MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ
Şairler yazarlar Vansesi'nin Mavi Şehrin Kalemleri sayfasında buluşuyor.
Keçiler Ve Bilgisayar
Mehmet FEYAT
Zap'ı zapt etmek mümkün mü? Değil elbette, o her daim haykırır dağlara, çarpar sesi yüreklere...
"Zap suyu derin akar, can alır yürek yakar" Zap'ın öte yakasında bir çoban, sürüsünün sorumlusu olarak, köpeği ile birlikte ağır ağır ilerliyor. Bir türkü tutturmuş, dağlar yankılanıyor.Sümbül, Cilo ve Bercelan'ın gölgesi çobanın üzerinde. Koyunlar ve keçiler onu can kulağı ile dinliyor. Zaten başkada onu dinleyen, görüşünü soranda yoktu.
Tam böyle düşünürken, Zap'ın diğer yakasında bir aracın durduğunu gören çoban, kendisine seslendiğini duydu. Önce biraz durakladı, acaba kim bunlar, iyi insanlar mı kötü insanlar mı? Çünkü hep bu duygularla yaşamıştı. İyilerin çok çabuk tükendiği yerde, kötülükler yaban otları gibi çoğalıyordu.
Sesin geldiği yöne seğirtti. Bu bir gazeteciydi. Hem de ünlü bir gazeteci. Bu dağların başında ne işi vardı acep. Çünkü onlar genellikle plazalardan halkı yazmayı tercih ederlerdi. Kaç keçi otlattığını soran muhabire Zap'ın öte yanından bağırarak cevap vermek zorundaydı. Çünkü Zap deli dolu akıyordu:
"300 keçi" diyerek yanıtladı.
- "Hepsi birine mi ait" sorusunu yine avazı çıktığı kadar haykırarak "hayır üç beş kişinin" dedi:
"Okula gidiyor musun" sorusu onu daha çok heveslendirmişti:
- "Evet, evet gidiyorum ancak eksiklerimiz var. Bilgisayarımız eksik" deyiverdi…
Bunu Zap da duydu ancak, duymazlıktan geldi. Belki de bu sesi koynuna alıp uzak diyarlara salmak için acele ediyordu.
Bu dağ başında keçi ve bilgisayar ikilemi arasında bocalayan muhabir; "hayret" dedi, "bu dağda bile bilgisayarı düşünüyor keçi çobanı" bunun bir haber değerini bildiğinden hararetle konuşmayı sürdürdü. Belki çobanın yanına varmak istedi ancak, Zap aralarında hırçın akmaya devam ediyor, adeta canhıraş feryatlarla uğulduyordu.
"Ben diyordu" Zap, "yıllardır bu derdi, çileyi haykırmıyor muyum? Neden duyulmaz sesim" Hadi kolay gele diyerek, yoluna devam etti muhabir. Lüks cipine binerek oradan uzaklaştı. Çoban, Zap ve keçiler birbirlerine sokuldular usulca.
Okulunda bilgisayar olmayan keçi çobanı ve bir türlü gem vurulamayan Zap'ın dünyası çok farklıydı.Bunlara denk gelirlerse dertlerini soruyorlardı, o da haber bültenlerinde birkaç dakika. Ve izleyenlerin birkaç hayıflanmalarından sonra unutulur gider. Derdimizin silikon taktıran manken kadar, kim kiminle nerede kırıştırdığı, hangi güzelimizin otururken frikik verdiği, hangi barda ne alemler yapıldığı kadar önemi yoktu. Biz hem şarklı hem de farklıydık.
