik hani altında kalamayacağımız
Bir zamanlar korktuğumuz yalan
Korkmayacaktı bizden böyle
Bir tuşla değiştirdiğimiz kadim dostluklarımız
Yıkılıp gitmeyecekti zamansız
Tahammül kâr değiliz artık
Her dokunan söndürüyor çerağımızı
Can çekişen adaletin bumerangı vuruyor surlarımızı
Yükselmiyor gökyüzüne bahçıvanın gözü yaşlı duası
Yağmur getirecek bulutların nicedir mecali yok
Nicedir nal seslerinden belli atlarımızın yorgunluğu
Ve henüz geçmiş de değil gecenin mahmurluğu
HAYAT ÇİZGİSİ
ABDÜLMELİK BAYIR
Yol tekrardan önümde, üzerinde yürünsün diye gözlerini bana dikmiş. Bu yol gidildikçe uzayan bir yola dönüşmeye başladı. Sonu ya şifa olacak ya ölüm, bir ev dolusu hüzün. Çantayı kitap ve kıyafetlerle doldurdum. Varacağım yer hastane. Babam sonunda kararını verdi. Ameliyat olacakmış. Bir hafta öncesinden hazırlıklara başlayacaklar. Beden üzerinde bazı kontroller gerçekleştirilecek. Ameliyata hazır mı değil mi diye sanırım, öncesi ve sonrası çıkabilecek sorunlara karşı tedbir diyebiliriz.
- Kardeşlerin evde yalnız kalmasınlar, sen evde kal, ben babanın yanındayım, dedi annem boğuk bir sesle.
- Olur mu hiç öyle, iki yaşında kızın var. Sen evde kalıyorsun, ben kalırım babamın yanında. Orada daha çok işe yararım hem.
- Tamam oğlum, baban için birkaç parça elbise getirecektin.
- Yanımdalar anne, kendime biraz kitap da getirdim. Burada zamanım çok olur, ders de çalışırım, kitaplarımı da okurum. Sen kardeşlerime ve kendine sahip çık, bizi düşünme. Ameliyat bitecek sonraki hafta evimize dönücez, sapasağlam.
Umudum o yöndeydi, babamla sapasağlam dönecektik yuvamıza.
Hastanedeki odamıza yerleştik, oda kirlenmiş, bir hasta için pek de güzel koşullara sahip değildi. Ki son zamanlarda temiz olmanın önemi daha da çarpıyordu gözlerimize. Salgın sürecinde hiç rahat değildik zaten, hastanede de rahatlık lügatten çıkmışçasına kullanılmayan bir kelimeydi artık. Covid-19 testi yapmak isteyenler buraya geliyor, tanı konanlar ise yine burada izole ediliyordu.
Köşede bayağı toz almış bir masa vardı, ders çalışmam için uygundu. İyice bir temizleyip kitaplarımı üzerine bıraktım. Sonra düşündüm de aynı şeyleri tüm oda için yapmam gerekiyor. Kantinden yüzlü paket bir ıslak mendil aldım. Önce çarşafları değiştirdim, sonra baştan sona tüm odayı ıslak mendille temizledim. Bu sırada babam ayağa kalkıp geziyor, hatta ara sıra bana yardım ediyordu. Tüm odayı temizledikten sonra artık rahatlamıştım ya da öyle zannediyordum. Ders çalışmaya hazırdım, akşam da kitap okurdum muhtemelen. Birkaç soru çözdüm ki kırmızı eşarplı zayıfça bir hemşire elindeki kutuyla içeri girdi:
- Şakir Bayır.
- Evet buyurun.
- Neyiniz oluyor.
- Babam oluyor.
- Salgın nedeniyle ziyaretçi kabul etmiyoruz, siz de dikkat edin. Her sabah personelden temiz çarşaf ve yastık kılıfı alın. Hastanızın gayet temiz kalması lazım. Arada gezdirin hastayı, o sırada odayı havalandırabilirsiniz. Ha bir de yemek konusunda, aşçı yemek verirken diyet yemeği isteyin.
Ben de musahharane bir şekilde başımı öne doğru salladım.
