MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.

Yaşam ve Ölüm

Merve Beyaz

Bir gün üstüne düşündüğüm ve belki de bir anlığına düşünüp zihnimi büsbütün kurcalayan sesleri yazarım kim bilir. Mürekkebin tükendiği bir zaman olursa şayet tırnaklarımla kazırım düşüncelerimi kâğıda. Bu kadarını yaparım da kim anlar ki beni?

Kim ne anlar yaşamak ve ölmek eylemlerin arasındaki dar çizgiden. Bir insan nasıl yaşamalı dersiniz. Bakın bu bir soru değil. Sakın bunu içinizde cevaplamak için yormayın kendinizi. Eminim cevap veremeyeceğiniz kadar doludur kafanız.

 Yaşamak ve Ölmek. İşte ben bu iki kelimenin arasındaki ince çizgiden söz ediyorum. Bu ince çizgi ne anlatıyor bize? Hangi gürültüleri sığdırıyor içine?

Yaşamak ve ölmek; sayısız gürültüler barındıran eylemler midir? Bence yaşamak bir gürültü olabilir ama ölmek bir gürültü değildir. Tabii insanın içinde olan gürültüden söz ediyorum. Yaşarken içimizdeki gürültü hiç eksilmez. Şairler ya da yazarlar bir şeyler yazarak kelimelerin gürültüsünü bize de bulaştırırlar. Bilemem insan nerenin yerlisidir, diye fısıldıyor şiirinde İsmet Özel. Aynı şiirinde buraların yerlisi ben değilim, diye de söylemekten de kendini alıkoyamıyor. Şairleri anlamak zor, Sayın Özel'i anlamak hayli zor bence. Yalnız şunu söyleyebilirim ki insanca yaşadığımızı zannettiğimiz bu dünyanın yerlisi hiç değiliz.

Birde ressamlar var renklerini renksizliğimize bulaştıranlar. Bunlardan biri Frida. Ah! Frida. Geçirdiği trafik kazasında sakatlanmış ve bunun acısını renklerin gürültüsüyle anlatmıştır. Tablolarındaki gürültüyü duymuşuzdur. Ya peki duymadıklarımız ya da yanlış anladıklarımız ne olacak. Parasızlıktan yeni doğan bebeğini bir gece bakımsızlıktan kollarında ölen sanatçı Cemal Güler'den söz ediyorum. Sanatçı, çocuğun cansız bedenini yastığın üstüne koyarak sabah gazeteye teslim etmesi gereken resimleri gözyaşı içinde çizmiştir. Ertesi gün gazeteyi alanlar, Cemal Nadir'in resimlerindeki lekeleri baskı hatası sanırlar!*

Kim bilir garipseyip yadırgadığımız bir iz, söz, ses, resim ve normalin dışında birçok şey acının bir yerde vücut bulmuş halidir. Kim bilir?

Ya içimizdeki kavgalar hepsi yaşamak üzerine mi kurulu? Yaşamak nedir, önce buna bir cevap bulalım. Sahiplendiğimiz veya ayağımızın yere bastığı bir toprak parçası. Sahi biz insanlar ne diyorduk bu toprak parçasına Coğrafya değil mi? Afganistan'da Afrika'da ya da yoksulluğun ekildiği topraklarda doğduysan şayet, yaşamak ile ölmek çok iç içe nüfus etmiş kelimelerdir. Oysaki tamamen apayrı eylemlerken. Yoksul Coğrafya dışında geriye kalan insanlar ise, üstlerine düşen en kutsal görevdir belki de bu insanları kitaplarda yaşatmak ve sonuna kadar acıyla yaşatmak…

İnsan kimdir? Kaderi yanlış yorumlayıp bulunduğu durumdan kurtulmak yerine acıyla yaşayan mı? Zulümüm kol gezdiği topraklarda bir kolunu feda ederek, mazlumun kanını yüreğine bulaştırmış vicdan nedir bilmeyen mi? Birden Balzac karşıma dikiliyor. Asıl vicdan diyor, vicdan herkesin komşusunu dövmek için aldığı fakat asla kendine karşı kullanmadığı bastonlara benzer. Elime alıyorum Balzac'ın bastonunu başlıyorum düşüncelerimi vurmaya.