O gün keçi çobanını birkaç dakikalığına da olsa dünya izledi televizyonlardan. Ancak, çobanın dünyasına Zap ve Cilo şahitlik etmeye devam ediyordu.Onun gökyüzüyle olan dostluğunu hülyalarına bile sığdıramayanlar, ha bire hayatlarında gereksiz bilgileri sayarken, bilgisayar isteyen çoban çocuğun söylediği türkü yankılandı Cilo'nun zirvesinde:
"Derdim çoktur hangisine yanayım, yine tazelendi yürek yaresi. Ben bu derde nerden derman bulayım, meğer dost elinden ola çaresi"
Bizi yalnız komayın buralarda, sevdiğimiz bu hayat aZAP olmasın bize. Uzak kalmayın dünyamıza, sokulun yanımıza. Size daha ne türküler söyleyeceğim.
Dün Ne Yedin?
Mustafa AYYÜREK
Güneşin ufuktan kaybolmaya yüz tuttuğu esnada geç kaldığımı anımsadım ve hızlı adımlarla, koşarcasına Hilmi'den ayrılıp eve doğru yola koyuldum. Epeyce ilerledikten sonra Hilmi'nin geçenlerde bana söylediği o sözleri düşündüm, "Aslanım yemek yemek dediğin öyle arkadaşlarınla yol kenarlarında konuşarak elde edeceğin bir şey değil ki," demişti. Hızlı adımlarım yavaşlamaya başladı, sanki bu sözü daha önce hiç duymamıştım, içime zonk diye oturuverdi şimdi. Aslında ben de yemek yeme işinin yol kenarlarındaki konuşmalarla gerçekleşmeyeceğini pek ala biliyordum. Biliyordum ama her defasında zihnimi konuşma işine verir, arkadaşlarıma; sofrada hazır bulunan bir tencere kibe-mumbarı nasılda iştahla, elimi yüzümü kirleterek yiyebileceğimi anlatırdım. Sadece bununla kalsam iyi bu kibe-mumbarın yanında; bir tepsi baklava, kırk ekmek, on beş haşlanmış yumurta, bir kazan çorba, çeyrek öküz, evet evet, çeyrek öküz, yarım kilo bal…
Durmadan bu saydıklarımı dilim kulaklarıma yedirir, arkadaşlarımı buna şahit kılardım. Bazen yeme konusunda öyle heyecana gelirdim ki; "geçen var ya arkadaş, pek iştahım yoktu ama yine de üç tepsi baklava yedim," derdim. Arkadaşlarım birbirlerine bakar, alaycı ifadeleri ile "yahu amma abarttın sen de ha,"" diye bana sataşırlardı. Bu ifadeler yaşam için ihtiyaç duymadığım oburluğu bana hatırlatırdı her seferinde. Fakat vazgeçmez, söz sırası bana her geldiğinde farklı yemekleri nasılda farklı farklı yediğimi, birisi sözümü kesinceye kadar anlatıp dururdum.
Arkadaşlarım, sanırım onları ziyadesi ile rahatsız ettiğimden dolayı artık benimle görüşmek veyahut konuşmak istemiyorlar. İşte o zamanlar anladım yemek yemeden bu kadar bahsedilmemesi gerektiğini ama ne yapayım, kendimi engelleyemiyor ve bir türlü vazgeçemiyordum bu huyumdan. Arkadaşlarım benimle iletişimlerini kopardılar diye vazgeçmediğimi söyledim ya, o zaman bunları kime anlatıyorsun diye düşünüyorsunuzdur. İnsan yeter ki istesin, aynada kendisine bile anlatabiliyor. Geçenlerde, yine tıka basa yediğimi mum ışığından yansıyan gölgeme ha bire anlatıp durdum. Hiç sözümü kesmiyor, sonuna kadar beni dinliyordu. Fakat insan konuşurken arada bir; hıh, evet, ya, demek öyle, yani... Şeklinde kelimeler duymak ister. Ben de bu kelimeleri duymak istiyorum, öyleyse buna bir çözüm bulmam gerekiyordu. Ve o çözümü de, her hareket ettiğimde sağa sola yalpalayan gölgemde buluyordum. Örneğin; "ben var ya; salı günü bir lokantayı kapatıp, tek başıma orada gün boyu insanlara verilecek yemeklerin hepsini yedim," dediğim zaman. Hop gölgem sola yatardı. Ben de fazla atarak konuştuğumu anlar, "yani canım öyle dedim ama şu manada dedim…" Diyerek kendi kendimi düzeltirdim.