Hemşire sözlerinden sonra babamın koluna iğne yapıp gitti. Babamın elinde doksan dokuzluk bir tesbih, içinden bir şeyler söylüyordu. İçinde biraz korku vardı sanki. “Nasılsın?” diye sordum. “Allah’a hamd olsun.” deyip sustu. “Ben de derslerime döneyim bari.” diye geçirdim içimden ama dönemedim. İçime bir sıkıntı çökmeye başladı. Babam sessizdi ama tesbihinin boncuklarını teker teker geriye atışı, içinde bir yangın olduğunu söylüyordu sanki. Bir an kendimi onun yerine koydum. Sonra tüm ihtimalleri gözümde canlandırdım. Bu gözümden gelecek ilk yaşlara yetmişti. Gayet sakindim aslında, bir sorun yokmuş gibi devam ediyordum hayata. İlerde yaşanabilecek tüm olaylara hazırlıklı olmam lazımdı.
Bu içimde büyüyecek yangının kıvılcımıydı. Olaya tıbbi bir bakış açısıyla bakıldığında bu hastalıktan kurtulmanın ameliyatlık bir iş olmadığını görüyorduk. Hissiyatım da buna destek çıkıyordu. Ama nedense bir mucize beklercesine bu kararı vermiştik. ‘Ne olacaksa olsun’ tavrı içerisindeydik, daha doğrusu babam öyle düşünüyordu.
Bir hafta geçmişti artık, bakımlarla, kantine geliş gidişlerle. Yasak olmasına rağmen ziyadesiyle ziyaretçi gelmişti. Belki de bu gelişleri babamı son kez görmek içindi. Buna benzer korku ve kaygılarla babamı ameliyat sedyesine koyup gönderdik. Girişi bol duayla olmuştu. İki üç saat girer çıkar diye düşünüyorduk. Namaz kılıp geri dönecektim, kalabalık akraba topluluğunun arasından sıyrılıp mescide gittim. Belki hayatımın en uzun süren namazı değildi ama ettiğim dualar yarım saatimi almıştı. Dikkatimi çekti, Rabbim’den babamın iyileşmesini değil, herkesin hakkında hayırlısını olmasını istemiştim. Babam belki ameliyattan sağ çıkacaktı ama çekeceği acıların haddi hesabı olmayacaktı. Belki ben ve kardeşlerim babasız, annem evsiz kalacaktı ama bu bizim için daha hayırlı olacaktı. Gelecek ile ilgili kaygıya düşmemem gerekirdi bu yüzden, ne olursa olsun sorumluluğum büyük olacaktı ilerde. Dik durmam, çevremdekilere güven vermem gerekirdi. Hep bu şiarla devam ettim yoluma.
Tahminlerimiz hiç de bizden yana olmadı. On beş saate yakın bir süre boyunca babam o sedyede doktorların ellerinin altında kaldı. Çıktığı anki halini görmek istiyordum ama göremedim. Nasip olmadı.
Babam yoğun bakımda iki hafta kaldı. Ben de bir ihtiyaç olur diye koltuklarda, sandalyelerde uyuyor; tüm vaktimi boş boş hastane köşelerinde geçiriyordum. Tabii içim dolu dolu, kafamda birçok düşünce, ne yaptığımı bilmeden zamanın akışıyla beraber akıyordum. Ameliyattan sonra hiç güzel şeyler olmadı. Ölümün kokusu artık burnumun direğini kırmış, tabii olarak umutlarım tükenmişti. “Hatta babamı ölü bir şekilde görürsem ne olacak?” diyerekten kafamda kötü senaryolar oluşturuyordum. Her ne olursa olsun bundan sonra aileme ve geleceğimize odaklanacaktım. Ancak böyle toparlanabilirdim. Beni en çok kardeşlerim kaygılandırıyordu. Kendi geleceğimden çok onların geleceği beni dertlendiriyordu.
Yoğun bakım süreci çok değişik tecrübeler kazandırdı bana. Birkaç defa babamı ziyaret ettim, birkaç kaşık çorba içirdim. Babamın boğazından, burnundan, başından çeşitli borular çıkmış, muhtelif cihazlara bağlanmıştı. Bunları görüyor olmak, karşında bir insanın üzerinde, hem de o insan hayatındaki en yakınınken. Buna acı tecrübe denirdi sanırsam.
“Bir an önce buradan kurtulup evimize gidelim.” dedim babama. Beni dinliyor gibiydi, duyuyor muydu bilmiyorum ama. Ona olumlu şeyler söylüyordum, tabi söyleyen ben miydim bilmiyorum. Söylediklerim kendime inandırıcı gelmemişti. Son bir haftamız da geçti ve bir aylık hastane periyodu sonlanmıştı. Son anlara yaklaşmıştık, onun farkındaydım. Babam her geçen gün aramızdan ayrılıyordu.
