MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.

On Üç Dakikanın Laneti

Mustafa Ayyürek

Yeryüzünden gökyüzüne doğru yükselen çatlak, keskin sesler... Rüzgâr ile sallanan yaprakların, pencere deliğinden ince ince sızan ıslığın, deprem etkisiyle toprak içerisinde oluşan çatırdamaların, yer faresi, köstebek, bataklık derinliklerinde kurbağa ve kafasını topraktan yeni çıkarmış bir çekirgenin sesleri...

Zihnimin karanlık dehlizlerinden fışkıran dış sesim de gök ile birlikte kulaklarımı çınlatıyordu. "Hey" diyordu aklımı ürperterek, "Orada mısın?" Sempatik sinir sistemimin adrenalin salgılamaya başlaması; kalbime korkudan yerinden fırlayacak bir hal verdi. Hemen yatağımdan fırlayıp, antikayı andıran, kapağı kırık dolaba girdim. Dolap içerisinde rahatlamama fırsat vermeden, o ses yüreğimi yerinden sökecek gibi tekrar haykırdı, "Hey, orada mısın?"

Kulaklarımı ikinci defa çınlatan bu söz dizisi ile kötü bir şey olacakmış hissine kapıldım, gerginliğim arttı, adeta dizlerimin bağı çözüldü, göz bebeklerim büyüdü, gözlerim yuvasından fırlayacakmış gibi göz çukurlarımı yormaya başladı, başım dik bir vaziyette göğe dikildi. Dolaba saklanmış olamam işe yaramamıştı. Dolaptan çıkıp, beni tavan arasına götürecek merdivenlere doğru koştum. Düşe kalka merdivenin ilk basamağına vardım. Merdivenlerden doğruca loş ışığın yer yer aydınlattığı karanlık tavan arasına attım kendimi. "Oh be, beni burada bulamaz" diye düşünmeye başladım. (Ruh halim gelgitlerle doludur, hafızam pekiyi değildir sadece on üç dakikalık zaman dilimi içerisinde yaşadıklarımı hatırlayabiliyorum.)

On üç dakikalık zaman diliminin henüz üçüncü dakikası... Nedense tavan arasında iken kendimi on dakikalığına rahat bırakırsam bundan sonrası için her şeyin daha iyi olacağı fikrine; balta girmemiş ve patikanın olmadığı bir ormanda bir ceylanla beraber oradan oraya sekerken bulacakmışım gibi mükemmel bir duygu misali… Kaplandım. Karanlık içime işlememiş ufkumu bir aydınlık kaplamıştı sanki. Oysa gerçekte durum hiçte öyle değil. O sesi tekrar işitebilirdim, ruhum daha derin hasarlarla tekrar yaralanabilirdi. Gökyüzüne doğru bir ses yükseliyor, yeryüzünde vuku bulan arşı titretecek bir ses...

Ormanda, ceylanla beraber kâh bir taşın üzerinden çimlere kâh bir tepenin üzerinden ağaçlara doğru sektiğimde hedeflediğim noktalardan birine konmak üzereyken "Hey, orada mısın?" cümlesi ile ormanın nefesi; dolunayı yeni görmüş bir kurt sesi gibi kulaklarımda yankılandı. Dibi olmayan kuyuda sıkışıp kalan ve çevresinde kendisini kurtarabilecek hiçbir şeyi olmayan ejderha yavrusunun boş bakışlarındaki anlamsızlık gibi loş ortamı seyrettim. Ellerimi yumruk yapıp yorulana kadar çatıya vurmaya başladım, vurdum. Vurdum...