Şimdi ise kendimi daha bir heyecanlı hissediyordum: Yine tıka basa yemişim, yemişimde laf mı? Ekleme yapmam lazım; hem de nasıl yemişim. Daha yememem lazım, "bu son olsun, bu son," dediğimde ekmeğe sardığım lahmacunları löp löp götürüyordum. Bendeki iştah bu şekilde, illa ki lahmacunu ekmeğe sarıp yerim, yoksa onca ekmek nasıl bitecek. Daha yanı başımda duran o sarmalar, kıyım kıyım edilmiş etler ve daha neler neler. "Tıkın Zeki tıkın" diyorum kendime ama bir yandan da yahu yeter artık çatlayacaksın diye ekliyorum. Ne mümkün efendim sıra sıra dizilmiş tatlılar yenmeden hiç sofradan kalkılır mı? O zaman ben de o tatlıları yemeden kalkmam. Tatlılar biter bitmez bu kez de şerbetlere takılı verdi gözlerim içtim de içtim. Sonra, sonra ne mi oldu? Çok yemekten olsa, gözlerim karardı bir sağa bir sola yattım fakat dik durmaya çalışıyorum ama pek beceremiyorum. Gölgeme takıldı gözlerim, bana bir şey anlatıyor gibi. Dikkatlice süzmeye çalışıyorum acaba hangi tarafa yatacak diye, yerimde de duramıyorum ki anlayayım. Tamam, işte anladım dediğim esnada kendimi yerde buluverdim ve gözlerime derin bir ağırlık çöktü...
Yemek yeme olayı; canlı tabiatının en ortak yönüdür ve ben de bunu kullanarak (gölgemden ve aynalardan yansıyan görüntümden randıman alamadığım için) tanımadığım insanlara anlatmaya başladım. Bir cuma günü namazından sonra, yerinden kalkamayacak kadar halsiz bir amcayı, güneşten korunmak için ağaç gölgesi altında bulunan banka oturmuşken gördüm, hop hemen yanına gittim.
"Selamünaleyküm bey amca, nasılsın?" diye söze girdim. Çok kısık ve zor duyulan bir ses tonu ile selamımı alıp, başını salladı. Ben de bunu fırsat bilip yanına oturdum. Ters ters yüzüme baktı, git der gibiydi ama saki otur diyordu. Birden bey amcanın yüzünde bir tebessüm oluştu. Öyle başka hiç bir şey söylemeden "Bey amca bugün ne yedin? Sen ne yedin bilmiyorum ama ben bir yedim anlatamam. Şöyle, hani döner kavşağın orada lüks bir restoran var ya işte oraya girdim, hey garson gel buraya dedim. Buyurun beyefendi dedi. Ben de dedim en lüks yemeğinden getir dedim. Gitti, 15 dakika sonra yemeği getirdi, tabi ben onların daimi müşterisiyim o ara bana hem çay hem de sigara ikram ettiler.