Tüm bunlar olurken ben etrafıma pozitif bir enerji aşılamanın peşindeydim. Hem kardeşlerim hem annem tüm olanlardan çok yorulmuştular. Kötü düşüncelerden kurtulmalarının tek yolu da benim mutlu görünmemdi. Çünkü ilerde yaşanabilecek bir olay her şeyin sapa sarmasına, çığırından çıkmasına zemin hazırlayabilirdi.
İki hafta daha geçti, haftalar durdurak bilmeden geçiyor, sanki zamanın geçmesini bizden daha çok istiyorlardı. İstedikleri belki de bizim daha çok üzülmeden her şeyin oluruna varmasıydı. Ama her ne istiyorlarsa benim kafam dağınıkken, hayatın seyrine dalmışken gerçekleştirdiler. Takvimin ilk ayının yirmi yedinci yaprağında, akan suyun bir damlasıymışçasına bir günde yine dershaneden çıkmış eve dönerken yolumun üzerinde bir ışık demeti gördüm. Bu ışık demeti yabancı değildi, hastane penceresinde ziyadesiyle gözüme çarpmıştı. En başta anlamadım yahut anlamak istemedim, sonra içime bir ağırlık çöktü. Ne yapacağımı bilemedim, haftalardır aklımda tasarladığım hiçbir senaryoya ayak uyduramadım. Yürüdüm, merdivenleri çıktım, çantamı bıraktım. Bu arada etrafımda öne eğilmiş başlar, çaresiz bakışlar... Odaya girdim üzerinde bir battaniye vardı, başta annem diğer insanlar etrafına dizilmişlerdi.
Bitti artık, yeni bir serüven dizisi bizi bekliyordu. Evet hiç olmadığı kadar çok ağlandı, göz yaşları döküldü, taziye dilekleri verildi. Evet zordu ama her zorlukla bir kolaylık vardı. Ben bunları O kitaptan sırf söz olsun diye okumamıştım. Belki bizim kurduğumuz küçük dünyanın kıyametiydi ama gerçek dünya hala bizi bekliyordu. Evet babam bir güneşti. Şüphesiz annem de o güneşten ziya alan bir mehtaptı. Biz ise yine o güneşten feyz alan, ilerde onun gibi parlak olmak isteyen birer yıldız idik. Gecemizi aydınlatan bir mehtabımız, gündüzümüzü karanlıktan koruyan bir güneşimiz vardı. Lakin biz o güneşimizi kaybetmiştik. Ziya alacak bir kaynağımız yoktu. Mehtabın da ışığı kesilmiş, gecemiz karanlık, gündüzümüz daha da karanlıktı.
Bizim bir güneşe ihtiyacımız vardı. Tekrar bizi ısıtacak, bize ilham ve inanç kaynağı olacak, etrafına güven verecek, huzurun kaynağı olacak, evin en sağlam kolonu olacak... Tüm gözler üzerime çevrildi. O gözler bana, “Sen bir yıldızsın, büyüyecek ve olanca ihtişamıyla bir güneşe dönüşeceksin.” diyorlardı. Benim hayatım işte o zaman başladı. Belki bunlar bir hatıra olarak akıllara kazındı ama bir yolculuğun da başlama çizgisi oldu.
SENDEN ALMIŞ
EDİZ SERVAN ERDİNÇ
Önümden geçen rüzgâr, incecik belin gibi.
Şu selvi boylu dağlar boyunu senden almış.
Dünyada cennet var mı mavi gözlerin gibi?
Eşsiz olan ırmaklar suyunu senden almış.
Ruhum sensiz hep böyle delikanlı bir serkeş.
Senden ayrı üstümden yağıyor her dem ateş.
Saçından doğar güneş, endamına olmaz eş.
Laleler, menekşeler soyunu senden almış.
Yüreğimin divane Mecnun’dan yoktur farkı
Benim için de dönsün vuslatın deli çarkı
Bir seni seveceğim yaşım bulsa da kırkı
En ölümsüz sevilmek huyunu senden almış
Manayla sevenlere eziyet değil sevda
Gece gündüz, dört mevsim nedamet değil sevda
Onlardan başkasına emanet değil sevda
Ferhat aşkın en şirin köyünü senden almış
Kirlenmiş dünyada sır saklayanın olmuyor.
