MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ
Şairler yazarlar Vansesi'nin Mavi Şehrin Kalemleri sayfasında buluşuyor.
Boş ev
Erdal Şahin
Mekâna ve zamana değer katan, onu anlamlı kılan insandır, onun varlığıdır; insanın yaptığı güzelliklerdir, yaşadığı güzel bir hayattır. İnsanı mekândan ve zamandan uzaklaştırın, koparın bunların hiçbir değeri ve anlamı kalmaz. Altından zümrütten bir saray olsun, içi akla hayale gelmeyen bir güzellikle dayalı döşeli olsun, içindeki bütün malzemeler altın işlemeli olsun, onun içinde insan yoksa ve yaşanılır bir hayat yoksa bunun yıkık dökük bir kulübe ve bir mağara kadar değeri olmaz.
Ev, biz insanoğlunun en asli ihtiyacıdır, en önemli arkadaşı ve onu koruyan ona huzur ve sükûnet veren bir mekândır. İnsanın yaşamadığı bir evde ve ev haline getiremediği hiçbir mekânda hiçbir canlıda yaşamaz. Bu yüzden terk edilmiş, boş bırakılmış bir evin hali yürek yakar, boş bırakılmış terk edilmiş bir ev içinde sadece yarasaların tünediği bir harabeye döner. Hele daha önce bir arı kovanı gibi içi insan dolu olan bir evin boş kalması terk edilmiş olması hali içler acısı bir hal alır. Bu tıpkı yalnız başına bırakılmış, sahipsiz ve koruyucusuz kalmış bir insanın durumundan daha acı verici bir manzaradır. Kim bilir sahipleri tarafından terk edilen, boş bırakılan ve bir harabeye dönen evler nasıl içim içim gözyaşı dökerler. Yalnızlığa terk edilmenin o dayanılmaz acısına kim bilir nasıl dayanıyorlar. Çünkü evlerinde bir kalbi - bir ruhu bir yüreği var, onların dilleri de çığlık atar, hem de yürekleri titreten kulakları sağır eden bir çığlık…
Bilal uzun bir zamandır boş bırakılmış, yalnızlığa terk edilmiş ve hiç kimsenin artık yaşamadığı bir zamanlar babasına ait eve uğramak için yola çıktı. Amacı evi kontrol etmekti, boş bırakılan, sahipsiz kalan eve kimse zarar vermiş mi vermemiş mi diye öğrenmek istiyordu. Bilal ömrünün neredeyse yirmi yılını geçirdiği, acı - tatlı nice anılarına beşiklik ettiği, şahit olduğu baba evine vardığında vakit gecenin geç saatlerini gösteriyordu. Bilal, gecenin karanlığında evin kapısına vardığında evin kedileri karşılamıştı onu. Kediler, evin uzun bir zamandır boş bırakılmış, terk edilmiş olmasına rağmen evi terk edip gitmemişlerdi, büyük bir vefa örneği göstererek gece gündüz adeta evin kapısında nöbet tutmuşlardı. Yiyecek hiçbir şeyin olmadığı boş evin kapısında muhtemelen ara sıra mahalle aralarına gidip buldukları bir şeyleri yiyerek nöbet yerlerine tekrar dönüyorlardı. Kediler, Bilal'in gece karanlığında uzaktan geldiğini görünce sanki onu tanıyorlarmış gibi koşup gelerek onun ayaklarına tırmanmak istemişle, üstüne üstüne atlamışlardır. Ve onunla çocukça oyun oynamak için miyavlayarak başlarını Bilal'in ayaklarına sürterek sevgi gösterisinde bulunmuşlardı. Anlaşılan boş bırakılan evin kedileri sadece yiyecek bir şeylerden değil sevgi ve ilgiden de mahrum kalmışlardı. Bilal kedilerin evi terk etmediklerini görünce çok duygulanmıştı ve daha sonra onlara süt vb. yiyecek bir şeyler getirerek onların karınlarını duyurmuş, uzun bir vakit onlarla oynayarak da onları sevindirmişti.