Yanlış anlama ama ben öyle her sigarayı da içmem. Benim içeceğim sigara has İngiliz Camel sigarası olmalı. İşte ondan getirdiler, ben de sigarayı içerken keyifle çayı yudumlamaya başladım. 15 dakika sonra da öyle bir yemek getirdiler ki görsen küçük dilini yutarsın. Yani senin küçük dilini yutacağın o sofrada, ben löp löp etleri, ekmekleri, sebzeleri ve yanında ikram edilen türlü türlü tatlıları yuttum. Sonra, ben doymadım daha getir garson dedim, gitti aynısından bir buçuk porsiyon daha getirdi, anında yedim, bitirdim.. Yan masada oturan bir müşteri vardı, görsen öyle zayıf, öyle çelimsiz, öyle ufak tefek ki üflesen yere düşer. Garson dedim yan masada yenilenin aynısından da getir o adam yemesini beceremiyor, beni yerken görsün de yemek nasıl yeniyormuş öğrensin…" dedim. Ben yaşlı amca ile bunları konuşurken, birisi yanıma yaklaştı, "kusura bakma kardeş bizim emmi bir kaza geçirdiği için işitme yeteneğini kaybetmiş, sorduklarına cevap vermedi ise canını sıkma," dedikten sonra emmisini kucakladığı gibi son model bir arabaya atlayıp gittiler. Ağzım açık, aval aval arkalarından baka kaldım. Şimdi anlattıklarımı bey amca duymamış diye mi üzülsem, yoksa anlattıklarımın fazlasına zaten sahip olduğunu anlamış olduğuma mı çıkaramadım.
Bir zamanlar ve bütün durumlarda yemek konusunda asla faka basmazdım. Nasıl yediğimi anlattığım kişi muhakkak ağzı açık beni dinler "eee sonra, sonra ne yedin," derdi. Sanırım arkadaşlarımın benimle diyaloglarını kesmiş olması performansımı iyice düşürmüş. Hem yırtık yamalı elbisesi olan, pabuçlarından tekinin bağı sökük ve de cami kenarındaki o bankta yalnız oturan o amcanın; zengin ve imkânı yerinde birisi olduğunu ben nasıl anlayabilirdim ki. Hah işte arkadaşlarımdan ayırılmadan önce, ben adamın yüzüne bakar anlardım. Yalnız bey amcanın kulakları iyi ki sağırmış, yoksa vallahi kendime gelemezdim. Beni çileden çıkarabilirdi bu. Çileden çıkarabilirdi derken zihnim açıldı, "eyvah," dedim, "eyvah, eve geç kalıyorum bir an önce evde olmazsam olacakları tahmin bile edemiyorum…"
Hızla koşarak eve gittim. Tabi onca yolu hiç duraksamadan koştuğum için nefesim daraldı, acayip bi öksürük nöbeti tutu beni. Bu illetten de bir türlü kurtulamadım gitti. Eve vardım, kapıyı açtım ve ahşap merdivenlerde, sinirli ifadelerle bana bakan dedemle göz göze gelince… Yere düşüp bayıldım. Birkaç gün baygın bir şekilde yatmışım, kendime geldiğimde olan bitenler hakkında pek bilgim yoktu. Dedem benimle konuşurken iki de bir yutkunuyor ve gözlerini benden kaçırıyordu. Özür dilemem gerektiğini düşündüm. "Dedecim özür dilerim, geç gelmemem konusunda beni uyarmıştın ama ne yapayım dışarısı çok güzel be dede," dedim. Tüm içtenliği ile gözlerime buğu tutmuş gözlerini dikti ve baba şefkati ile başımı okşadı. Eee anlat bakalım dün ne yedin evladım, dedi. Başladım anlatmaya "dede ben dün var ya neler neler yemedim ki..." Tam o esnada öksürük nöbetim tekrar tutu, öyle ki boyun kaslarım ağrıyor, ciğerlerim yerinden sökülecek gibi oluyordu. Yüzümde masum bir tebessümle, her öksürüğün kesilmesi sırasında "dün var ya, dün" diyordum.