İşe yaramayınca yerimden hiç kıpırdamadan tavanı tokatladım, en sonunda ise uzamaya yeni başlayan tırnaklarımla bir çatıyı bir de üzerine oturmuş olduğum beton tavanı kazımaya başladım. Öyle ki parmak uçlarım al kanlardan görünmeyecek bir hale gelmişti. Kaldırıp ellerimi, bakmaya çalıştım parmaklarıma. Ama içerinin loş olmasından ziyade açamadığım gözlerimden dolayı parmaklarımın ne kadar zarar gördüklerini anlayamadım. Bir inilti ile tavan arasını sarstım, o esnada içimde bir his tam olarak fark etmesem de sadece üç dakika kalmış olduğunu bana hatırlatıyordu. Sadece üç dakika... Eğer üç dakika daha sabredersem bu işkenceden kurtulacak, esenliğine kavuşacaktım.

Fakat üç dakikanın ömrümden düşmesi bana üç asırlık bir zamana mal olacak gibiydi. Bu üç asırla beraber otuzüçlük yaşım üç yüz otu üç olacaktı. Gözyaşlarımda kurumuş sular bir bir avuçlarıma dökülürken, kan çanağına dönmüş gözlerim bana doğru bir ağacın üzerinden sekerek gelen ceylanı görüyordu. Ceylanla beraber zıplamış ve henüz hedeflediği noktaya konmamış ama konmak üzere olan bir adam da vardı. "O adam ben miydim?" Kafasında yer yer kırlaşmış saçları, alnında birikmiş manasız, insanı kahredecek çizgileri, yüzünde oluşmuş garip şen kahkaha ve çita çevikliğini andıran hareketiyle; evet,  tüm bunlar bana ait olan özelliklerdi.

Evet, evet o bendim. İşte hedeflediğim yere konuyorum, ceylan ümit dolu gözlerle bana bakarken, ben şen kahkahayla yerden üç metreye kadar zıplıyorum. Yükseliyorum, yükseliyorum ve başım, başım dönüyor. Kendimi kontrol edemediğimden yükselirken başım bir ağaca çarpıyor. Yere düşüyorum. Düşüyorum. Düşüyorum. Gözlerim kapanıyor, açtığım zaman kafamda ışığa maruz kalan migren hastasının başındaki ağrı gibi bir ağrı. Ellerimle başıma dokunuyorum beyin sıvım sanki kafatasımdan boşluğa sızıyor. Bir ses duyuyorum, "Hey" diyor. "Orada mısın?" Biyolojik saatime bakıyorum on üç dakikanın sona ermesine üç saniye kalmış. Üç saniyelik migren ağrısı, dayanamıyorum. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyor, sadece bir saniye kaldı baş ağrımdan dolayı canhıraş bir ses doluyor ağzıma bağırıyorum ve gözlerim, gözlerim kapanıyor. Üç saniye sonra yüksek bir sesle bağırarak gözlerimi açıyorum. Yatağımdayım, yastığım gözyaşlarımla ıslanmış, kalbim küt küt atıyor.

Neler olduğunu hatırlamaya çalışıyorum ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Yavaşça yatağımdan kalkıp antika dolabından saklamış olduğum fotoğraf albümünü almaya gidiyorum. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Antika dolabında fotoğraf albümü var mıydı? Bunu düşünürken yatağıma doğru dönüyorum, zihnim karmakarışık. Elimde bir fotoğraf albümü var mı, yok mu? Anlayamıyorum. Pencereden dışarı bakıyorum uzak bataklıkta kurbağa varaklıyor, bir çekirge başını topraktan çıkarmış cırcır bağırıyor. Gidip yatağıma giriyorum, pencerede bir ıslık gibi rüzgâr uğulduyor.

Bir ses duyuyorum "Hey, orada mısın?" Ürküyorum, hemen koşup antika dolaba...