Dertlerim bin türküdür, söyleyenim olmuyor.
Başım önde yürürüm, anlayanım olmuyor.
Gönül hasretin demli çayını senden almış.
Uykumun yarısında, ekmeğin arasında.
Yoktur senden başkası kalbimin yarasında.
Sabahın aydınlığı, gecenin karasında.
Kalbim her an cennetin toyunu senden almış.
DEĞERSİZLİK HİSSİ
NECLA ARPA GÜLAÇAR
Sevgili Dostum!
Hergün rutine çevirdiğim akşam yürüyüşleri artık bende bir meleke haline geldi.
Zira bu yürüyüşler olmasa uzak bir geçmişi olmayan, yakın zamanda kalabalık şehrin ortasına, insanlar nefes alsın diye yapılan küçük bir korusu da olan bu şahane park bir hayat kurtarıcı gibi her akşam imdadıma koşuyor...
Her birimiz gönüllü olarak kendimizi haps ettiğimiz betondan, havasız, ruhsuz evlerimizden özgür olduğumuzun farkındalığına varmak için günün belli saatlerinde rutinimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz...
Gökyüzünün rengi gri, yağmura gebe rüzgarda ahenk ile dans eden kurumuş sarı yaprakların hışırtısı kulaklarımda geçmişten gelen bir melodiyi anımsatıyor...
Çınar, meşe, iğde, kestane yaprakları bazen yarış halinde bazen raks ediyor bazen de son yolculuklarının hüznü ile çıkardıkları seslerle eşsiz bir ritimle koptukları dallara sevgilerinin bir delili olsun diye dallarının sahibine yani kopktukları ağacın gövdesine kendilerini bir sunak gibi sunuyorlar...
Nereye uçarlarsa uçsunlar dönüp geldikleri, dalından koptukları ağacın dibine geliyorlar...
Hayatın gerçeğini tabiatın diliyle tüm çıplaklıkları ile kendilerini anlayanlara sunuyorlar...
Sonbahar hep hüzün damıtır. Hep düşündürür sonbahar. Sonbahar hep yazdırır bazen ağlatır...
Rehavet ve atalet ile geçen yazın pişmanlık mevsimidir sonbahar...
Bir muhasebe mevsimidir sonbahar.
Bir devinim ölüme 5 kala yeniden farklı bir dirilmenin adıdır sonbahar...
Sonbahar yalnızlığı hatırlatır
Ölümü, ihtiyarlığı,geçmişi, geleceği...
Hep mat yüzler çoğalır sonbaharda söylenecek sözler birikir hezeyanlar sarar hantal geçen bir yazın uzun soluğu soğuk sonbahar rüzgarların da alınır...
Her yürüyüş hayat yolculuğuma eklenen bir serüven... Dinlenmek için oturduğum bankı boş bu bulma umuduyla ilerliyorum maalesef sessizce herdem sahiplendiğim bankımı boş bulamıyorum...
Hüzün okyanuslarında kaybolmuş 45 yaşlarında bir kadın oturuyor benim bankımda...
Yumuşak bir üslupla soruyorum oturabilir miyim? Evet anlamında başını salladı oturdum kadıncağız elindeki kağıt mendilini durmadan yüzüne götürüyor ağlıyor sessizce...
Giydiği kıyafetler ile orta halli bir yaşantıdan geldiğini gösteriyor açık tenli orta boylu oldukça güzel ve narin kadın bana çekinerek bir bakış attı iri yeşil gözlerinden az önce boşalan yaşlar yerine sisli bulutlar çökmüş her zaman boşalmaya sisini dağıtmaya hazır bulutlar...
Hemen hemen bu şehirde insanlar yalnızdır... Genellikle kimse kimsenin derdini sormaz biliyordum konuşursan ilgilenirsen altından bir şey çıkacak belki iyi niyetli değildir gününü kurtarma derdinde olan bir işgüzardir bu kadın...
Ne kadar hızlı düşünüyorum böyle bu kadına tevafuk ettiysem vardır bir sebebi deyip.
Merhaba! dedim... Merhaba dedi kadın Bir şeye ihtiyacınız var mı? Size su alabilirim...
- Hayır gerek yok!
-Biraz konuşmak isterseniz sizi dinleyebilirim...