Fakat bir türlü sözün devamını getiremiyor, yediklerimden bahsedemiyordum. Dedem "yorma kendini evladım, dinlen nasıl olsa anlatırsın," diye beni teselli ediyordu. Biraz yanımda oturup, bir iskeleti andıran vücuduma dokunuyor, sonrasında başı öne eğik vakur bir edayla dışarı çıkıyordu. Bense çok istememe rağmen bir türlü dedeme dün ne yediğimi söyleyemiyordum. Odadan çıktığında iç rahat etmiyor olacak ki, iki de bir beni kontrol etmeye geliyor, dedemin odaya her gelişinde "dün var ya dün," deyip öksürük nöbetine tutuluyordum. Gittikçe daha bitkin ve yorulmuş hissediyordum kendimi. Bir hafta geçtikten sonra doktoru tekrar çağırdı dedem. Doktor benimle iyice ilgilendi, geçen de gelmiş ama ben hatırlamıyorum. O aletle sırtımı bile dinledi şimdi, hep duymuştum bunu ama nasıl olduğunu hiç bilmiyordum. Çok mutluydum şimdi. Doktor, "kendini fazla yorma Zeki, şimdi sana bir iğne yapacağım rahat rahat uyursun" dedi. Sonra iğneyi yaptı. İğne ile biraz rahatlamıştım ama hala öksürmeye devam ediyordum.
Dedem doktoru geçirdikten sonra yanıma oturup, "eee evladım, anlat bakalım dün ne yedin" diye ağlamaklı bir ses tonu ile sordu. Ben de dedeciğim "dün var ya dün, sıcak bir tas çorba içtim dedem," dedim. Dedem gözlerinden dökülen yaşları silmeye çalışarak, "hadi bakalım şimdi uyu, sabaha…" iç çekti ve sözünün devamını getiremedi. Ben de iğneden sonra kesilen öksürüklerimi fırsat bilip, kafamı yastığa koydum ve öylesine hoş, derin bir uykuya daldım.
Kani Çatak!
Ercan ULUTAŞ
Kendi halinde doğal yeşilliklerin arasında Van' ın oldukça şirin bir ilçesidir Çatak.
Her yıl düzenlenen festivallerinde Çataklılar ve bölgedeki halk için coşkulu geçen bir gün yaşanır.
Kimi dağlarına Zirve yapar, kimi bağlarında piknik yapar, adrenalin sevenler soğuk sularında vurur küreklere Rafting yapar, çocuklar parklarda oynaşır fırsat bulsalar uçurtma uçururlar.
Doğal Şelale diyarıdır Çatak; RezaDera şelalesi en bilinenlerden biridir ve dağcıların vazgeçilmez uğrak yeridir.
Kanisipi Çağlayanı; yani beyaz akan su anlamında kullanılır. Çatak denince akla ilk beyaz akan su gelir, tabi halk arasında Qahnisipi olarak ta bilinir. Özellikle yaz aylarında kayaların ortasında fışkıran buz gibi soğuk su insanları serinletmesinin yanında manen de huzura kavuşturur.
Ceviz mi dediniz, Arıcılık mı dediniz, hakiki ve bin bir derde deva bal mı yemek istersiniz, sizi Çatak'ın doğal Vadilerine bekleriz.
Üstelik etinden, sütüne kadar, tereyağından peynirine yoğurduna kadar, en güzel sebze ve meyvelerine bile bu topraklarda bulmanız mümkün.
Arıcılık dedik ya; Çatak vadisinde binlerce çiçek çeşidinde bal özünü toplar arılar.
Hem de kuşların melodik sesinde, rengârenk kelebeklerin ahenginde, şifası ise Allah' tan...
Kültürünü yok sayamayız, insanını es geçemeyiz, hele bir akşam misafir olun da Çataklıların misafirperverliğini kendi gözünüz ile görün.
Güzel Çatak ilçemizin tarihine baktığımız zaman pek çok acılar yaşandığını görüyoruz.
Osmanlılar sonrası ilk zamanlarda Aşağı Hakkâri ismi ile de anılan Çatak ilçesi tarihsel derinliği oldukça zengin bir geçmişe sahiptir.
Çatak ilçesini bir dörtlük ile anlatmak istersek;
" Van 'a ne yakın, ne de uzaksın,
Kanisipi ile durmadan çağlarsın
Geleni göreni hayran bırakırsın
Dağlarında bile var ayrı bir aşk
İlçelerin en güzeli sensin Çatak.