Kim demiş kediler nankördür diye, eğer kediler nankör olsalardı, aylardır boş bırakılan ve hiçbir insanın yaşamadığı evin kapısında nöbet beklemezlerdi ve burayı terk edip kendilerine yaşam alanı olacak başka bir yere çoktan gitmiş olurlardı, diye düşündü Bilal. Ancak onlar bunu yapmayarak ne kadar sadık ve vefakâr olduklarını göstermişlerdi.
Bilal, evin avlusunda ay ışığının geceyi aydınlattığı bir vakitte kedilerle biraz oynadıktan sonra günlerdir kapısı açılmamış boş evin kapısına yöneldi. Kapıyı açıp içeri girecekti ki elleri kapının kolunda olduğu halde derin bir sükûtun karıştığı gecenin karanlığında etrafa bakınıp derin düşüncelere daldı. Bu evde yaşadığı yirmi yıllık acı tatlı hatıralar gözlerinin önünde bir film şeridi gibi geçip giderken, yüreğinin acıyla derinden cızırdadığını hti. Çünkü daha dün gibi bu eve girdikleri günü hayal etmişti ve şimdi her biri farklı bir yere dağılmış olan kalabalık ailesini de düşündü. Bir zamanlar bir arı kovanı gibi evde hiç bitmeyen, sürekli gelip giden misafirleri, komşu çocuklarıyla oynadığı oyunları ve bu evin bahçesinde geçirdiği güzel günleri meyve ağaçlarından yediği meyveleri düşündü. Hayallerde derinleştikçe yüreğin biraz daha acıdığını hti.
Yıllar önce bir arı kovanı gibi canlı olan bu evden, ilk önce öte âleme göçüp giden büyükbaba ve büyükanneleri terk etmişti. Sonra kendisi evlenip çocuk sahibi olunca bu çok sevdiği evden çıkıp başka bir eve yerleşmişti. Şehirde meydana gelen büyük bir deprem sonrasında anne babası ve kardeşleri de bu evi boş bırakıp başka bir şehre göç etmişlerdi. Evet, Bilal için anılarla dolu olan bu ihtiyar ev şimdi yapayalnız bırakılmış ve kendisinde yaşanmış nice anılarla birlikte kaderini yaşıyordu.
İnsan çoğu zaman sahip olduklarının, sevdiklerinin değerini varlıklarında pek bilmiyor, onlarla hayatı doya doya güzellikle yaşayamıyor. Genelde yokluklarında bunların değeri varlığa biniyor ve insan bunlara olan hasretini işte o zaman anlıyor. Bu gerçeği yaşayarak bilen öğrenen, bundan ders alan Bilal, hayatının bundan sonraki kısmında sevdikleri üzerine titrer, onları üzmemek onları mutlu etmek için elinden geleni yapmaya çalışır ve bunun için azami gayret gösterirdi.
Bilal, Bismillah diyerek açtığı kapıdan içeri girdi. Arkasında bekleyen kediler ondan önce davranarak içeriye girmişlerdi. Bilal hangi odanın kapısını açıp içeriye girmeye çalışsa onlarda peşinden giriyorlar sanki kaybettikleri bir şeyi arıyorlardı. Bilal, içerisinde bazı eski ev eşyaları ve elbiseler kalmış evi yavaş yavaş dolaşıyordu, girip çıktığı her odadan birçok hatıra ve bunlardan kaynaklı duygu yüküyle çıkıyordu. Durup kapılara, pencerelere, duvarlara baktı burada geçirdiği aylar, yıllar geldi gözlerinin önüne, hüzünlendikçe hüzünlendi.
Gecenin bu sükûn deminde boş ve sessiz olan evden sanki çığlıklar yükseliyordu, gözleri duvar askısında duran eski elbiselere ilişti, elbiselere yaklaştı onları teker, teker inceledi, içlerinde annesine ait güzel renkli bir elbise dikkatini çekmişti. Annesinin sürekli giydiği bu güzel elbiseyi eline alıp kokladı kokladı… Elbiseyi koklarken sanki annesine sarılmış, onu kokluyormuş gibi hi. Gayriihtiyarî gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Keşke şimdi annesi babası yanında olsaydı da onlara doya doya sarılsaydı diye iç geçirdi. Ancak ne çare onlar şimdi çok uzaklardaydılar.