Benim samimi davranışlarımdan etkilendi galiba yeniden ağlamaya başladı...
Biraz kızdım kendime hiç tanımadığı bir insana neden için döksün ki...
- Havada bir ağırlık var ve iyice soğudu.dedim.
-Evet keşke tek derdimiz şu havalar olsa...
Bundan cesaret alarak 'derdini söylemeyen derman bulamaz" dedim...
-Derdimi söylesem ne yapacaksınız ki sadece sizi üzülmüş olacağım...
- olsun dedim...
-Biraz hafiflersiniz bakarsınız bir çözüm buluruz...
-65 kilogram ağırlığındayım. Özel gereksinimlerim standartların altında iken 3 insan gücü kadar çalışıyorum ama şu dünyada kapladığım yer fazla bana yer yok herşeye ve herkese fazlayım ben...
Fazlalıktım demek ki hiç sevilmedim...
Yaralarımı hep kendim sardım hep güçlü olmak zorunda kaldım...
- olur mu hiç öyle şey Rabbimiz hiçbir şeyi boşuna gereksiz yaratmamıştır...
Sizin vesileniz ile dünyaya ne güzel evlatlar gelmiştir...
Öyle mi dersiniz peki o halde neden kendimi fazlalık gibi hissediyorum varlığımın son buluşu ile aslında kimsenin hayatında önem arz etmediğimden unutulup gideceğim kısa sürede sadece işleri aksayacak biraz belki varlığımi bile hatırlamayacaklar... Unutulmaz!
Ama iyi ki unutmak diye bir şey var unutmak diye bir ilaç var yoksa nasıl devam ederdik yaşamaya...
Bakın belki birkaç gün sonra veya birkaç saat sonra benimle yaptığınız bu konuşmayı unutacak hayatınıza devam edeceksiniz...
Hiçbir insan ve canlı fazlalık değildir. Hiçbir işe yaramayan diğer faydalı bitkilerin büyümesine engel olan yabani otlar zararlıdır...
Mesela insandaki fazlalık ise işe yaramayan psikolojisini, maneviyatını bozan düşüncelerdir...
-Eşinizle mi kavga ettiniz?
-Kavga iki kişiliktir karşılık vermediğim halde her şeyin müsebibiyim...
canı sıkkın olur benden çıkarır oysa benim istediğim tek şey değer görmekti bana kendimi değersiz hissettiriyor bazen karşıma geçip sen bir hiçsin diyor...
Böyle dediği zaman kendinizi gerçekten bir hiç mi hissediyorsunuz ve onun size niye böyle dediğini hiç düşündünüz mü?
Evet kendimi kötü hissediyor ve demek ki ben bir hiçim ondan dolayı söylüyor diye düşünüyorum...
- İşte cevabını verdiniz bile sizdeki zayıflığı farketmiş değersizlik hissinin sizi ne kadar üzdüğünü fark etmiş sizi üzmek için yapıyor bu kozu siz onun eline vermişsiniz...
Aslında bazen insanlar karşıdaki insanları davranışları ve eylemleri ile yargılarken sorunun kaynağı çoğu zaman karşıdaki değil kendisidir.
Size kendisini değersiz hissettiren kişi, aslında kendisini değersiz hissediyordur sizi hiç olmakla suçlarken kendisi bir şeyleri başaramayıp, güçsüzlüğüne çare bulamayıp karşısındakini suçlayarak kendi güçsüzlüğünü çaresizliğini böyle kapatıyordur...
Siz bir kadın olarak zaten çok güçlüsünüz dünyanın en zor işini başarmışsınız anne olmuşsunuz...
Allah doğurmayı erkeğe değil kadına yüklemiştir çünkü kadın güçlüdür, kadın merhametlidir zoru görünce kaçmaz nice engelli çocuk annesi gördüm eşi onları terk etmiş çünkü engelli bir çocuk ile uğraşmak merhamet ister, güç ister sabır ister, yeterlilik ister, fakat Baba çoğu zaman bu misyonu yüklenemez bu sorunlardan kaçar evi terk eder...
-Bu arada adınızı sormadım! -Ben Nilgün dedi: ağlayarak beni evden kovdu...