İnsan ne ile yaşar? Ekmekle yaşar, suyla yaşar, aşla hatta aşkla da yaşar. Kimisi insanlar arasında yaşar. Kimisi tek ve hür bir ağaç gibi yalnız yaşar, özgürce. Bazıları gerçeklerle yaşar. Bazıları bir Marquez kitabındaymış gibi hayallerle yaşar. Öfkeyle, acıyla, mutlulukla, kıskançlıkla, özlemle de yaşar. Bunlardan en önemlisi insan sevgiyle yaşar. Sevgidir insanı insan eden

 İnsanı diğer canlılardan ayıran nedir? Varlığını yaşama düşüncesiyle fark ettirir. İnsan bu farklılığını kullanmaz. İnsan sevgi ister ama birini sevmek için çabalamaz. Tıpkı kalbi gibi aklını da kapatmıştır. İnsan düşünmenin zahmetli olduğunu sanır. Zahmetli olan her şey insana uzaktır. Düşünmek demişken burada Aliya Izzetbegoviç bir parantez açıp şöyle sesleniyor bizlere: "Allah, hayvanlardan farklı olarak bizi dik yürür şekilde yarattı. Çoğu insan bu imtiyazı kullanmaz, hayatlarının çoğunda eğilirler, hatta sürünürler. İnsan böyle mi yapmalı?" böyle yapmamalı, insanın anatomisini düşünürsek insanın aklı her şeyin üstünde yaratılmış. Bu da apaçık bir işarettir. Ama insan düşünmekten kendini yine alıkoyacak bir yol buluyor.

Buna en güzel örnek George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanı, özgürlüğü iki kere ikinin dört olduğunu söyleyebilmek olarak tanımlıyor. Winston'un yaşadığı dünyada sorgulamak, düşünmek, âşık olmak, yakın arkadaşlık kurmak, sistemin istemediği ve sisteme zarar verecek her türlü duygu ve düşünce yasak. Düşünmenin yasak olduğu bir toplum, aklın tecritlenmesinden başka bir şey yaşamıyordur.

Bizim okuduklarımız dışında yaşam ne anlatıyor bize, yaşamı okuyabiliyor muyuz? Anlamadan okumaktır belki de yaşam. Okurken sonunu getiremediğimiz anlamadığımız yüzlerce kitap gibi. Anlamadan, değişmeden, aynı kalıpta sayıklamak. Ya yazmak, hiçbir kavgan olmadan. İçindeki gürültüyü bastıracak bir şey bulmadan ve kendini değiştirme gayretine girmeden, değiştirmek istemek. Değişmeden değiştirmek.

Yazmak ve yaşamak bu mudur?

Yaşamak neyse de ya ölmek neydi?

Yaşadığımızı zannettiğimiz günler toplamı kadar mıydı?

 

 

Bir Şairin Ruhu

Gazel Yiğit

Yüreğinde şiir besleyen biri kaç asır sonra özgürlüğe kavuşur. Hüzün başucuna oturduğu halde nasıl kurtulur o İbrahim'i ateşten. Zamanın bir köşesine bağdaş kurup oturmuş bunca kelime varken, nasıl duymazdan gelir yardım çığlıklarına karışmış o derin iniltileri.             

Zor aslında yazmak. Yazmaya başladığı vakit kapısını tırmalayan o birikmiş duyguları hizaya getirmeye çalışmak. Güven ve gerçeği birbirine harman edip üstüne hüzün ve samimiyet serpiştirirken, dayanmak lazım gelir parmaklarından akan o turuncu acıya. Dayanmak lazım her biri bir yerden saldıran fesat duyguları bertaraf edip aşktan çember kurmaya.