Bize yazmak düştü size ise gidip gezmek düşer, Van'ın her köşesi ayrı cennet; Çatak'a varın haksız isek kalemimizi kırın.
Van'ı Anlat Bana Sevgili
Barış Kul
Mavinin dehlizinde sırları savruk mu hâlâ
Kum, çakıl sevişir mi dalgaların lebinde
Molla Kasım' da Türkmen türküsü
çalar mı çoban kavalında
Van'ı anlat bana sevgili...
Alayköy'de acem kızı âşık mı göl sesine
Yakamozlar iner mi kale diplerine
Bal tat verir mi Çatak'tan
Arı göç etti mi kovandan
Bana Van'ı anlat sevgili...
Erek'in başı dumanlı
Gelinler kara giydi miyine
Süphan' la, gölün üstü donmuş
Çok parmak buz tutmuş zemheri
İlkbahar kışlara küsmüş müyine
Bana Erciş i anlat sevgili...
Şairler yurdunda, ozanlar solmuş
Mızraba kafiye, heceler dolmuş
Redifler yetim, kıtalar ölmüş
Emrah Selbi'ye vurgun muyine
Bana Muradiye'yı anlat sevgili...
Şelale gerdanından çağlardı
Her ana yüreğinden ağlardı
Şeytan köprüsü yakaları bağlardı
Balıklar bendi bağladı mıyine
Bana Çaldıran'ı anlat sevgili...
Tendürek' te volkan kimleri yedi
Her gelen buralar lanettir dedi
Aslanlar sukut, susmuyor kedi
Ağalar, beyler Yörük müyine
Bana Özalp'ı anlat sevgili...
Hudutta asker nöbette umar
Hayatı risktir, hayatı kumar
Kürdü ve Türkü şartlara uyar
Kavgada kardeşler öldü müyine
Bana Saray'ı anlat sevgili...
Ekmeğin buğusu saldı oraları
Yasaklıdır oranın kara sevdaları
Her mevsimde sarılır yürek yaraları
Anamın sabrı taştı mı yine
Bana Gevaş'ı anlat sevgili...
Filmlerde o kent, bir rüyaydı
İbadette, rükûda bir duaydı
Edremit'ten gördüğüm yer buraydı
Ahtamara'da sırlar saklımı yine
Gürpınar'dan Hoşap uzak yoldur
Kalenin dibinde, badeyi doldur
Zemzeme benzer suları çoktur
Dertlere derman, doktoru yoktur
Tepeler sisli dargın mı yine
Kauçuk Kökünde Harfler
Ünal ŞARMAN
Kemiksiz bir gök
Ulaşırsa menzile
Kehriyar kınanır
Ülfetinden gayrı
İlleti çeyrek bakış
Don-volga üzerinden
Güneyin haylazlığına
Eserse esirimdir
Batıl vuku bulur
Batılı üzengiler
Şehrengiz topuklarında
Endülüs! Sen mi geldin yoksa
Bilmezler doktrininden
Ur torunlar istenir
Sen ne verebilirsin
Kundak bekçisi!
Kauçuk kökünde harfler
Melodram mırıldanmalar
Sızdırırken
Magma serin serin kandı
Katar çölüne bi-haber
Asırlık eldiven soluğun
Tehditkâr atan bile
Doğu nehirlerine
Kavmin korkusunu düşüremez
Annelik üryandır bu mevsimde
Hasretin uzun koynunda
Dağlı dağlanmış gibi karşımda
Dağlısına dağlanmış sanki
-Rüyanın perdesi aralanır
Kök devşirir-
Reyhan suratlı adamlar
Gelip kök suyundan içtiler
İnsanın kıyamı inkâra göz kırpar
Yirmilik yaşım -su kenarında-
Taş yontusunda
Kauçuk kökünde gizlenir