 

 

Bir Zamanlar Ben de

Mesut Zırhlıoğlu

Bir zamanlar bende dünya için çok çırpınan insanlardan biriydim. Ama 2000 yılının ortalarına doğru tedavisi olmayan bir hastalığa yakalandım ve tozpembe gördüğüm hayatın pembesi uçarak geride tozunu bıraktı.  Hiç bilmediğim bu hastalığımın geldiği ilk günler çok ciddi sıkıntılar yaşıyordum. Bu sıkıntılarımın en önemlilerinden biri normal insanlar gibi yürüyememem ve konuşamamamdı. Bu hastalığımı hiç tanımıyordum ama onu kimin gönderdiğini iyi biliyor ve onunla çok gurur duyuyordum.

Bir gün bu hastalığım hatırını saydırınca hastaneye yatmak zorunda kaldım. Kırk gün yattıktan sonra da EMES adında ve tedavisi olmayan bir hastalığa yakalandığım ortaya çıktı.  Hastaneden çıktıktan sonra, çok zorlansam bile o zamanlar daha tek başıma yürüyebiliyordum. Bir gün dolaşırken çok yoruldum ve her zaman gittiğim kahvenin önüne atılan küçük kürsülere attım kendimi. Biraz dinlenip kendime geldikten sonra, koşturan insanları seyrederken sokağın başında sarhoş bir gencin yalpalayarak oturduğum kahveye doğru geldiğini gördüm. Bazı değerlerin ve kaybedilen sağlığın ne demek olduğunu iyi bildiğim için, içki denen illet ile bu değerleri ve sağlığını heba ediyor diye içimden bu gence çok kızdım. Ama daha sonra, ya o da benim gibi hastaysa diye düşünmeden de edemedim. (Daha sonra haklı çıktım.)

Sarhoş genci daha fazla görmemek için kafamı önüme eğdim. Kafam önümde cebimden çıkardığım kâğıtla ilgilenirken, bir ses duydum ve önüme eğdiğim kafamı kaldırdım. Az önce gördüğüm sarhoş genç tam karşımda duruyor ve masama oturmak için benden izin istiyordu. Ama onun masama oturmasını istemiyordum. Çünkü çok sarhoş olduğu için fazla konuşacaktı ve benim de konuşacak gücüm yok gibiydi. Kırılmasın diye yinede masama oturmasına izin verdim ve masama oturdu. Fakat uzun süre ikimizde hiç konuşmadık ve anlamsız bir şekilde sağa sola bakıp durduk. Bu durumdan rahatsız olan genç, ben sarhoş değilim beyefendi, diyerek masadaki sessizliğimizi bozdu. Ama genç bunu söylerken gözleri köpürmek üzere olan bir nehir gibi dolup taşıyor ve dalıp çok uzaklara gidiyordu sanki. Ben ise ona hiçbir cevap vermedim ve sadece dudaklarım bükerek karşılık verdim.  Genç kendisini zorlayarak biraz daha konuşunca onun sarhoş olmadığını anladım. Söylediğine göre, yürürken çok sallandığı için durumunu bilmeyen herkes onun için ayyaş diyormuş.

Daha sonra derin bir sohbete dalıp gittik. Ama daha tanışmadığımız için birbirimize resmi olarak itap ediyorduk. Bu durumdan rahatsız olan genç, ben Şahin, diyerek aniden bana elini uzattı. Onu ilk gördüğümde mutlaka serseridir diye düşündüğüm ve hakkında suizanda bulunduğum için utandım. İşin ilginç ve acı tarafı, bende onun gibi hastaydım ve onunla benzer sıkıntılar yaşıyordum.  Ama benimde bir hastalığımın olduğunu o gün ona söylemedim. Çünkü bazen beni darmadağın ediyor olsa bile, ziyaretinden dolayı gurur duyduğum hastalığım ve hastalıklar hakkında konuşmak istemiyordum.

Bir saat kadar sohbet ettikten sonra oradan kalktık ve dinlendiğimiz için ikimizde kendimize gelmiştik. Ayrılırken en çok zoruma giden husus nedir biliyor musun ağabey, diye bir soru sordu bana. Çok düşünmeme rağmen bu soruya cevap veremeyince, bu hastalığı benim davet etmediğimi ve Rabbimin böyle uygun gördüğünü çok insanın anlamamasıdır zoruma giden husus, diyerek sorusunun cevabını kendisi verdi. Daha sonra haftaya aynı saatte orada buluşmaya karar verip ayrıldık.