Bilal, yirmi yılını geçirdiği, şimdi boş bırakılan bu evde, az bir vakit geçirdiği bu son ziyaretinde zihnini meşgul eden sorularla çıkış kapısına doğru yöneldi. Yirmi yılın hatıra yükünü yüreğine yükleyerek kapıyı hüzünle kapattı. Bilal arkasına bakmadan, gözyaşlarını ve acılı duyguları içine gömerek geldiği yolda karanlıkta kaybolup gitti…
Yalnızlığa Serenat
Gazel Yiğit
Söyle yalnızlık...
Kaç çöplüğün artıklarıyla büyüttün leğenindeki kara filizleri. Bağrımda buğdaylar acı doğururken hangi matemin derinliklerinden topladın kirli nimetlerini. Cılız bir zamanın unutulmuş rüzgârları vururken hatıralarıma, bilindik bir koku yayıyorsun o kara günlerden çayırlarıma.
Başına buyruk sitemlerimle odun ateşinde demlenmiştin ikindi vakitlerinin son ışığında. Hurdalığa attığım hatıraların pasını süs yapmıştın kendine ölü evine giden yeni gelin misali. Sen, yalnızlık, nasıl da boğuyordun beni bir avuç bulanık suyunda. Ruhuma çığ düşmüş gibiydi ılık buhranında nefes alışlarım. Sonsuzmuşsun gibi eziyordu beni ipsiz sapsız dokunuşlar. Hiçbir şiirim ağırlığını taşıyamadı senden kirpiklerime doğru uzanan kıvılcım yükünün. Sessizliğin boyun damarlarıma sıkıca sarılmış eğiyordun beni dipsiz çukurunun karanlık dibine. Arsız bir uğultudan yayılırcasına kulağımdan yüreğime iniyordu acı iniltilerin. Ölüm döşeği gibiydi atmosferin telaşlı, soğuk ve pişman. Kansız birkaç cümleydi cılız harflerin derin ve umutsuz.
Susma, sessizliği bozdum baharın ilk rengi avucuma konarken. Konuş da aczini duysun kulağından yüreğine inene ihtiyacı olmayanlar. Duysun kalbine karanlığından deste deste güller sunana. Duysunda utansın son kibritini mahvolmuş günlerin hatırasına harcayanlar. Ben senden uzaklara çizilen ihtiyarlığıma gidiyorum. Ve senden öğrendiklerimi gözyaşlarımın beşiği yapıp ölümün cümbüşüne sunuyorum.
Her boyun büküşümde alnımda öpen bir serin umut taşıyorum kahrımın içinde.
Her karasına bir şiir yazdığım maviye karışmış yırtık libasına bürünmüş sevgi bulutları var gökyüzümde. Bitti dediğimde bile en kör karanlığının ortasında çırpındığım zorlu sınavlarım var vuslata giden yolumda.
Ben, benden eksilenlerden ibaretim aslında. Kuşlara dağıttığım bir avuç buğday kadarım. Hüznümün cılız ışığında kâğıtla kalemle kendimi tamamlayıp kelimelere hapsetmeye çalışan bir ruhsuz beden.
Çelişkilerin, bozgunların bostanında yetişen bir siyah renkli lalenin bile duygularıyla ağlayabilecek yalnız kalmışlığın altın rengini ruhuna nakşeden kelime terzisiyim. Çoğu kişinin bakmaya bile cesaret edemediği bir devasa ateşten harman edip çıkardığım sevinçlere gülen deli şairim.
En son cümlemi asırlar önce söylemişim aslında. Bu yakarışlarım yalnızca yankısından kulağımda izi kalmış birkaç mısra. Bu çağa ait olamamak ne kadar zor ise o kadar zor yüreğinin bir zaman diliminde bunca şiiri saklamaya çalışmak. Ve kendini satırlara dökme gayreti dahi meczup lekeler barındırıyor satırlarımın fistanında.
Ben, diyorum. Ben dediğime bakmayın sakın. Benden öte olan benin peşinde tükettim aklımı. Ben dediğimde bir kafes dolusu sessiz yakarış rüzgâra karışır. Ben derken kendini aramaya çıkmış tüm ruhlar satırlarıma sıkışır. Nefsimle konuşurken dilime yaşamadığım acılar bulaşır.