- Olabilir eşiniz yine kendisini güçsüz hissediyordur en yakını ve tüm kahrını çeken kadına bağırarak kendisini güçlü hissetmek istemiştir..." öfke kapıdan girince akıl pencerelerden evi terk edermiş büyüklerimiz öfke ile söylenmiş sözlere aldırmayınız kendinizi toparladıktan sonra evinize geri dönün aklınız ile onu yenebilir onu yönetebilirsiniz...
Tavrınızı değiştirin,öfkesi geçtiğinde eşinize değerli olduğunu, aileniz için çok işler başardığını ailesinin rahat etmesi için hep çalıştığını ailenin reisi olduğunu söyleyin ya da hissettirin...
Sonra yumuşak bir ses tonu ile ben de değerliyim çünkü Allah beni bir insan, bir kadın, bir anne, bir eş olarak yaratmıştır ben kendimi çok değerli hissediyorum asla bir hiç değilim annemin babamın özenerek büyüttüğü evlat iken seninle evlendim soyadını taşıyorum çocuklarının annesi sadece bunlar bile bana çok değer katıyor biz bu toplumu oluşturan bir aileyiz ailemiz iyi olmalı ki toplumda örneklik teşkil etmeliyiz... Nilgün Hanım rahatlamış görünüyor...
-Bunları söyleyebilecek miyim peki?
-Nilgün Hanım kadınlar güçlüdür isterlerse Savaş başlatır isterlerse savaş bitirirler uygun zamanı kollayın sakin, sabırlı, yumuşak sözlü olun kendinizi ezdirmeyin değersiz hissetmeyin. Zira yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlık değersiz değildir iyilik ile bütün yaralar kötüler bile iyileşir iyi kalpli ve sabırlı olun zafer sizin olacaktır...
Saatime baktım vakit bir hayli ilerlemişti Nilgün hanıma parkın çıkışına kadar eşlik edebileceğimi söyledim beraber yürürken telefon numaralarımızı birbirimize verdik...
O ağır, düşünceli adımları ile evine doğru yol almaya başladı...
Ben ise mutluydum bir insanın yüreğine dokuna bilmişliğin sevinciyle dolup taşıyorum düşüncelerim kalemsiz yazılarım beni terketmiyor kafamda yazıp çiziyorum...
Ah bu metropol! sokaklarında, caddelerinde asık suratlı, soluk benizli, yalnız insanların dolaştığı metropol!
İnsan, insanı iyi edebilir konuşacak bir zemin, mekan bulabilirse...
Vesselam...
İNSANOĞLUNA
ÂDEM KILIÇ SERHEDÎ
Bir gece vaktinde düşerken yola
Menzil uzak olur insanoğluna
Bu gidişin sonu bilemem n'ola
Nefsi tuzak olur insanoğluna
Gönül hasret iken bir damla suya
Yollar yürümekle biterdi güya
Yaşanılan her şey birer duş rüya
Visal firak olur insanoğluna
Garibin hanına göz dikilmesin
Safi gönüllere dert ekilmesin
Allah'tan gayrısı bel bükülmesin
Namaz burak olur insanoğluna
Dünya semasında hızla dönerken
Şu yıldızlar birer birer sönerken
Boş bir ömür için dizin döverken
Elbet yazık olur insanoğluna
Söyle hekim var mı derde bir çare?
Günü gelir beden atılır nare
Beyhude gezinip durdun avare
Hayat azık olur insanoğluna
Katlanır nimetin helal kazancı
Gönüller müreffeh diller duacı
Hoş bir muhabbettir derdin ilacı
Her nan rızık olur insanoğluna
Bir sabır gerekir ekin eken de
Hasat günü geçte olur erken de
Her şeyiyle güzel gülü diken de
Buğday başak olur insanoğluna
Bir gece ki hüzün giymiş sanırsın
Bülbül ahvalinde güle konarsın
Sevda dehlizinde kimi anarsın
Yollar ışık olur insanoğluna
Ansızın ölümle can çekişince
Beden yalnız kalıp ruh çekilince
Ölüm ferişteği başa dikilince
Mezar beşik olur insanoğluna
Şu zamanın lahze lahze geçerken
Ölüm hakikatı nabzın ölçerken
Beşer birer birer konar göçerken
Kabir durak olur insanoğluna
Haktan gelen kader baş göz üstüne
O dar günde nazın geçmez dostuna
Her bir ruh cekilir kendi postuna
Mahşer konak olur insanoğluna
Necati ilmen sizi kutluyorum.
Necati ilmen sizi kutluyorum.