 

 

Dolaşsak Şu Van'ı Ne Güzel Olur

Adnan Özkan

Horhor'dan su içip kaleye çıksak

Şöyle göle karşı semaver yaksak

Ordan kuş bakışı Süphan'a baksak

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

 

Şamranaltı bağı, bostanı meşhur

Fidanlıkta yüzsek olur mu olur

İskele masmavi onla can bulur

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

 

 

Edremit sahili tam piknik yeri

Onun gibisi yok gezdim illeri

Acaba sılaya dönsek mi geri,

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

Ereğ'in dağında gitsek uşkuna

Yürüyüp tırmansak tam doruğuna

Oy kurban olurum Sıhke yoluna

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

 

Bedenim gurbette, yüreğim Van'da

Kıymeti çok olur uzak kalanda

Kurtuluş gününde,2 Nisan'da

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

 

 

Ğaraba mahallede Ferit'in bağı

Orda mezarlık var şehit yatağı

Heveste bıraktık çoktan kursağı

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

Selam versek hele Vanlı gardaşa

Davet etse bizi o tatlı aşa

Arabaya binip gitsek Gevaş'a

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

 

Erciş'te uğrasak balık bendine

Varsak balıkların güzel seyrine

Belki bu gariban gelir kendine

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

 

Özkani anlatır, anlatmak olmaz

Vatan hasretiyle ağlatmak olmaz

Dünya ölümlüdür, kimseye kalmaz,

Dolaşsak şu Van'ı ne güzel olur...

 

 

Çölleri Bilsen

Abdulmecid Benek

Kırdığın kadehte kalan ömrümden

Ağlarsın içtiğin yılları bilsen

Hicrinle sararıp solan ömrümden

Ağlarsın biçtiğin dalları bilsen

 

Sefiller gücünü bende sınadı

Kimi kaçık dedi, kimi bunadı

Berduş eleştirdi, sarhoş kınadı

Ağlarsın düştüğüm dilleri bilsen

 

Ar ettim sakladım uğraşlarımı

Haberdar etmedim sırdaşlarımı

Gizlemek isterken gözyaşlarımı

Ağlarsın seçtiğim yolları bilsen

 

Felsefe böyledir divanelerde

Teselli aranır bahanelerde

Bir kadeh mey için meyhanelerde

Ağlarsın döktüğüm dilleri bilsen

 

Ateşe su dedim göz göre göre

Aklım zavallıydı duyguma göre

Bahtına şükretti Mecnun bin kere

Ağlarsın düştüğüm çölleri bilsen.

 

 

Sevdim seni

Halide Mengelli

Bu gece,

Şiir gibi öyle sessizce

Yanmaktayım,

Dört duvar arasında

Yalnız ve çaresiz

 

Karanlığın kanatları

Sararken kimsesiz yanlarımı

Kasvetli bir zamanda

Duruyor vakit

En acı şarkıyı fısıldar gibi…

 

Sen içimde yaşarken

Ulu bir çınar ağacı

Yorgun gecelerde

Seni düşünüp

Düşler kuruyordum umuda

 

Bu akşam sığmadım kendime, yine

Taştım toparlayamadım

Sessizliğe

 

Sen olsaydın kalemimde

Mutlu şiirler doğardı

Mutlu son olurduhikayeler

Akmazdı yanağında gözyaşları…

 

Yoksun iste...!!

Hasretin acısı düğüm düğüm

Zakkumdan beter

Boğazımda

 

Belki dilim söylemedi

Ama / unutma!

Yüreğim "seni" bağıra bağıra

Çok sevdi...

Bakmadan Geçme