Kendimden bile azad olmak isterken yorgun bakışlarım onlarca terk edilmiş hissin barınağına dönüşür.
Şimdi aradığım parçalarımın huzursuzluğunu alıp taşınıyorum bir günden daha. Arkamda ayaklarımdan damlayan hüznüm miras kalsın bastığım toprağa.
Lâl kesiği umut
Sinan Pala
Üç iklimin
Üç bengisuyun
Üç hayatın hüznü
Giydim cemre cübbesini
Acı avuçlarımda buz kesiği
Üç ayrı yerden kırılarak
Bölündü kalbin sesi
Çöktü hiç ummadığım karanlık
Bir kuş ürkekliği iki kanat sesi
Tende nakış nakış ayna izi
Üç yıl gibi şaraplındı ismi
Umut tekerrür etmedi
Soldu ışık sol'dan
Eksik bir nefes, bir an
Can tükendi şimdi
Üç sokak çıktı göz çukurlarımda
İkisi çıkmaz dünyaya
Öbürü mahkeme-i kübra
Sustu Kaf dağının şahini
Su inmedi Ferhat'ın kalbine
Kuyu karanlığa boğulmadı
Parçalandı adı gibi Sol'in
Ateş yakmadı bahçeyi
Üç dirhem astım boynuma
Cevşen diye
Bir isim sıfatına
Kaç bedevi çaldı iyiliği
Ahu eman
Karaya vurdu beşer suret
Hangi su sildi gözyaşlarımı
Hangi su sildi gözyaşlarımızı
Üç defa tufan koptu
Ol emri, oku emri, kul emri
Kurdum sıratı bu dünyada
Tekin sıfatı Rab,
Ey insan
Kaç savaş, kaç zulüm, kaç kıtlık
Kurtardı seni
Nerde şimdi ilk isim
Bütün nerde şimdi
Sol'in paramparça oldu
Adı gibi
Üç bahçe serildi
Akıp gitti zaman
Lâl kesildi.
Şehrin Uğultusu
Bahar Kalkan
Yıkılmış şehrin uğultusunda
Demleniyor ruhum darağacında
Yaşantım kıyıya vuruyor
Bir yanmayı öğrendik sevda uğruna
Bir de dibine kadar yaşamayı yalnızlığın
Bırakıyorum gecelerimi
Çaresiz bekleyişlerimi
Umutsuz direnişlerimi
Bu hikayede ben yolcu
Sen hancıydın, ağırladın,
Sevdim kırdın
Güvendim bıraktın
Şimdi veda zamanı
Yaklaşma, istemem
Cennet kokulu buselerini
Uzaktan bir el salla
Yüreğimde bir kurşun misali
Biliyorum ey sevgili
Artık ne sen dönebilirsin
Ne den ben kabul edebilirim
Ne sen sevebilirsin ne de
Ben vazgeçebilirim
Ne sen zamanı geri alabilirsin
Nede ben zamanla yaşamayı
İmkansız olalım
Geri gelmesi kadar bir ölünün
Gündüzleri yıldızları görmek kadar
Yıldızlar kayarken tutulan
Dileklerin gerçekleşmesi kadar.
Hüzün
Hatice Kübra Şahin
Bak iniyor bir hüzün bu gece
Ağlayan yanaklara
Birden her şey bitiyor
Ve sen kalıyorsun geride
Birkaç acı ve sessizlikle baş başa
Neden duyuyorum hep bu
Çocuk çığlıklarını
Anlamıyorum
Anlayamıyorum hâlâ
Herkesin anladığı yalan geliyor
Ve sen hüzün, anlatmıyorsun
Bir rüzgârın esintisinde sallanan
Bu acı savuruyor beni her yana
Ve karanlık geliyor her yer
Kim söndürdü diyorum
Bu sokak lambalarını
Ve çağırıyor ileride bir ses beni
Kulaklarımı çatlatan bu ses
Sağır olduğumu bilmeden
Acıtıyor aciz olan bedenimi…