Gücümüz yetmezken bile biz olmaya. Ruhumuzun bulandığı bunca başka ruhun içinden kendimize yer ararken bedenimizde, sırtımızdan akan elemli yükü taşmak nasılda kolay gibi geliyor başkalarına.

Biz hüzün hamallarıyız aslında. Çuvallarımız acıyla dolu. Ayaklarımız yara bere içinde. Anlımızda birikmiş tuzlu şiirlerin teri iz yapmış. Avuçlarımızda kor. Hayallerimiz günün son ışıkları gibi kızıl ve gri. Dizlerimiz nasırlı. Ruhumuzdaki fırtınalardan kalan bütün tozlar kirpiğimizin ucuna takılmış. Biz kaleme sarılırız yalnızlığımızda. Bir kaç kelime yazıp kendi içimize akarız sigara dumanını çeker gibi. Ruhumuz kalabalıktır aslında ama ruhumuzda bile bir köşede kıvrılıp otururuz soğuk bir taşa. Yüreğimiz ummana benzer, dibinde biriktirdiği onca yosuna rağmen masmavi görünür sularımız. Ve taştan değil şiirlerdendir bizim surlarımız.

 

 

Sevdiğim

Mehmet Akçay

Elimdeki fırça kara gözüne

Sürme sürse dayanamam sevdiğim

Karda yürüdüğün ayak izine

İzler girse dayanamam sevdiğim

 

Kıyamam bakmaya kara gözüne

Kulağım aşina olmuş sözüne

Mikâbını indir n'olur yüzüne

Eller görse dayanamam sevdiğim

 

Evimizin önü kocaman alan

Senin varlığıdır aklımı çalan

Dolanırsan gülüm gölgede dolan

Güneş vursa dayanamam sevdiğim

 

Yaşamak güzeldir tadına alış

Her olur olmaza eyleme dalış

Bazen dinleyiver bazen de çalış

İşler yorsa dayanamam sevdiğim

 

Çağlariyem sana vermişsem özüm

Sen benim cananım sen benim gözüm

Yanlışlıkla değse sana tek sözüm

Kalbin kırsa dayanamam sevdiğim.

 

 

Ben ve O'nun Tarifi

Ali Çağlar

Mahzunca yağan kar tanelerinin

Birbirine değmemesi kadar mucizevîdir o

 

Bense

Kaldırımda biriken kar gibi ezilmiş

Sabahlara kadar Rabbine dua edip

 

Ağlayan bir dervişin gözyaşlarındaki

Samimiyettir o bense

Bir münafığın kalbindeki

Samimiyetsizlik

 

Emekçi amelenin ayın on besinde

Oğluna aldığı ayakkabı gibi değerlidir o

 

Bense

Delik bir testi gibi değersiz

 

Turgut'un, Cemal'in Nazım'ın şiiridir o

Bense

Bir ilkokul öğrencisinin yazdığı akrostiş

 

Kısacası Leyla'dan

Şiirinden, gülden daha fazla aşka layıktır o 

 

Bense

Ne Mecnun ne Ferhat

Ne de Bülbül kadar

Ona layık bir aşığım.

 

 

Irmak

Özer İntibay

Bir melek tanırdım

Nazlı Eda'lı

 

Varlığı

Kalbimdeki Serengeti'ye

Irmak olan

 

Sonra

Çok vakitsiz bir ay batışı

Kurudu

Suya hasret çölümün

Kuruyup çatlayan topraklarına

Birşeyda çiseledi

 

Yağmaktan vazgeçti yağmur

Doğmaz oldu güneş

 

Islattıkça ırmak kokan

Islattıkça eda kokan

Islattıkça yeniden yeşeren

Darılar, otlar, sazlıklar ağaçlar…

 

Yolunu sevinçten kaybetmiş

Bir ceylan

Bir aşağı bir yukarı koşturan

 

Ipıslak iki kuş

Boyut boyut yalnızlık, ıslak

 

Islandıkça arsızım

Hala durgun, yalnız ve yorgun

Güneş bir açsa tutuşacağım.

Bakmadan Geçme